YAZARLAR

Karanlığın yüreği

Ekrem İmamoğlu’nu safdışı bırakmak istiyorlar, çünkü safdışı bırakmak istiyorlar. Kılıçdaroğlu ne yapar, bu durumda kim aday çıkar, bununla kimsenin fazla ilgilendiği yok. Hele bir çıksın, baktık zorluyor, onu da bir şekilde safdışı ederiz, diye düşünüyorlar. Ha, İmamoğlu her şeye rağmen aday gösterilir, muhalefet hiç alışık olmadığı -çünkü dilekçelerle vs. yürütülemeyecek- bu tür bir meşruiyet mücadelesine mi girer? Bakalım, girerse ona göre şey ederiz.

Dün geceden beri, bir kısmı sahiden pekâlâ mümkün sebepler, saikler içeren, bir kısmı hayalgücü sınırları zorlanarak kurulmuş, bir kısmı da o ana kadar söylenenlerden farklı olabilsin diye icat edilmiş açıklamalar üstüste yığıldı. Hurdahaş haldeki zihinlerimiz daha da harap oldu. Zihinlerde tahribat, gördüklerimizi sisin, duyduklarımızı uğultunun ardına iter. Zaten tekinsiz, uğultulu sisin içinde yolumuzu bulmaya çabalıyoruz. Üstümüze boca edilen haksızlık hukuksuzluk, acımasızlık, küfür kıyamet, tahkir hakaret yetmiyormuş gibi, yeni bir tekinsizlik ve belirsizlik kasırgasının kıracak gibi eğdiği elektrik direklerinin altında dolaşarak aydınlık arar olduk.

Ekrem İmamoğlu’nu -şimdilik hapishaneye değilse de- siyaset dışına itmeye yönelik hamle niye yapıldı? Kim yaptı, niye yaptı? Şekilsiz bir yığın halinde, temizlik işçilerinin gelip kaldırmasını bekleyen ihtimallerin aklımda kaldığı kadarını aktarayım:

• Bu işi Tayyip Erdoğan doğrudan, karşısına çıkabilecek en güçlü adaylardan biri olan Ekrem İmamoğlu’nu safdışı bırakmak için yaptı.

• Evet, Erdoğan doğrudan, karşısına çıkabilecek en güçlü adaylardan biri olan Ekrem İmamoğlu’nu safdışı bırakmak için bu adımı attı, ama ötesini berisini düşünmeden. Zira gidişat aleyhine dönecek.

• Erdoğan böylece Kemal Kılıçdaroğlu’nun önünü açtı. Çünkü karşısında rakip olarak onu istiyor; yenebileceğini varsayarak.

• Kılıçdaroğlu’nun önünü açtı, çünkü rejimin devredileceği güvenilir kimse olarak o “tercih ediliyor”. (Edilgen fiiller çoğu zaman analizci mucidi özneyi tarif etme zahmetinden kurtarıyor, bu yüzden daha elverişliler.)

• İmamoğlu’nu mağdur kahraman konumuna getirerek esas Kılıçdaroğlu’nun önünü kesti, onu safdışı bıraktı.

• İmamoğlu’nu daha da parlatmak, anti-demokratik, baskıcı rejimi ona devretmek için “yapıldı”. Çünkü Erdoğan’la devam edilemeyecek, ama yerine devlet ve iktidar koalisyonu açısından “güvenilir” birinin gelmesi “isteniyor”.

• Evet, otoriter rejim devir teslimini en güvenilir isim aracılığıyla gerçekleştirmek “hedefleniyor”, ama sözde mahkeme kararıyla önü açılmak istenen, İmamoğlu değil, Mansur Yavaş. İmamoğlu bu yüzden safdışı ediliyor.

• Bu işte Erdoğan dışında birilerinin parmağı var. Bütün edilgen fiillerin öznelerinin… Erdoğan sonucu açıkça kendisine zarar verecek adım atmaz.

• Başka sebeplerle, güdülerle Erdoğan dışında başka birileri de (dış güçler, emperyalizm, burjuvazi…) devreye girmiş olabilir.

• Evet, bunu Erdoğan emretmedi. Ama arkada sağlam plan yok. Birileri, “herhalde bu isteniyordur” diyerek, göze girmek için işgüzarlık yaptılar. Dolayısıyla kabak mahkeme heyetinin başına patlayabilir.

• Burada esas mesele aday eleme değil. Seçim öncesinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni ele geçirip devâsâ imkânlarını kullanma. Kayyım atayacaklar.

Peki, hepsi hem sebep hem hedef itibarıyla farklı yönlere uzanan, grup grup apayrı, çelişik, zıt nedenlendirmelere dayanan bunca açıklamanın havada uçuşması normal mi?

Normal. Odanın ortasındaki fil görmezden gelinsin diye elbirliğiyle uğraştığımız için normal.

2015

Lafı hiç uzatmadan, dosdoğru karanlığın yüreğine yollanalım: Hikâyemiz 2015’te başladı. 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından, “millî irade”ye bugüne kadar yapılmış en haince saldırı, hemen hiç itirazla karşılaşmaksızın başarıya ulaştığında. Daha önce askerî darbeler var, neden bu en haince? Öyle, çünkü siviller yaptı; kendisinin varolma sebebi, meşruiyetinin biricik kaynağı olan “millî irade”ye sahip çıkmakla yükümlü esas gücün, arzusu, ihtirası, iştirakıyla ve gasp ve fetih sarhoşluğuyla tutamadığı salyaları eşliğinde yapıldı bu saldırı. Rejim, rejimin hemen bütün güçlerinin katılımıyla rayından çıkarıldı; barındırdığı demokrasi ve hukuk kırıntıları, “millî irade”nin kendini doğru dürüst ifade edebildiği yegâne araç ve ortam olan seçimlerin her adımda daha şaibeli hale getirilmesiyle, mahkemelerin hukukla zaten zayıf olan bağı kılıçla kesilerek süpürüldü, atıldı.

Bugün hepimizi boğan alçak basınçlı çaresizlik havasını, iktidarın hunharca dümenleri kadar, “millî irade” dediğimiz şeye verdikleri değer işlemeyen kurumlara sundukları dilekçeler kadar bile olmayan, hesapta parlamenter demokrasi yanlısı muhaliflerin takıntıları, aymazlığı, beceriksizliği yarattı. Öyle ki, 2015’te yürürlüğe konan, her şeyden önce, -olduğu kadarıyla- haysiyetimizi, yaşama hevesimizi, kaderimize sahip çıkabileceğimizi ilham eden manevî kapasitemizi paralamayı hedefleyen planlı felaket, sırf Kürtlere yapılan fenalık gibi görüldü ve nereye doğru sürüklenmekte olduğumuz fark edilmedi ya da dert edilmedi bile. “Kürt sorunu” denen şey aslında “çoğunluk sorunu”dur; sorunu yaratan, çoğunluğun halleri.

7 Haziran seçimlerinde ortaya çıkan “millî irade”nin göz göre göre yok sayılması, bir yeni rejim bildirgesiydi. Kuruluş ilanıydı. O aşamadan sonra -olduğu kadarıyla- devletin herhangi bir işlemine hukukun yön vermesi ihtimalinin kalmayacağı da belliydi, “halk”, “seçmen” vesair kategorilerinin hükmünü hiçbir muktedirin hiçbir yerine takmayacağı da.

Türkiye’de demokrasinin yok edilmesi, adalet kavramının değil ihtimalinin bile ortadan kaldırılması, en basit insanca taleplerin copla, gazla, hapisle, işten atılmayla, yok sayılmayla karşılanışının, yargının buyrukla çalışmasının normalleştirilmesi, bütün günübirlikliğimize ve dağınıklığımıza rağmen, derli toplu sayılabilecek bir süreç içinde gerçekleşti, gerçekleşiyor. Muktedirler açısından bu pürüzsüz ilerlemeyi mümkün kılan, atılacak her adımın Kürtlere yönelik toplu ve geniş harekâtın kaçınılmaz parçası olarak sunulabilmesidir. Meclis’teki ve mahkemelerdeki “bilinmeyen dil” terbiyesizliğinden mezardan naaş çıkartmaya -(“burası sizin toprağınız değil!”)-, hava bombardımanından sivil siyasetçileri içeri atıp yıllarca hapiste tutmaya, her çaptaki, her derinlikteki “operasyonel” eylemler, mevcut iktidardan sözümona fena halde şikâyetçi muhalif kitleyi âdetâ otomatik şekilde iktidarın peşine taktı. Böylelikle, rejimde dönüşüm yaratan birçok hayatî hak gaspı yaşanırken zaten ortada muhalefet nâmına herhangi bir karşı kuvvet bulunmuyordu -(“Anayasaya aykırı ama.”)…

İsterseniz bu cümleden tek bir unsuru alıp devam edebiliriz: “karşı kuvvet kalmadı” kısmı. Mevcut iktidara karşı kuvvet var mı? Varsa kim(ler)? Nesine karşılar? 7 Haziran 2015 ertesinde yaşananları bu sorulara cevap arayarak ele alırsak şu andaki vaziyetimiz hakkında mâkûl bir tasvir ve tarif bulunur elimizde.

DALLAR BUDAKLAR…

Şimdi, Ekrem İmamoğlu’nun siyaset dışına itilmesi şeklinde karşımıza çıkan hamlede öyle acayip ayrıntılar, biz sıradan fânilerin aklının ermeyeceği uzantılar, dallar budaklar aramak sahiden gerekli mi? Bu iktidar pratiğine yön verenlerin aklı böyle mi çalışıyor?

Hayır. 2015 yazından beri, iktidarın pratiğini giderek artan şekillendiren kuvvet, daha fazlasını elde etme, engelleri nasıl olabiliyorsa öyle kaldırma, kendini bağlayacak, hareketini sınırlayacak her türlü yükümlülükten kurtulma, ne pahasına olursa olsun dizginsiz iktidar alanını koruma ve genişletme güdüleri. Belki de hepsi tek bir güdü. İnce hesap yok. Kitabına uydurma yok. Hafriyat ekskavatörü titizliği, dozer nezaketi ve silindir itinasıyla davranılıyor dünyaya. İnsana, ormana, ırmağa, köylüye, şehirliye, hakka hukuka, haysiyetimize…

Karşı karşıya olunan, hukuksuzluklarına işaret edilerek tereddüde sevk edilebilecek birileri değil. Geçmişteki vaatleri ya da söylevleriyle bugünkü davranışları arasındaki çelişkiler sergilenip utandırılabilecek birileri değil. Tahakkümle tatmin olan, ezdikçe zevklenen, asla doyurulamayan, hesap vermemek için her türlü dolabı çevirebilecek birileri.

İddialı konuşacağım izninizle, muhterem okurlar: Ekrem İmamoğlu’nu safdışı bırakmak istiyorlar, çünkü safdışı bırakmak istiyorlar. Kılıçdaroğlu ne yapar, bu durumda kim aday çıkar, bununla kimsenin fazla ilgilendiği yok. Hele bir çıksın, baktık zorluyor, onu da bir şekilde safdışı ederiz, diye düşünüyorlar. Ha, İmamoğlu her şeye rağmen aday gösterilir, muhalefet hiç alışık olmadığı -çünkü dilekçelerle vs. yürütülemeyecek- bu tür bir meşruiyet mücadelesine mi girer? Bakalım, girerse ona göre şey ederiz. Ekskavatör-dozer-silindir tezim aklınızın bir köşesinde bulunsun. Ha, sizin sokağa girmezler mi? Emin misiniz? Hiç suç işlememiş binlerce insan senelerdir hapiste. Hiç suç işlememiş binlerce insanın senelerdir hapiste olduğu bir ülkede cereyan ediyor olayımız. Ana muhalefet liderinin linç girişiminden biraz da şans eseri kurtulduğu yerdeyiz. Altı-yedi sene önce şehirlerin kasabaların yerle bir edildiği diyardayız.

Binlerce insan suç işlemediği halde hapiste, ama siz istediğiniz belediye başkanını seçeceksiniz, o da cumhurbaşkanı adayı olacak, filan… öyle mi? Bu arada -hapistekileri bıraktık haydi şimdi- belediye başkanlığını doğru dürüst yürütemesin diye bizzat devletin tepesinden bin türlü engel çıkarılacak, “milletin” zararınadır diye hiiç dert edinilmeksizin taşlar konacak, çukurlar kazılacak, bilemediniz ayıplamakla yetineceksiniz, sahip çıkmak, itiraz etmek aklınızın köşesinden geçmeyecek, bir gıdımcık riske girmeden hayat size göre düzenlensin isteyeceksiniz… sonra bir bakacaksınız, yatak odanızda dozer, salonda ekskavatör.

Artık anlasak mı vaziyetimizi? Anlasak da, ne halt edeceğiz, ona göre düşünmeye başlasak mı?

Ya da isterseniz, İmamoğlu’nu hangi yasa maddesinden mahkûm ettiklerini, buna göre prosedürün nasıl işleyeceğini falan ele alabiliriz, dilekçemizi hazırlamadan önce.