Kaosun çağrısı: Islah edilmiş doğa olarak bahçeler

Bahçelere örülen o çitler sadece yabanıl hayvanları veya domuzları değil, aynı zamanda bastırılan dürtüleri ve karanlık anti-sosyal düşünceleri de dışarıda tutar.

Google Haberlere Abone ol

Çiler Çilingiroğlu*

Doğa-kültür ikiliğini kuran tek medeniyet Batı medeniyeti mi gerçekten? Öyle olsaydı, Doğu, doğayı ıslah edip bahçe denilen mefhumu yaratır mıydı? Sanmıyorum.

Çok sevdiğimiz, saydığımız antropolog Philippe Descola’ya göre, doğa-kültür karşıtlığı her aşamasında biraz daha çatallanmış biricik bir tarihsel süreç sonucunda Avrupa düşüncesinin olgunlaştırdığı, kesinlikle evrensel olmayan bir kavrayıştır. Böyle bir ontoloji içinden doğa verili bir bütünlük olarak kavranır. Bu düşüncenin izlerini ta Antik Yunan düşüncesine kadar sürebiliyoruz. Şöyle diyor Aristoteles ‘Fizik’ adlı eserinde:

“Doğanın var olduğunu kanıtlamaya çalışmak gülünçtür; gerçekten açık seçik biçimde ortadadır doğa çünkü bir yığın doğal varlık vardır.” 

Doğa diye bir bütünlüğün bilgisinden o kadar emin ki Aristoteles, bunu kanıtlama çabasından bile gülünç olarak bahsediyor. Kendinden bu kadar emin konuşuyorsa bu büyük filozof, bir bildiği vardır elbet diyoruz.

Şark kültürlerinin insan dışında doğa diye bir nesnelliği tanıdığını bahçelerin derin tarihinden anlayabiliriz. Doğu toplumlarında “bağ, bahçe” köklerini kadim Mezopotamya ve Fars medeniyetlerinde buluyor. Kelimenin kökünün zaten Farsça olduğunu biliyoruz: غاب. Bag ve onun küçüklük ekiyle türetilmiş hali bah-çe.

Peki, gelelim kelimenin etimolojisinden mekânın ontolojisine.

İran’ın İsfahan kentindeki Chehel Sotoun Sarayı’nın bahçesi. (Fotoğraf: Çiler Çilingiroğlu)

ISLAH EDİLMİŞ ESTETİK DOĞA

Doğa; yabanıldır, kaotiktir, olumsaldır, gizemli güçleri bünyesinde besler, önden bilinemez ve kesinlikten uzak olandır. İpe sapa gelmez, ürkünç olsa da bu doğa belli kurallar içinde yasaları ve o yasalara uygun bir estetiği vardır. Çiçeklerin geometrisi, taşların dokusu, yaprakların muazzam damarları, mantarın benekleri, köklerin sarmallığı, meyvenin kokusu büyüler bizi. İşte bu düzenli estetiği düzensiz yabanılın içinden kopardı insan. Bu koparış aynı zamanda bir kopuşu da getirdi beraberinde. Kim bilir Descola’nın “büyük bölünme” dediği şey belki de böylece nüve verdi insan zihninde. İşte bu ıslah edilmiş, estetik doğaya “bahçe” diyoruz.

Bahçeler, böylece eksik doğalar olarak hayatımıza girdiler. Artık kaotik olmayan, tam tersine, düzenli, simetrik, estetik, manipüle edilebilir ve uysal: Erk’in kendini tatmin edebileceği pasif nesneler topluluğu. Doğanın kültürün içine düşüncesizce sıkıştırılmasıydı bahçe. İnsan için bir haz nesnesi, bir hobi etkinliği, güvenlik kaygısı olmadan içine girebileceği, istediğini toplayabileceği, bakımını yapacağı etrafı çitlerle çevrili toprak parçası. Bahçeler, istenmeyen otlarıyla dirense bile, insan rutin bakımıyla oradaki yabanın serpilmesini hep engelledi.

İran’ın Şiraz kentinde yer alan Hafız’ın anıt mezarındaki bahçeden bir görünüm. (Fotoğraf: Çiler Çilingiroğlu)

KAOSU KOZMOSA ÇEVİRME ARZUSU

Bu eleştirel perspektiften bakıldığında, bahçeler, insanın kaosu kozmosa çevirme arzusunun (kibirinin mi desek?) vücut bulmuş hali gibidir. Islah edilmiş bu doğa, parçalı ve eksik bir doğadır. Kendi elementinden koparılmış, kanatılmıştır. Sadece insan zihnine güzeldir. Göze hoş gelen, zihni dinlendiren ve onu dinginleştirendir. Kendi tarihselliği içinde güzellik biçim değiştirdikçe o da biçim değiştirir, ama bahçeler hep kalır. Bazen bir sebze bahçesidir, içinde manyok yetiştirilen. Bazen bir meyve veya çiçek bahçesidir. Güller, laleler, şebboylar, lavantalar. Bazen geometrik şekillere sokulur. Bazen ortasına bir havuz yerleştirilir. Mimarinin bir unsuruna dönüşür bahçe. Belirsizliğe düşmüş bir varlık olarak insanın mekâna ilişkin etkin tasarımıyla kendi dışındaki nesnelliği kontrol ettiği fikrini doyururlar. Bahçelerin sadece estetik değil, aynı zamanda, politik imgeler olmasının ardında da bu yatar kanımca. Bir kralın vermek istediği mesaj şudur: Ben düzeni, barışı ve refahı tesis edebilirim. Nitekim eski uygarlıkların kralları yazıtlarında bayındırlık faaliyetlerine dair mutlaka mesajlar vermiştir: “Buraları ben bağ ve bahçeye dönüştürdüm” der mesela Urartu Kralı II. Rusa, Ayanis’teki tapınak yazıtında.

Bu ıslah edilmiş doğanın, sadece dışımızdaki değil de içimizdeki kaotik doğayı da ıslah ettiğine dair bir sezgi taşıyorum. Sonsuz ve ıssız evrenin ıslah edilebilir olduğuna dair bir inancı besler bahçeler. Dolayısıyla o örülen çitler sadece yabanıl hayvanları veya domuzları dışarıda değil, aynı zamanda, bastırılan dürtüleri ve karanlık anti-sosyal düşünceleri de dışarıda tutarlar. Bahçeleri, toplumsal, uysal insanı mümkün kılan yoğun çabanın mekânsal karşılığı olarak düşünüyorum.

İran’ın Şiraz kentindeki Bagh-e Najanjestan bahçesi. (Fotoğraf: Çiler Çilingiroğlu)

DUVARLARIN DIŞINDAKİ DÜNYA

Pink Floyd’un ‘The Wall’ albümünün sonuna gidelim sizinle. Duvarların dışındaki dünyayı arzulayan bir can var orada. Doğumundan ölümüne kadar normların içine hapsedilmiş ve otantik benliğini unutmaya mahkûm edilmiş bir varlık. Şunu hayal ediyorum: Nasıl ki, içten içe karanlık doğasıyla yüzleşmek isterse insan, bahçedeki varlıklar da çitlerin dışındaki yabana taşmak ister. Kendi benliğinden istemsizce kopartılmış varlıkların içinde tüketilemeyen bir kaos istenci olduğunu seziyorum. Tam da bu nedenle çiçek, bitki, kök, yumru, ağaç, çalı, mantar, taş, toprak içten içe leoparla, domuzla, balıkla, solucanla, humusla, dışkıyla, çürümüş yaprakla buluşmak istiyor. Dışarıya adım atmaya cüret eden insanların da elinden tutarlar bence.

*Ege Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Protohistorya ve Ön Asya Arkeolojisi