İsrail'in öz savunma argümanının yasal dayanağı yok

Hukuki analiz bulguları, İsrail'in Filistin'in kendi kaderini tayin etme mücadelesine yönelik tekrarlanan askeri saldırılarının uluslararası hukuka göre yasa dışı olduğunu açıkça göstermektedir.

Google Haberlere Abone ol

Mehmet Uğur*

Ehlen için yazdığım önceki makalemde, İsrail'in Gazze'deki katliamlarının ABD ve Avrupalı İsrail destekçilerinin de suç ortağı olduğu, gelişen bir soykırım teşkil ettiğini göstermek için Anayasal Haklar Merkezi'nin (AHM) raporundan yararlanmıştım. Umduğum ve beklediğim gibi, AHM raporunun ardından Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne (UCM) soykırım şikayetleri sunuldu. Bunlardan biri, Filistinli sivil toplum kuruluşlarını temsil eden 300'den fazla avukat tarafından sunuldu. Diğeri ise Gazze'de faaliyet gösteren üç insan hakları örgütü tarafından yürütülüyor: Al Haq, Al-Mezan ve Filistin İnsan Hakları Merkezi. Her iki şikayette de başvuru sahipleri acil eylem çağrısında bulunmakta, UCM'yi soykırım ve soykırıma kışkırtma suçundan İsrailli liderler hakkında tutuklama emri çıkarmaya çağırmaktadır.

Bu makalede, İsrail'in giderek artan soykırımının meşru müdafaa hakkını ileri sürerek meşrulaştırılamayacağını göstermek için hukuk literatürüne başvuracağım. Daha sonra uluslararası hukuku savunmak ve savaşçı olmayan sivilleri devletlerin onlara verebileceği zararlardan korumak için toplumsal muhalefetin neden gerekli olduğunu tartışacağım.

İŞGAL ALTINDAKİ FİLİSTİN'DE İSRAİL'İN MEŞRU MÜDAFAA HAKKI VAR MI?

Filistin'in kendi kaderini tayin etme mücadelesine karşı İsrail'in meşru müdafaa hakkının meşruluğu konusunda her zaman şüpheci olmuşumdur. Ancak uluslararası hukukun bu iddia hakkında ne söylediğini araştırmadım. Bu durum, Filistin kökenli Amerikalı hukuk uzmanı Noura Erakat ile BBC'nin 9 Kasım 2023'te yaptığı röportajı izledikten sonra değişti. Röportajda BBC sunucusu hem İsrail'in meşru müdafaa hakkı olduğunu, hem de sivil kayıpların Hamas'ın sivilleri canlı kalkan olarak kullanmasından kaynaklanabileceğini belirtti. Erakat, her iki iddianın da devlet propagandası olduğunu söyleyerek yalanladı ve BBC ile diğer haber kuruluşlarına daha fazla inceleme yapma çağrısında bulundu.

Röportajın ardından Erakat'ın BBC'ye hem gazetecilik hem de ahlak dersi vermek için başvurduğu çalışmasını aramaya başladım. İlk bulgum, 2012 yılında Jadaliyya'da yayınlanan bir makaleydi. Bu makale, 2014 yılında İsrail'in Gazze'ye bir saldırı daha düzenlemesinden sonra, aynı dergide tekrar yayınlanmıştı. Sonra ikinci bir Erakat makalesi buldum. Bu makale daha eskiydi (2009'da yayınlanmıştı); ama bu da İsrail'in 2008'de Gazze'ye saldırmasından sonra yayınlanan bir makaleydi.

Her iki makalede de Erakat, uluslararası hukuka göre İsrail'in Filistin'de meşru müdafaa hakkına neden sahip olmadığına dair ikna edici hukuki argümanlar sunuyor. Tartışmalar, meşru müdafaa hakkının kaynağı olan Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’nin 51. maddesine atıfla başlıyor. 51. maddeye göre bir üye devlet, başka bir devletin silahlı saldırısı karşısında meşru müdafaa hakkını kullanma hakkına sahiptir. Dolayısıyla işgal bir kere gerçekleştikten sonra, işgali sona erdirmeyi ve kendi kaderini tayin etmeyi amaçlayan kurtuluş mücadelesi karşısında işgalcinin meşru müdafaa hakkı yoktur.

İsrail, en azından 1967'den bu yana hukuki ve pratik olarak işgalcidir. Dolayısıyla o tarihten bu yana Batı Şeria ve Gazze Şeridi halkından kaynaklanan gerçek veya algılanan tehditler karşısında İsrail'in meşru müdafaa hakkı mevcut değildir. Bu İsrail'in kendisini koruyamayacağı anlamına gelmiyor. Ancak bu, İsrail'in kullanabileceği savunma tedbirlerinin askerileştirilmiş savaş biçiminde olamayacağı anlamına geliyor. İşgal altında savaşa başvurmak uluslararası hukukun ihlalidir. Bu nedenle Erakat iki sonuca varıyor: (i) İsrail'in Filistin Toprakları'nda devam eden işgali, Filistin halkına ve direnişine ulusal bir kurtuluş hareketi statüsü vermektedir; ve (ii) İsrail'in meşru müdafaa hakkı iddiasının uluslararası hukuk kapsamında herhangi bir hukuki veya fiili dayanağı yoktur.

Daha sonra literatürdeki daha geniş tartışmalar hakkında daha fazla bilgi edinmek için araştırmamı genişlettim. Devlet dışı aktörlerin saldırılarına yanıt olarak meşru müdafaa hakkının kullanılıp kullanılamayacağına odaklanan çalışmaların sayısında 2002 yılından itibaren belirgin bir artış gözleniyor. 2001'deki El Kaide saldırılarına yanıt olarak ABD'nin Afganistan'daki operasyonları göz önüne alındığında bu beklenen bir durumdur. Bazı akademisyenler, meşru müdafaa hakkının devlet dışı aktörlere karşı askeri operasyonlar düzenlemek için kullanılmasını devlet uygulamalarındaki kümülatif değişimin kanıtı olarak yorumluyorlar. Bu da sonuçta uluslararası hukukta uyumlu bir değişime yol açabilir (örneğin, Van Steenberghe, 2010). Ancak yasal bir değişiklik olmadı; ve uygulama şu ana kadar hukuki normdan ziyade fiili olarak kaldı.

İşgalci bir gücün meşru müdafaa hakkını kullanmasına ilişkin yasal dayanağın eksikliği daha da belirgindir. Örneğin İsrail, 2003 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada, işgal altındaki Batı Şeria'da inşa ettiği 'güvenlik duvarları'nı, 'terörist saldırılara karşı meşru müdafaa' hakkını öne sürerek savundu. Uluslararası Adalet Divanı (UAD) bunu 9 Temmuz 2004 tarihli tavsiye niteliğindeki görüşünde değerlendirdi. Mahkeme, meşru müdafaa hakkının yalnızca bir devletin başka bir devlete silahlı saldırıda bulunması durumunda ileri sürülebileceğini belirtti. Mahkeme ayrıca İsrail'in İşgal Altındaki Filistin Bölgesi'nde kontrol uyguladığını ve algılanan veya gerçek tehdidin bu bölgenin dışından değil içinden kaynaklandığının iddia edildiğini kaydetti. Bu nedenle, İsrail hiçbir durumda BM Şartı'nın 51. maddesi kapsamındaki meşru müdafaa hakkını kullanamaz sonucuna vardı.

Çoğu uluslararası hukuk uzmanı mahkemenin kararına katılma eğilimindedir. Örneğin, Scobbie (2005) iki soru sormaktadır: (1) UAD, BM sözleşmesinin 51. Maddesi kapsamındaki meşru müdafaa hakkının işgal altındaki Filistin topraklarında duvar inşasını haklı çıkarmak için ileri sürülemeyeceği yönündeki vardığı sonuçta haklı mıydı? ? (2) UAD'nin 51. Maddenin esas içeriğine yönelik yaklaşımı yargısal işlevinin uygun bir şekilde yerine getirilmesi miydi? Iain Scobbie, sözü hiç evirip çevirmeden, UAD'nin kararının sağlam temellere dayandığı ve Mahkeme'nin adli işlevini gerektiği gibi yerine getirdiği sonucuna varıyor.

Benzer şekilde Shandi (2010), İsrail'in Gazze Şeridi'ndeki Filistin halkına karşı meşru müdafaa hakkı iddiasında bulunmak için hiçbir yasal dayanağı olmadığını ileri sürmektedir. Çünkü İsrail, kara, deniz sınırları ve hava sahasında halen etkin bir kontrole sahip olduğundan hem hukuki hem de fıli olarak Gazze'de hâlâ işgalci bir güç konumundadır. Sahadaki bu gerçek göz önüne alındığında, meşru müdafaa hakkı İsrail'in Gazze'deki işgalini ve hakimiyetini sürdürmenin bir aracı haline gelmektedir. Yousef Shandi, İsrail'in iddia ettiği meşru müdafaa hakkının Filistin'de geçerli olmadığını belirten yukarıda bahsedilen UAD'nin görüşüne atıfta bulunarak sözlerini bitiriyor.

Erakat (2009) meşru müdafaa iddiasını bu konuyla ilgili uluslararası hukukta birbirine rakip iki yaklaşıma göre değerlendirmekte ve İsrail'in meşru müdafaa hakkına sahip olmadığına hükmetmektedir: BM Sözleşmesi’nin özüne uygun kısıtlayıcı yaklaşım ve BM sözleşmesini uluslararası geleneksel hukukun tamamlayıcısı olarak dikkate alan daha geniş yaklaşım. Erakat İsrail'in meşru müdafaa hakkının hiçbir yaklaşım altında desteklenemeyeceğini kanıtlıyor. "Cömert" davranıp 2008'de Gazze'ye yapılan saldırının meşru müdafaa olarak nitelendirilebileceğini varsaysak bile, İsrail'in orantısız güç kullanması, bunu uluslararası insani hukuk açısından zaten hükümsüz kılmaktadır.

İsrail'in 2008'de Gazze'ye saldırısı yalnızca kısasa kısas hukukunda meşru müdafaa olarak haklı gösterilebilir. Ne varki, bu ‘hukuk rejimi’nde standartlar özneldir – yani her devletin kendi meşru müdafaası için neyin gerekli olduğuna karar vermesi o devlete bırakılmıştır. Erakat (2009) böyle bir ‘hukuk rejimi’nin meşru müdafaa konusundaki mevcut yasal standartları yıkmakla kalmayıp, kendi kendine standart koyan ulus devletleri kendi kendilerini yok etmenin eşiğine getirebileceğine dikkat çekmektedir.

Tartışmada benzer sonuçlara ulaşan başka çalışmalar da buldum. Örneğin, Capaldo (2007) 2006'daki İsrail-Hizbullah çatışmasını ele alıyor. Hizbullah'ın eylemleri “kümülatif etkiye” sahip olsa bile, bu eylemlerin bir “devlete” atfedilemeyeceğini, dolayısıyla İsrail’in Hizbullah’a yönelik askeri operasyonlarının BM Sözleşmesi’nin 51. Maddesine dayandırılamayacağını gösteriyor.

Diğer üç kaynak, İsrail'in 2014'teki Gazze saldırısının ardından İsrail'in sözde meşru müdafaa hakkı ile Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını birlikte değerlendiriyor. Bunlardan John Dugard, 2014'te Gazze'ye yapılan operasyonun bir meşru müdafaa eylemi olmadığını; bunun yerine işgali sürdürmeyi amaçlayan “işgalci bir gücün eylemi olarak” görülmesi gerektiğini belirtiyor. Ayrıca “İsrail mağdur değil. Gayri meşru işgalini sürdürmek için güç kullanan işgalci güçtür.” Bu görüş, "sömürge yönetimi veya yabancı işgali altında yaşayan insanların işgale direnme hakkına sahip olduğu" ve "İsrail'in eylemlerinin, işgalini sürdürmek için güç kullanan işgalci bir gücün eylemleri olduğu" sonucuna varan Filistin hakkındaki Russell Mahkemesi'nin (2014) bulgularında da yansımaktadır.

Rais (2015), işgalci bir devletin kullandığı gücün vatandaşlarını korumak amacıyla mı yoksa işgal altındaki halkın kendi kaderini tayin etme mücadelesini bastırmak amacıyla mı kullanıldığına karar vermeyi zorlaştıran bir hukuki boşluk olduğuna dikkat çekiyor. Bu boşluk, duruma göre değişen olgusal saptamalar gerektirmektedir. Gerekli testleri uygulayan Rais, İsrail'in 2014'te Gazze'ye yönelik askeri saldırılarının İsraillileri savunmaktan ziyade işgali savunma amaçlı olduğu sonucuna varmaktadır.

Yukarıda özetlenen hukuki analiz bulguları, İsrail'in Filistin'in kendi kaderini tayin etme mücadelesine yönelik tekrarlanan askeri saldırılarının uluslararası hukuka göre yasa dışı olduğunu açıkça göstermektedir. Bu hukuka aykırılık, hem BM Sözleşmesi’nin 51. Maddesindeki meşru müdafaa hakkının katı tanımı kapsamında; hem de BM sözleşmesini uluslararası geleneksel hukukun tamamlayıcısı olarak gören daha geniş tanımın ışığında açıktır. Ancak yukarıdaki analiz aynı zamanda İsrail'in meşru müdafaa hakkını kötüye kullanmasına ve aynı zamanda Filistin Toprakları'nı işgaline nasıl son verileceği sorusunu da akla getiriyor. Bu soruyu, Erakat (2009, 2012) ve Hajjar'dan (2012)’ın calışmalarına atıfla, aşagıdaki bölümde ele alacağım.

İSRAİL'İN ULUSLARARASI HUKUK İHLALLERİNİ VE FİLİSTİN'İ İŞGALİNİ DURDURMAK

Hem Erakat (2009; 2012) hem de Hajjar (2012), uluslararası hukukun uygulanabilirliğinin büyük ölçüde devletin gönüllü rızasına bağlı olduğunu ve bu rızanın ancak devlet davranışını değiştirecek yeterince güçlü kısıtlamaların olması durumunda ortaya çıkabileceğini hatırlatmaktadır. Ne yazık ki İsrail'in uluslararası hukuka uymasını sağlayacak baskı ve kısıtlamalar ya eksik ya da çok zayıf. Dolayısıyla İsrail 1967'den bu yana uluslararası hukuku ihlal edebilmektedir.

İsrail, Filistin’le çatışmanın İşgal Yasasından, özellikle de Savaş Zamanında Sivil Kişilerin Korunmasına İlişkin Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nden muaf olan “nevi şahsına münhasır” bir durum olduğunu iddia etmekte; bu iddia temelinde uluslararası hukuku ihlal etmeye devam etmektedir. İddianın iki gerekçesi var. Birincisi, Filistin Toprakları'nın işgal sırasında egemen bir devlet teşkil etmemesidir. İkincisi ise, İsrail'in uluslararası hukuk anlamında Filistin topraklarını basitçe yönetiyor olması, yani Israil’in işgalci bir güç olmaması.

Hajjar (2012) İsrail'in yaklaşımını “nevi şahsına münhasır saçmalık” olarak tanımlıyor çünkü İsrail'in öne sürdüğü meşru müdafaa hakkı, İsrail'in işgalden önce bile var olmadığını iddia ettiği egemen bir Filistin devletinin varlığını varsayıyor! Ayrıca, İsrail'in yalnızca Filistin Topraklarını yönettiği iddiası, BM Güvenlik Konseyi, Uluslararası Adalet Divanı ve BM Genel Kurulu tarafından İsrail'in Filistin'i işgalini doğrulayan birçok kararla çelişiyor. Dahası, BM Irk Ayrımcılığının Ortadan Kaldırılması Komitesi 2012 oturumunda onlarca yıldır süren işgal ve baskının bir Apartheid rejimi oluşturduğunü belirtmektedir. Yani İsrail’in yalnızca Filistin topraklarını idare ettiğini kabul etsek bile, bu yönetim Apartheid suçu işlemekte, dolayısıyla İsrail’in Filistin halkına karşı meşru müdafaa hakkı ortadan kalmaktadır.

İşgalin devam ettiği göz önüne alındığında, Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkının elde edilmesi uluslararası bir hukuk meselesidir ve bu nedenle aynı zamanda uluslararası bir konudur. İsrail işgalinin yarattığı zararlara ve Filistinlilerin yaşamlarını yok etmesine karşı, uluslararası hukuk elbette yeterli bir çare olamaz. Bu nedenle Filistinliler siyasi, diplomatik veya askeri yollarla kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahiptirler. Ancak uluslararası hukuk, sahadaki gerçeklerin değerlendirilebileceği ve İsrail'in onlarca yıldır gerçekleştirdiği ihlallerin hesabını vermeye zorlanabileceği bir standart olarak önemlidir. Basitçe söylemek gerekirse, uluslararası hukuk, Filistin halkının kendi kaderini tayin etme hakkı ve insan olmaktan kaynaklanan diğer tüm hakları için bir referans noktası sağlar.

Bu nedenle, Hajjar'ın (2012) belirttiği gibi, "uluslararası hukukun talep ettiği veya izin verdiği" ile İsrail'in 1967'den bu yana Filistinliler karşısında "yaptığı ve hakkı olarak iddia ettiği" arasındaki uçurumu vurgulamak gibi bir görevimiz var. Bu uçurumu belgelemek ve eleştirmek, oluşturulması için büyük mücadeleler verilen insani normlara ve insan haklarına saygı göstermenin bir yoludur. Bu çok önemlidir çünkü uluslararası hukuk, ona en çok ihtiyaç duyanların hayatları açısından önemlidir.

Bir diğer görev ise uluslararası hukuku, onu dikkate almayan ve ihlal edenlerin eylem ve kararları açısından da önemli kılmaktır. Bu yönde atılacak adımlardan biri, Batılı hükümetlerin İsrail'in var olmayan meşru müdafaa hakkına verdiği sürekli desteğe meydan okumaktır. Bu destek, İsrail’in uluslararası insancıl hukuku ihlallerinin sorumluluğundan kurtulmasını ve aynı zamanda işgali sürdürmesini sağlıyor. Bir diğer adım ise İsrail'in uluslararası hukuku, devletlerin kendi isteklerine göre davranmasına olanak verecek şekilde çarpıtma girişimlerine karşı harekete geçmek. Bu, uluslararası hukuk düzenine yönelik büyük bir tehdittir. Bu aynı zamanda şiddet kullanma tekeline sahip kendi devletine ve diğer devletlere karşı korunmaya muhtaç sivil vatandaşların haklarına ve yaşamlarına yönelik büyük bir tehdittir.

İsrail'in Gazze'de yaşamı yok etmesi, güçlü müttefiklerinin desteğiyle uluslararası hukuku hiçe sayması insanlığın karşı karşıya olduğu tehlikenin ciddi bir hatırlatıcısıdır. Erakat'ın (2012) belirttiği gibi, bu tehlikeye ve gelecekte ortaya çıkması muhtemel olanlara direnme sorumluluğu, hükümetlerini uluslararası hukuka uyma ve uygulama konusunda etkileyebilen vatandaşlar, örgütler ve kitle hareketleri olarak omuzlarımızdadır. Devlet davranışını değiştirmek için siyasi seferberliğin alternatifi yoktur.

Bu makaleyi iyimser bir notla bitirmek istiyorum. Dünyanın birçok ülkesinde, milyonlarca insan Filistinlilerle dayanışma gösterileri yapmakta ve ve İsrail'in soykırım saldırısını destekleyen veya bu soykırımı engelleme görevlerini yerine getirmeyen kendi hükümetlerine ve diğer hükümetlere karşı duydukları tiksintiyi dile getirmektedir. Bu protestolardan cesaret almak için iyi nedenlerimiz var. Bu kitle hareketi çok değerlidir; ancak soykırım suçu işleyen Israil devletinin ve suça ortak olan ABD’nin vatandaşlarından kaynaklandığı zaman özellikle değerlidir.

*Ekonomi ve Kurumlar Profesörü Greenwich Üniversitesi


KAYNAKÇA:

 

Capaldo, G. Z. (2007). Providing a Right of Self-Defense Against Large Scale Attacks by Irregular Forces: The Israeli-Hezbollah Conflict (Düzensiz Güçlerin Büyük Ölçekli Saldırılarına Karşı Meşru Müdafaa Hakkının Sağlanması: İsrail-Hizbullah Çatışması). Harvard International Law Journal Online48, 101-112.

Erakat, N. (2009). Operation Cast Lead: The Elusive Quest for Self Defense under International Law (Dökme Kurşun Operasyonu: Uluslararası Hukuka Göre Meşru Savunma Arayışları). Rutgers Law Record, 36, 164-185.

Erakat, N. (2012). No, Israel does not have the right to self-defense in international law against occupied Palestinian territory (Hayır, İsrail'in işgal altındaki Filistin topraklarına karşı uluslararası hukukta meşru müdafaa hakkı yoktur). Jadaliyya. https://www.jadaliyya.com/Details/27551

Hajjar, L. (2014). Is Gaza Still Occupied and Why Does It Matter? (Gazze Hala İşgal Altında mı ve Bu Neden Önemlidir?). Jadaliyya, July14. https://www.jadaliyya.com/Details/27557/Is-Gaza-Still-Occupied-and-Why-Does-It-Matter

Rais, Wahija. (2015). Defending Israelis or suppressing Palestinian self-determination? An analysis of operation Protective Edge using the two-factor test (İsraillileri savunmak mı yoksa Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkını engellemek mi? İki faktörlü test kullanılarak Koruyucu Kenar işleminin analizi0. FIU Law Review, 11(1), 255-288.

Russel Mahkemesi (2014). Russell Tribunal on Palestine Emergency Session on Gaza 30 (Russell Mahkemesi'nin Gazze'deki Filistin Acil Oturumu 30), RUSSELL TRIBUNAL ON PALESTINE (Sept. 24, 2014), www.russelltribunalonpalestine.com/en/wp-content/uploads/2014/09/TRPConcl.-Gaza-EN.pdf.

Scobbie, I. (2005).. Words my Mother never taught me—“In defense of the International Court”. (Annemin bana asla öğretmediği sözler: “Uluslararası Mahkemeyi savunmak”).  American Journal of International Law99(1), 76-88.

Shandi, Y. (2010). Israel's Claim of the Legitimate Right of Self Defence regarding the Gaza Strip in Light of International Law-A Palestinian Lawyer's Position (Uluslararası Hukuk Işığında İsrail'in Gazze Şeridi'ne İlişkin Meşru Savunma Hakkı İddiası-Filistinli Bir Avukatın Pozisyonu). Journal of East Asia and International Law, 3(2), 387-406.

Van Steenberghe, R. (2010). Self-Defence in Response to Attacks by Non-state Actors in the Light of Recent State Practice: A Step Forward? (Son Dönemdeki Devlet Uygulamaları Işığında Devlet Dışı Aktörlerin Saldırılarına Karşı Meşru Savunma: Bir Adım İleri mi?). Leiden Journal of International Law23(1), 183-208.