Işık hep Doğu’da kalsaydı!

Maden çağları; küreselleşme kavramının başladığı, sanat ve zanaat üretiminde çeşitliliğin, estetiğin zirveye çıktığı zaman dilimleridir. Bunların hepsine ev sahipliğini Yakındoğu coğrafyası yapmıştır.

Skamendros İle Akhilleus’un Mücadelesi, Auguste Couder, Louvre, Paris.
Google Haberlere Abone ol

Selim Martin*

Hıristiyan kesiş Joannis Cassiani’nin deyimiyle; “Ex Oriente Lux” (Işık Doğudan Yükselir)… Bu sayıdaki söylencemizi anlatmaya; kültürel anlamda “uzun bir süreci” anlatan bu sözün, gerçekleri nasıl yansıttığına değinerek başlayalım. 

Günümüzden yaklaşık 26 bin yıl önce Son Buzul Doruğu ile birlikte havaların gittikçe ısınması, mağara ve kaya sığınaklarında yaşayan insan topluluklarını dışarıya itmiş, açık alanda yeni bir yaşam biçiminin gelişmesine olanak tanıyan bir iklim değişikliği ortaya çıkmıştı. Yakındoğu coğrafyasında Levant kıyı şeridi ve Mezopotamya bölgesi, bu iklim değişikliği sürecini en olumlu şekilde geçirmiş ve yaklaşık 10 bin yıl boyunca açık alanda edindiği tecrübesini nihayetinde Neolitik Devrim olarak adlandırılan tam yerleşik köyleri kurarak tamamlamıştı. İnsanlığın en önemli devrimi olarak kabul edilen yerleşik yaşam; adaptasyon sürecini tersine çevirmiş, yüzbinlerce yıldır doğaya uyum sağlamaya çalışan insanların artık doğayı kendi isteklerine göre şekillendirmelerine olanak vermişti. 

Levant- Epipaleolitik şaman mezarı.

Taş, kerpiç ve ahşap konut mimarisi, kamusal yapı ve alanlar, hiyerarşi, kültüre alınmış bitki ve besi hayvanları, düzenli ticaret, maden kullanımı, seramiğin icadı ve savunma yapıları bu ilk yerleşik toplulukların icat edip geliştirdikleri, günümüz dünyasına giden yolun ilk ve en önemli köşe taşlarını oluşturuyordu. Bakır bu dönemde, kullanılan hammaddelerin içerisine katılmış ve kısa süre sonra maden çağlarının başlamasına ön ayak olmuştu.

Maden çağları; küreselleşme kavramının başladığı, insanlığın en hızlı gelişim gösterdiği, aynı zamanda en karışık ve düşmanca süreçleri barındıran, bunlarla birlikte sanat ve zanaat üretiminde çeşitliliğin, estetiğin ve ihtişamın zirveye çıktığı zaman dilimleridir ve bunların hepsine ev sahipliğini Yakındoğu coğrafyası yapmıştır.

Neolitik Çağ’dan bakır boncuk-Çayönü

'YAZI, ORTAYA ÇIKARKEN'

İlk olarak Bakır Çağ’ında yaşam tümüyle değişmiş; şeften krala, köyden kente, ritüelden dine, besinden artı ürüne her şey yenilenmiş, nihayetinde insanlığın ikinci önemli icadı “yazı” ortaya çıkarken yeni bir çağın kapısını aralamıştı.

İşte bu yeni çağda, yumuşak bir maden olan bakır, gelişen dünyanın tüm isteklerini karşılamakta zorlanınca içine arsenik veya kalay eklenerek sert ve oldukça parlak Tunç (Bronz) elde edilmiştir. Çağa adını verecek, metalürji alanındaki bu teknik gelişmeler, gümüş ve altın gibi başka madenlerin de işlenerek kap-kacaktan silaha, takıdan sanata birçok alanda kullanımının da önünü açacaktır.

Kalkolitik Çağ şef mühürleri, Kahramanmaraş Domuztepe Höyüğü.

Tunç Çağ’ının görkemli imparatorluğu Hititler’in demir-karbon karışımı olan çeliği icat etmeleri ve demir cevherini arıtmalarıyla dövme demiri elde etmeleri, MÖ 2. binin ikinci yarısında demirin, Yakındoğu’nun en değerli madenleri arasında yer almasını sağlamıştır. Doğada bol miktarda bulunan, tunca göre yapısı daha sert ancak işlenmesi daha kolay ve daha az maliyetle üretilen demir, bu üstün özellikleriyle alet ve silah yapımında giderek tuncun yerini alacak ve maden çağlarının sonuncusuna adını verecektir. 

Doğu’dan batıya ilerleyen madencilik faaliyetlerinin, Mezopotamya mitlerinde aldığı yerin de en az madenin kendisi kadar önemli olduğunu biliyor musunuz? Dedik ya Işık Doğu’dan Yükselir diye; Mezopotamyalıların bu kıymetli gelişmeye, bu zenginliğe biçtiği rol, gerçek bir kültür göstergesi olarak tarihte yerini almıştır.

ATEŞİN VE DEMİRİN TANRISI

Sümer Mitolojisi’nde ateş, ışık, fırın, kireç ve demir madenlerinin hamisi kabul edilen Gibil, ateşin ve demirhanelerin tanrısı olarak metalürji bilgeliğine sahip olduğuna inanılan ve aynı zamanda Ea, Marduk ve Šamaš gibi tanrılarla birlikte sıkça arınma ritüellerine çağrılan önemli bir karakterdir. Bunlar elbette ateşin koruyucusu olan demirci bir tanrıdan beklenen özelliklerdir ancak tanrının asıl önemi onu niteleyen diğer sıfatlarda gizlidir.

Babil mitlerinde adı Girru’ya dönüşen Gibil, silahların keskinliğinin koruyucusu, sınırsız bilgeliğe sahip ve tanrıların tümünün kavrayamayacağı kadar geniş zihinlidir. Ateşin yanında, adalet ve muhakeme tanrısıdır. Tanrıların doğru ile yanlışı ayırt etme, onların arasındaki farkı ortaya koyma yetisini Gibil’e verdiği düşünülmektedir. Bunlarla birlikte, tanrılar panteonunda, insanların kendi aralarında koymuş oldukları ve uyguladıkları hükümleri -tanrılar adına- araştırmak da Gibil’in görevidir. İşte Mezopotamyalılar açıkça; insanın hayatını kolaylaştıran aletlerin, takıların süslerin-tüm güzelliklerin yapımında gerekli olan ve insanı zenginleştiren madenlerin kıymetini ve ateşin hünerini, muhakeme yeteneği, kanun ve adalet ile eş tutmuşlar, birini yönetene diğerini de rahatlıkla emanet etmişlerdir. Yerin altından bu kıymetleri çıkartanlar, bu emeğin sahipleri, o kadar meziyetli olmalılardı ki, geniş zihinleri ile yerin üstündeki kuralları, düzeni ve adaleti korumalıydılar. Şimdi üzülerek eklemem lazım, sanırım “madenci emeği” bir daha hiç bu kadar değer görmeyecek.

Sümer Tanrısı olarak ortaya çıkan ve Mezopotamya’da Seleukos dönemine kadar binlerce yıl boyunca ibadet edilen bu kudretli tanrının, yıkıcı ateş potansiyeli nedeniyle çok korkulan bir karakter olduğunu ve başta tarlaların yakılması gibi cezalandırıcı öykülerde ve gerektiğinde önüne çıkan her şeyi hatta nehirleri bile kavurmaya başladığı ürkütücü mitlerde başrolü oynadığı unutulmamalıdır.

Nehirleri kavurmak derken; demirci/madenci tanrıların en popüler olanına, tam da bir nehri kavururken merhaba diyelim ister misiniz? O halde buyurun Troya savaşına.

Skamendros, yani bizim Çanakkalelilerin Karamenderes nehri, Olymposluların da Ksanthos dediği ırmak, biraz öfkeli. Akhalar ordugahını kıyılarına kurmuş, hemşerisi Troyalıları öldürüp duruyor, hele içlerinde bir deli oğlan var, Akhilleus; aldığı canlara doymak bilmiyor. Bu da yetmezmiş gibi, Skamendros ne zaman taşıp savaşı durdurmaya yeltense, tanrılardan biri işine karışıyor. En son öfkeden dalgalanıp köpürmeye başladığında bu sefer sinsi Hera indi yeryüzüne, indi inmesine ama bizim nehrin gözü dönmüş artık, tanımıyor kimseyi. İşte bir dalga, bir dalga daha, anafor üstüne anafor, niyetli bu sefer; suladığı verimli topraklarda can alan düşmanların hepsini yutacak. İster âdemoğlu olsun ister Olymposlu:

Bir çığlık attı Hera, ödü kopmuştu,
alıp götürecek diye onu derin anaforlu ırmak.
O saat seslendi Hephaistos’a, sevgili oğluna:
“Kalk, topal oğlum benim, kalk,
sana denk bir düşman sayarım anaforlu Ksanthos’u,
hadi yetiş imdada, bir kocaman alev ışıldat.
Git, Ksanthos’un kıyılarında ağaçları yak,
Ksanthos’u da ver ateşe,

Böyle dedi, Hephaistos da şaşılacak bir ateş hazırladı…

Hiçbir ırmak, hele de bizim Karamenderes, korkar mı yahu ateşten? Korkar ya, o ateş yeraltı madenlerinin alevinden geliyorsa öyle bir korkar ki, ağzından kendini yüzlerce yıl utandıracak cümleler kolaylıkla çıkar:

… tekmil ova öyle kurudu, ateş, yaktı ölüleri,
sonra da ışıldayan alevini çevirdi ırmağa doğru.
Gürgenler, söğütler, demirhindiler yanıyor,
ırmağın güzel suları boyunca uzanan
nilüferler, kamışlar, mazılar yanıyordu.
Yılanbalıklarıyla öbür balıklar sıkıntıdaydılar,
anaforların, güzelim su akıntılarının içinde
atıldılar bir o yana, bir bu yana,
dayanamadılar çok hünerli Hephaistos’un nefesine.
Kabarcıklar fışkırıyordu güzel sularından,
büyük bir ateşte nasıl kaynarsa bir kazan,
işte Ksanthos’un güzel suları da, ateşin altında,
yalım yalım öyle yanıyor, kaynıyordu.
Ksanthos akamaz olmuş, durmuştu,
Gücü yanan ırmak konuştu, diller döktü:
“Seninle, Hephaistos, boy ölçüşecek tanrı yok,
savaşamam senin yalım yalım ateşinle”…
(Homeros, İliada.)

İşte büyük ozan Homeros’un, madenlerin demirci tanrısına biçtiği rol; dinlemesi ne güzel, düşünmesi ne ürkütücü. Sırf bu öykü kalsaydı Helen kültüründen günümüze, Sümer söylencelerinden bu yana ateşin korkutuculuğunun hiç değişmediğini söyleyebilirdik. Hatta Etna yanardağının patlaması ile ortaya çıkan o korkunç ateş gücünden adını alan Roma mitlerinin madenci tanrısı Vulcanos’a kadar aynı hikayeyi çağlar boyu sürdürebilirdik. Ancak Helenlerin ünlü ozanları sözü bir alıyor bir diğerine bırakıyor ve anlatmaya devam ediyorlar Hephaistos’un hünerlerini, bir de başına gelenler ile başından geçenleri.

HEPHAİSTOS’UN HÜNERLİ ELLERİ

Hephaistos yeraltının madenlerini çıkarmakla kalmaz, bir de güzelce işler. Olympos tanrılarının tunçtan ve altından sarayları, ademoğlunun nesilden nesile aktardığı yönetici asaları, Apollon’un kalkanı, Akhilleus’un zırhı ve silahları gibi Helen söylencelerinde geçen onlarca kıymetli sanat ve zanaat eseri hep onun elinden çıkmıştır. Hatta hem Homeros hem de bazı geç yazarlar, kendisine madencilik ve demircilikte yardım eden metalden yapılma kadın robotlar ile tanrıların şölenlerinde kendi kendine hareket eden altın tekerlekli ve üç ayaklı masaları icat ettiğinden bile bahsederler. Tanrının elleri hünerli demek, pek güzel. Ama biz bırakalım bu parlak metaller ile bilimkurgu icatları, önce tanrının içine; içinde yanan ateşe bir bakalım, sonra da dışına; diğerlerinin ona nasıl baktığına göz atalım. 

Hephaistos ve Thetis. Pompeii’den Duvar Resmi.

Homeros İlyada’da pek çok güzel söz söylemiş, yüzlerce övgüye yer vermiştir. Ancak belki de bu dizelerin en güzellerini, Hephaistos’un Akhilleus için yaptığı kalkana çizdiği resimlerde yer alanları anlatırken dile getirmiştir. Ozan; kendi içindekileri mi, demirci tanrının içindekileri mi söze döktü bilinmez. Ama işte size bir yanda barış diğer yanda savaş.

“... Sonra da hiçbir mızrağın delemeyeceği, kat kat çelikten bir kalkan dövdü. Onun üstüne de ressamlara bile parmak ısırtacak renk renk desenler, resimler işlemeye başladı. Kalkanın sol köşesine de iki güzel kentteki insanların yaşamlarını betimleyen sahneler resimleyip dövdü...

Bu kentlerden biri; şen şakrak düğünler, şölenler içindeydi... Çıra ışığında evlerinden alınıp ağır ağır gezdirilen gelinler vardı sokaklarda.

Gitar, flüt sesleri eşliğinde, hasret yüklü kavuşma türküleri geliyordu dört bir yandan... Delikanlılar el ele tutuşmuş, ayaklarını yerlere vura vura oyunlar oynuyor, halaylar çekiyorlardı. Ve meydanın az ötesindeki genç kızlar da süzgün bakışlı gözleriyle onları izliyor ve ellerini bir uyum içinde birbirine vura vura şaklatıyorlardı...

Ama ikinci kentin surları önünde, birbirine hasım iki ordu pusuya yatmış, öylece bekliyordu... Erlerin silahları pırıl pırıl yanıyordu dolunayın altında.

Bu iki hasım ordu; ya kentin varını yoğunu ikiye bölüp barışacaklar ya da içindeki masum çocuklarla, analarla, yaşlılarla birlikte baştan sona yıkıp yakacaklardı”...

En büyük hünerlerini silahlarda gösteren Hephaistos’un aslında içinden barış türküleri söylediğini görmek beni şaşırtmıyor. Tanrıların arasında emeği ile bir şeyler üretebilen tek karakterin barıştan yana olması medeni dünyanın “diyalektik” bizlerin de “eşyanın tabiatı gereği” dediği şey. Üretenler her zaman savaşın gerçek yüzünü görmekte, üretmeyenlerden daha başarılıdır. 

NEDEN TOPAL TANRI?

Peki, bu hünerli tanrımıza diğerleri nasıl bakıyorlardı? Asya kıtasında yer alan hemen her eski kültüre ait söylencelerde, hatta Mısır mitlerinde bile fiziksel bir engelin söz konusu olması nadirdir. İnsanlar arasında geçen az sayıdaki öyküde; fiziksel bir engel tam manasıyla bir engel olarak karşımıza çıkar. Mesela veliaht savaşta bir kolunu kaybederse engelinden dolayı tahttan düşer. Fakat o eğer dürüst, ahlaklı, tanrılara iman eden yani “doğru” kişi ise, tahtı kaptırdığı rakibi de cimri, beceriksiz ve imansız yani “kötü” kişi olursa olay tanrısal veya büyüsel bir şekilde engelin iyileştirilip yok edilmesiyle sonuçlanır. Yani engelin gerçek anlamda ortadan kalkması lazımdır. İş tanrılar dünyasına gelince; adı üstünde tanrı ve tanrıçalar, kendilerinden beklendiği gibi, kusursuz varlıklardır. Herhangi bir engelleri olmaz, olamaz. Bu konudaki nadir örnekler de aynı insanların öykülerindeki gibi engelin tılsım/büyü/tanrısal güç yoluyla ortadan kaldırılmasıyla sonuçlanır. Mısır mitolojisindeki Horus’un gözü söylencesi bu konuya en güzel örneklerden birisidir. Şimdi bu bilgiler ışığında Hephaistos’un topal bir tanrı olması ne demek oluyor? Helenler; hayatın her alanında olması gerektiği gibi, tanrıların arasında da engelli bireylerin olması gerektiğini savunan, modern, medeni bir toplum muydu? Üzgünüm sevgili okuyucu. Değildi. Başta Hephaistos’un sırf çirkinliğinden dolayı Olympos’tan aşağı atılması öyküleri, diğer yanda topallığından ötürü onunla sürekli dalga geçen tanrılar, hatta karısı Aphrodite’nin bile sırf bu yüzden onu çirkin bulup, savaş tanrısı Ares ile birlikte olması, Helen kültüründe fiziksel engelin, gülünç, utanç verici ve zayıflık sayılan bir durum olduğunun göstergesidir. İçinden çıkılmaz, sadece kendisinin çözebileceği bir durum yaratsa bile, ona saygıyla yaklaşılıp yeteneğini göstermesi istenmez, sarhoş edilir, gülünç durumlara sokulur sonra sorunu çözmesi sağlanırdı. Düğün ve cenazelere, hatta savaşlara bile tüm tanrılar eşleri veya aileleri ile katılırken, Hephaistos yalnız, karısı Aphrodite ise aşığı Ares ile birlikte katılıyordu. Dışlandığını daha iyi ne anlatabilir? Peki sırf dalga geçmek için mi bu tanrıyı içlerine aldılar derseniz; görüldüğü üzere, Hephaistos’un yalnız yeteneğini sergilerken veya işe yararken tahammül edilen bir karakter olarak pantheonda yer aldığı söylenebilir. Metal ustası bu tanrının sakatlığından dolayı sekerek yürüyüşünün, Batı Afrika’dan İskandinavya’ya uzanan birçok bölgede, ilkel çağlardaki demir ustalarının kaçarak düşman kabilelerine katılmalarını önlemek amacıyla kasten sakat bırakılmalarına ne kadar benzediğini söylesem, sanırım durumu daha net anlatmış olurum. 

Hephaistos’un Dönüşü. Siyah Figürlü Hydria, MÖ 530, Viyana Sanat Tarihi Müzesi.

Şimdi, kıymetli madenlerin ve onlardan yola çıkarak oluşturulan söylencelerin ışığında, günümüzde kendimize, madencilerin öldüğü, yakınlarının tekme yiyip mahkemelerde dava konusu olduğu, Emile Zola’nın Germinal romanında tarif ettiği gibi “Batı’nın Ahlaksızlığı” öykülerini örnek almayalım derim. Bu toprakların Demirci Kawa’sı var. Bu toprakların her şeye rağmen içinde yaşamı savunan Hephaistos’u var.

Manisa kralı Tantalos aynı zamanda tanrıların sofrasında çeşnicibaşı olarak görev yapıyordu. Onların sofrasına gire çıka kendini tanrılarla eş tutmaya, yemeklerinden yemeye, konuştuklarını insanların arasına taşımaya başlamıştı. Gel zaman git zaman, tanrıları akılsız, kendini de onlardan üstün görmeye başladı. Bunlar dedi ben ne versem yerler, önlerine gelen yemeği anlayamazlar. Kesti oğlu Pelops’u, pişirip yemek diye çıkardı tanrıların önüne. Olympos’ta bir akşam yemeği; tüm tanrılar orada, yemek ortaya kondu, Tantalos kapı arkasından sofraya bakıp bıyık altından gülüyor. Bereket tanrıçası Demeter; kızı Persephone yer altına gelin gitti diye çok üzgün, etrafta olan bitenin farkında değil, uzanıp aldığı etli bir kemik parçasını ağzında sıyırıyor. Zeus bir anda her şeyi durduruyor. Önce Tantalos’u sonsuz cezasını çekmek için dünyaya gönderip arkasından sofradaki parçalanıp pişirilmiş Pelops’u yeniden birleştiriyor. Yaşam nefesini üfleyip canlandıracak delikanlıyı ama malum bir parçası eksik. Ancak Madenci tanrı Hephaistos, eksik olan köprücük kemiğini bir fildişini işleyerek tamamlayınca Pelops tekrar hayata dönüyor. Hayat boyu omuzunda bir ışıltıyla yaşayacak bundan sonra…

“Ölüm lambayı üflüyor olsa da madenci yaşatandır.”

*Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü Öğretim Görevlisi