İran’ın 42 yılı: Bir hiç, iki devrim, üç adam (2)

Hatemi’nin, sekiz yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde fikir babası da yönlendiricisi de Rafsancani olmuştu. Artık perde gerisinden nizamın değil ama yürütmenin başındakilerin başındaydı. Rafsancani’nin temsil ettiği reformistler, gelenekselcilerle karşı karşıyaydı her an. Reformistler ile gelenekselci muhafazakârlar arasındaki her itişme, Rafsancani-Hamenei itişmesi olarak algılanıyordu. Doğrusu da buydu.

Google Haberlere Abone ol

Veysel Başçı*

İCP binasında patlatılmış bombanın etkisi geçmeden, 30 Ağustos 1981'de Cumhurbaşkanı Recai ve başbakanlık koltuğunda oturan M. Cevad Bahoner, Yüksek Savunma Konseyi toplantısı sırasında yine bombalı bir suikastın hedefi olmuştular. İCP’nin üst düzey isimleri birer ikişer hayatını kaybediyordu. Aynı yılın ekim ayında yapılan seçimlerde ise cumhurbaşkanlığı koltuğuna ülkenin bugünkü birinci o günkü üçüncü adamı olan Ali Hamanei oturacaktı. Kendisi de daha önce Furkan grubunun silahlı saldırısı sonucu eşi sayesinde yaralı olarak kurtulmuş Rafsancani ise müesses nizamın Nizamül Mülk’ü olarak siyasî arenada boy gösteriyordu artık. Onu Kaçarlar döneminin ıslahatçı sadrazamlarından Emir Kebir ile özdeşleyenlerin sayısı az değildi. Zamanla ülkenin iç ve dış politikalarının belirlenmesinde en önemli siyasi figür haline gelmişti. Savaşın sevk ve idaresi de kendisinden soruluyordu. Siyasetteki etkinliği ve pragmatist kişiliğinin ilk somut icraatı, “Düzenin Yararını Koruma Konseyi” adlı “Meclis” ile “Anayasayı Koruma Konseyi” arasındaki ihtilafları gidermek için tasarlanan konseyin kuruluşuna ön ayak olmaktı. Bu konseyin başlıca görevi, İslam ya da ülkenin çıkarına aykırı bir meselede, ülkenin çıkarını korumaya öncelik vermekti. Yani İslamî doktrin ve ilkeler, milli ve yerli meselelerle çatıştığında, bu ilkeler yasal olarak maslahata kurban edilebilecekti. Mesela, İslam’ın ekonomik çarkları, iki deve yükü hurma, üç şinik arpayla dönemeyeceğine göre, bankacılık sisteminde “haramlığı tartışılır” olsa bile bir faiz sistemine ihtiyaç duyuyordu. İşte bu ve buna benzer ihtiyaçlara cevap, adı geçen konseyin kararıyla alınabilecekti. Konseyin kuruluşu bir anlamda dünyaya İslam'ın emir ve yasaklarının, gerektiğinde ülkenin menfaatine kurban edilebileceğinin de somut ilanıydı.

1988-89 yılları devrim tarihinde önemli kırılmaların olduğu yıllardır. Bu yıllar içerisinde yaşanan en önemli gelişmelerden birisi, İCP’nin, misyonunu tamamladığından artık varlığına gerek duyulmadığı için kapatılmasıdır. Partinin bütün ülkü ve idealleri bütüncül olarak devletin ve kurumların tamamındadır artık. İçerisinde nice tartışmaların, fikir ayrılıklarının ve kanlı olayların yaşandığı parti binasına kilit vurmanın vakti gelmiştir. Partinin kapatılmasını, Rafsancani’nin, Ağustos 1988'de savaşı sona erdiren ateşkesi, İmam Humeyni’ye kabul ettirmesi izlemiştir. İmzaladığı ateşkes için, “zehir kasesi içtim” diyen İmam Humeyni, bu tarihî sözüyle Rafsancani’nin, rejimin Nizamül Mülk’ü olduğunun hakkını da teslim edecektir. Rafsancani’ye göre savaş artık bitirilmelidir çünkü cepheden gelen haberler pek içi açıcı değildir. Savaşın bitirilmesi, yaşı ilerlemiş olan İmam Humeyni’nin Kerbela’dan Kudüs’e gitme hayallerine ket vurmuş olsa da ülkedeki pek çok teknokrata rahat nefes aldırmıştı. Bu arada İmam Humeyni’nin ilerleyen yaşını gören siyasi elitler, kartları yeniden karmak için kolları sıvamış bekler vaziyettedir.

Babasından sonra liderlik hayalleri kuran Ahmed Humeyni, hilafet yüzüğünü parmağına geçirmek istese de babasının, “ailemden hiç kimse aktif siyasette olmamalı” vasiyetiyle siyasetin perde gerisine çekilmek zorunda kalmıştı. Ahmed Humeyni’nin İran yakın tarihinde iz bırakan en önemli icraatı ise babasının ölümden kısa bir süre önce babasının halefi görülen Ayetullah Muntezeri’yi siyaseten saf dışı bırakmasıydı. Zamanla liberalleşmeye meyletmiş ve tesis edilen nizamı eleştirmeye başlamış Muntezeri, damadı Mehdi Haşimi üzerinden üç gün içinde saf dışı bırakılarak siyaseten kenara itilecekti. İki ayaklı siyasi bir komploya kurban giden Muntezeri’yi, ülkenin ikinci adamı konumundaki Rafsancani dahi kurtaramamıştı.

Ali Hamanei

 

Bu arada zehir kasesini başa çalmış İmam Humeyni’nin sağlık durumu da günden güne ağırlaşıyordu. 3 Haziran 1989 yılında hayatını kaybettiğinde İslam Devrimi’nin, siyasi suikastlerden canını kurtarabilmiş öncü kadroları bir gün sonra “Seçkinler Meclisi'nde” yeniden bir araya gelecekti. Ahmed Humeyni, babasının yerinde kendisi olmasa da kendisi gibi “siyah sarığa sahip seyid” bir ismi, Ali Hamanei’yi görmek istiyordu. Bu isteğini de pek çok kez Tahran’ın kuzeyinde yer alan Cemaran’daki babaevinde, kendisini ziyarete gelen Seçkinler Meclisi üyelerine deklare etmişti. Başlıca görevleri arasında ülkenin dini liderini seçmek olan ve tamamı din adamlarından oluşan Seçkinler Meclisi, İmam Humeyni’nin ölümünden sonraki gün toplanacaktı. Dini liderin kim olmasına Cameran’daki o mütevazı evde karar verilmiş olsa da toplanan Seçkinler Meclisi'nde, dini liderlik için iki adayın ismi öne çıkıyordu. Bu iki adaydan biri birkaç gün önce Hüccetül İslam iken bir gecede Ayetullah payesine terfi ettirilmiş Ali Hamanei diğeri ise Ayetullah M. Rıza Gülpeygani idi. Oturum Başkanı Ayetullah Mişkini olsa da yöneteni Rafsancani idi. Ülkenin kaderinin belirleneceği bu oturumunda bazı din adamları İmam Humeyni’nin yerine beş kişiden oluşacak bir konsey önermişti tekrar. Öneriyi destekleyenler arasında Rafsancani ve Hamanei’nin kendisi de vardı. Lakin öneri kabul edilmemişti. İki bin beş yüz yıllık toplum genleri yine devreye giriyordu. Aynı oturumda bazı isimler bir anda İmam Humeyni’nin ölmeden önce, “yerime Hamanei geçerse bundan mutlu olurum” sözünü hatırlayacak, benzer sözleri Rafsancani de teyit edecekti. Nihayet “ayakta” ve “oturanlar" şeklinde yapılan oylamanın sonucunda üçte iki çoğunluğu alan Ayetullah Hamenei ülkenin dini lideri olarak seçilmişti. Onun seçilmesi o günkü oturumda da dillendirildiği üzere, geçiciydi ve referandum şartına bağlanmıştı. Ancak üzerinden otuz iki yıl geçmesine rağmen söz konusu bu referandum bir türlü yapıl(a)mayacaktı. Ülkenin kaderini belirleyen bu oturumu İranlı bazı tarihçi ve siyasi aktivistler, İslam tarihindeki halifenin belirlendiği “Ben-i Sakife” olayına benzetecekti.

Ali Ekber Haşimi Rafsancani

 

Ülkeyi İmam Humeyni döneminde olduğu gibi ikinci adam kalarak yöneteceğini düşünen Rafsancani, Ali Hamanei’nin dini lider seçilmesine itiraz etmemiş aksine önünü açmıştı. Onun liderliğinin protokolle sınırlı kalacağını sanıyordu. Liderlik koltuğuna oturttukları Hamanei’den boşalan Cumhurbaşkanlığı koltuğuna ise kendisi geçmişti. Bir yıl sonra dini lider Ayetullah Hamanei’yi Ahmed Humeyni ile birlikte ziyaret ettiklerinde ise ikili, hiçbir taleplerine olumlu cevap alamayacaktı. İşte o günden sonra Hamanei ile Rafsancani arasındaki serbest piyasa ekonomisinden liberalizme, özgürlük anlayışından dış politikaya varan mevcut görüş ayrılıkları, çeşitli münasebetlerle birer ikişer ortaya çıkmaya başlayacaktı.

Üzerine gelmekte olan dalgayı fark eden Rafsancani’nin ilk icraatı cumhurbaşkanlığının yetkilerini artıran anayasa değişikliğini Meclis’ten geçirmek olmuştu. “Yapım ve Onarım” adını verdiği 1989-1997 yıllarını kapsayan iki dönemlik cumhurbaşkanlığında başarılı bir profil ortaya koyacaktı. Savaşla gelen ekonomik yıkımı bertaraf etmiş, ülkeyi adeta ayağa kaldırmıştı. Ülkenin çehresi değişirken bir de ülkede yeni bir orta sınıf doğmuştu. Yer minderlerinin yerini, kanepe ve koltuklar almaya başlıyordu artık. Trafikteki Peykan marka yerli otomobiller ise yavaş yavaş Toyota ve Nissan cip modelleriyle yer değiştiriyordu. Bu değişime paralel olarak Rafsancani’nin geniş çevresinde de tıpkı kabinesindeki teknokratlarda olduğu gibi, yeni bir burjuvazi sınıf yaratılmıştı. Bu sınıfı temsil edenlere bir süre sonra ülkenin siyasi arenasında “reformistler” denilecekti. Bunlar, devrimin toplumsal adalet vaadini hiçe sayan yozlaşmış elit kesimden başkası değildi aslında. Batı'yla barışmayı ve dış ilişkilerinin normalleşmesini, özgürlük anlayışından ziyade ülke içindeki imtiyazlı ticaret anlaşmalarını korumak, usulsüz özelleştirmelerle iktidarlarını devam ettirmek isteyenlerdi. Kavramlar ve kuramlar o denli erozyona uğratılıyordu ki başında sarık altında cip olan reformist mollalara “solcu” denilmeye başlanmıştı.

1997’de Cumhurbaşkanlığı görev süresi sonra eren Rafsancani, seçimlerde reformist denilen bu solculardan birini, Muhammed Hatemi’yi destekleyecekti. Tamamı onun rahleitedrisinden geçmiş bu reformistlerin, onun gibi güçlü bir siyasi figürün desteği olmadan başarı şansı yok denecek kadar azdı zaten. Rafsancani, “Düzenin Yararını Koruma Konseyi'nin” başında, fikirleri ve öğrencileri ise cumhurbaşkanlığı ve bakanlar kurulundaydı. Yürütmenin başındaki cumhurbaşkanlığının yetki ve sınırları, belediye başkanlığından hallice bir şey olduğundan, sınırlı iktidara gelen her cumhurbaşkanının “dinî lider” ile karşı karşıya gelmesi işten bile değildi. Zaten devrimden günümüze o koltuğa oturanların, görev süresi sona ersin ermesin, sistem tarafından, “münafık, fitneci, devrim karşıtı” görülmesinin temel nedenlerinden biri de bu sınırlı yetkilerdi. İslami rejimde iki başlılığa yer yoktu, tek lider olurdu ama umutlu kitleler bunu anlamakta zorlanıyordu.

Ülkedeki özgürlükler konusunda Hatemi gibi Rafsancani de gelgitler yaşamıştı. Kendi eliyle yarattığı merciiyete tabi mi olmalıydı yoksa mücadeleye devam mı etmeliydi, bir türlü karar veremiyordu. Haziran 1999 öğrenci protestoları sırasında onu, Dinî Lider Hamanei karşısında cesur çıkışlar gösteremeyen müesses nizamın korkak bekçisi gören öğrenciler, “Ekber Şah’a Ölüm!” sloganlarıyla selamlayacaktılar.

Hatemi’nin, sekiz yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde fikir babası da yönlendiricisi de Rafsancani olmuştu. Artık perde gerisinden nizamın değil ama yürütmenin başındakilerin başındaydı. Rafsancani’nin temsil ettiği reformistler, gelenekselcilerle karşı karşıyaydı her an. Reformistler ile gelenekselci muhafazakârlar arasındaki her itişme, Rafsancani-Hamenei itişmesi olarak algılanıyordu. Doğrusu da buydu. Hatemi döneminde görece bir açılım süreci yaşayan ülke, 2004 yılındaki nükleer krizin patlak vermesinin ardından hızla kötü bir ekonomik süreç yaşayacaktı. Hatemi’yle daha doğrusu Rafsancani’yle istediğini bulamamış kentli işçi sınıflar, dışlanmış kırsal kesimler, umduğunu bulamamış orta sınıf, yürütmede gelenekselcilere bir şans verecekti. Bu şans da 2005 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde gelecekti. Böylelikle Rafsancani, görünürde Ahmedinejad, gerçekte ise Dinî Lider Hamanei karşısındaki siyasi kariyerinin en ağır yenilgilerinden birini alacaktı.

 

Devam edecek…

 

Dr., Bağımsız Araştırmacı