İklim krizi ve insanın yutulma korkusu

Temelde doğa ana bizi yok etmeye çalışmadı. Biz onu böyle algıladık ve maalesef yanlış algıladık. Gerçek olan; doğanın hayatın devamlılığı için kendiliğinde taşıdığı şaşmayan döngüsünü sahnelemesiydi.

Google Haberlere Abone ol

Zeynep Çukadar*

Birkaç gün önce, yere batan sarnıcında harika bir etkinlik vardı. Suyun Psikomitolojisi… Uzun zamandır, doğa ana ile olan ilişkimizden doğan iklim krizi ve bunun modern insanın kendi annesi ile kurduğu bağla ilişkisi olup olmadığını düşünürken, konukların yaptığı sunumlarla ve özellikle psikiyatrist ve psikoterapist Prof. Bilgin Saydam‘ın sunumuyla birlikte zihnimdeki çağrışımlar, bu yazıyı yazmama neden oldu.

İnsan anasının kucağına düşer düşmez esasen başka bir annenin kucağına da düşer. İçinde yaşadığı dünyadır bu ve onun adına da doğa ana demiştir insan. Zaman zaman kızgınlık yaşadığı için, yıldırımlar düşürdüğüne, gökyüzünde fırtınalar kopardığına ve bazen de susuzlukla kurak bıraktığından kendisini cezalandırdığına inanılan, uğruna kurbanlar kesilen doğa ana...  Hava, gökyüzü ve kara olaylarının neden olduğu, kuraklıklar, seller, depremler gibi insanın anlam vermesinin zor olduğu bu devinimler karşısında hissettiği çaresizlik ve belirsizlik, insanı yok olma korkusu ile karşı karşıya bırakmış gibidir. Esasen bir yutulma korkusunu çağrıştırmaktadır bu. Ve modern insan, ona hâkim olmaya, bir başka ifadeyle onun kendisini değil de kendisinin onu kontrol etmeye çalıştığı bir savaşı da böylelikle başlatmıştır. Yutulma korkusu, bir nesnenin kendisini kontrol etme çabasında eriyip yok olma kaygısıdır. Peki ama ölümü yani thanatosu insana çağrıştıran zavallı doğa ana bir bölmenin kurbanı olmuş olabilir mi? (Bölme, kısaca, bir nesnenin iyi ve kötü yanlarının bütünleştiremeyerek, hep iyi veya hep kötü olarak düşünmektir.)

Lacan, kaygıyı eksikliğin eksikliği olarak tanımlamaktadır. Bunu kısaca, kendi eksikliği ile karşılaşmasını engelleyecek olan bir gücün olmaması olarak anlamlandırabiliriz. Ve böylesi bir gücün olmayışının, kaygı duyanın “benden ne istiyor” sorusunu sormasına neden olduğunu belirtir Lacan. Bir anlamda başka'nın bizden ne istediğini, başka'ya nasıl göründüğümüzü, bizle ilgili ne hissettiğini bilmediğimizde duyumsanan duygu kaygıdır der. Buradan hareketle şimşekler çakarken, yıldırımlar düşerken, insanı doğa anadan koruyacak belki de bir babanın olmayışı yani eksikliği (ki buradan feodalitenin doğuşuyla birlikte eksikliği hissedilen baba formunun doğmasına varan çağrışımlarım gelse de), insana, doğa ana biz insanları nasıl görüyor ve bizden ne istiyor sorusunu sordurtmuş olabilir mi? Yutulma korkusu taşıyan insan, doğada meydana gelen olaylara anlam verememekle birlikte, başının üzerinde gökleri titretip, şimşekler çaktıran ve yıldırımlar düşüren doğa ana karşısında, “peki ama neden bunlar oluyor yani benden ne istiyor” sorusunu sormuş da, tüm bu anlamlandıramadığı olaylar karşısında bir şey istediğini düşünerek ona kurbanlar ve adaklar adamış gibidir. Yine Lacan, esas kaygı veren şeyin, annenin yokluğunu düşünmekten çok annenin bunaltıcı varlığı olduğunu belirtir. Bu bağlamda bakıldığında, acaba her şeyi yapabilme becerisine sahip olan doğa; insana kendi kaderini ve yaşam becerisini elinde tutanın kendisi olmadığını düşündürmüş ve insan doğayı bunaltıcı bir anne olarak algılamış olabilir mi?

Belki de bu korku doğayı kontrol etme çabasına dönüşmüştür. Kendisini tam da yutulma korkusunun dışına atmak isterken yani bağımsızlaşmak ve bireyleşmek isterken, sağlıklı bireyleşmeyi yaşamak için ihtiyaç duyduğu konuşan ve duyguları düzenleyen bir anneyi karşısında bulamayan insan yavrusu, dili yani sözcükleri olmayan doğa ananın ve bu sessizliğinin karşısında duygularını düzenleyememiş ve narsistik bir evrede takılmış olabilir mi? Çünkü her şeyin, her canlının ve herkesin onun etrafında yalnızca kendisine hizmet etmesi için olduğunu düşünen efendi modern insan, şimdilerde doğa anaya verdiği bu zararlarla sanki ikili ve üçlü ilişkiler dünyasına giriş yapmamış gibidir. Böylesi bir yapılanmaya sahip olan modern insan, empatiden yoksun, ötekinin dünyasına yabancı, insan ilişkilerinde nesneleri ve ilişkilerini tükettiği gibi doğa anayı da tüketirken, bu benzer örüntü tesadüf sayılabilir mi?

İnsan, kendisinin taşımak istemediği duygu ve düşüncelerle baş etmekte zorlandığında ve kendisini kötü göstereceğine inandığında bu duyguları, sanki kendisinde değil de karşısındaki kişide varmış gibi düşünebilir. Bu bir savunma mekanizmasıdır ve Freud bunu yansıtma olarak isimlendirmiştir. Bir örnekle açıklamak gerekirse, kendisini değersiz hisseden biri, esasen başka kişilerin ona değer vermediğini düşünür. Oysa gerçekte kendisi kendisine değer vermediği gibi başkalarına değer vermekte zorlanan kişi esasında kendisidir. Buna yansıtma denir. Buradaysa basitçe taşınmak istenmeyen ve yansıtılmak istenen duygu yutulma korkusudur. Bu duygu ile yüzleşmeyen insan, kendi yok olma yani ölüm korkusu sebebi ile bu gerçeğinin ağırlığından ve hissettirdiği çaresizlik duygusundan kaçarak, bunu doğaya yansıtmış onun kendisini yok etmek istediğini düşünmüş gibidir. Bir bakıma kendisine bir düşman yaratmış ve ona savaş açmıştır. Ve burada onu yani doğayı yutmaya, yok etmeye ve kontrol etmeye çalışan taraf kendisi olmuştur. Bunu aktarım karşı aktarım olarak isimlendirir Freud. Ancak kısaca ve en basit ifadesi ile de olumsuz kehanetin kendisini gerçekleştirmesi olarak özetlemek de mümkün. Nasıl da yeniden sahnelenen bir hikâye… 

Dili olmayan doğa ananın, aynı zamanda besleyen, büyüten, onaran, hayat veren devamlılığı sağlayan özellikleri ise, yalnızca insana zarar veren ve korkutan taraflarının görülmesi sebebi ile (başka bir ifade ile basit bir bölme mekanizmasıyla yani kısaca hep kötü olarak nitelendirilen, kendisine zarar verdiğine inanılan tarafların görünmesi ancak iyi ve kötüyü aynı nesnede bir bütün olarak görmeyiş) doğa ana değersizleştirilmiş, yalnızca korkutucu yanları ile görülmüş gibidir.  Ve şimdilerde, modern insanın bu yapılanması,( aktarımlar-karşı aktarımları, savunma mekanizmaları ile) gerçekten doğa ana, her geçen gün ısınarak ve eriyen buzullarla karaları, insanları, evleri yutarak insanın en temel korkusunu yaşatmaktadır. Esasen ve kısacası en temelde doğa ana bizi yok etmeye çalışmadı. Biz onu böyle algıladık ve maalesef yanlış algıladık. Üstelik artık yıldırımların, şimşeklerin, sellerin, depremlerin neden kaynaklandığını da biliyoruz. Ve fakat modern insan, her şeyi kendisine yönelik algılayacak kadar tekil bir dünyada yaşadığından, doğaya yüklediği tüm bu anlamlar şimdi en temel korkumuz olan yutulma korkusunu gerçekleştirmektedir. Kısacası kendimiz çaldık kendimiz oynadık. Gerçekte olan; doğa ananın hayatın devamlılığı için kendiliğinde taşıdığı şaşmayan döngüsünü sahnelemesiydi. Yağmurların yağması, şimşeklerin çakması bizi korkutmak için değil olsa olsa yenileri doğururken rahminden gelen suyu ve çektiği sancıların göz yaşları olabilirdi.  Ve Onun bize, ne bir ceza çektirme arzusu ne de yutma arzusu vardı… Tüm bunlar modern insanın, kendi ölümlülüğünün verdiği o yok olma korkusuyla yüzleşememesinden kaynaklanan bir yansıtmaydı sadece...

Bu yazının olgunlaşmamış halini okuyarak bana cesaret veren ve zihnimde çağrışımlarıma alan açtıran ve yazılmasına, yapmış olduğu sunumla katkı sağlayan Prof. Bilgin SAYDAM’ a desteği ve katkıları için şükranlarımı sunarım.

*Psikoterapist