İdris Baluken cezaevleri ve sağlık gerçeğini anlattı

HDP eski Milletvekili İdris Baluken, cezaevlerinde yaşanan hem sağlık hem de yaşam ihlallerini yazdı.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Aynı zamanda hekim olan HDP'nin eski Milletvekili İdris Baluken, cezaevlerinde yaşanan hem sağlık hem de yaşam ihlallerini Toplum ve Hekim Dergisi'ne yazdı. Tutuklu Baluken, okuyanları bir mahpusla hastane yolculuğuna çıkarıyor.

Baluken'in yazısı şöyle: Hapishane ve sağlık ilişkisini doğru temelde anlaşılır kılmanın yolu, her ikisine dair temel mantığı, kısa da olsa, irdeleme çabasından geçer. Bilindiği gibi, hapishane kurumsallaşması, iktidar ya da yönetsel erkler tarafından, yasaları ihlal eden suçluların belli bir ceza mekanizmasıyla yola getirilmesi, bir nevi, ıslah ve rehabilitasyon süreci olarak ifade edilegelmiştir. Bu ifade tarzı, insanlıkla bağdaşması zor bu uygulamanın, hem geniş toplumsal kesimler tarafından meşru görülmesini kolaylaştırmış hem de bireyi ve toplumu denetim altında tutmanın kullanışlı bir aygıtı haline gelmesini sağlamıştır.

Gerçekte durum nedir, tarihin en netameli tartışma konuları olan “suç” ve “ceza” kavramları bağlamında devletin, toplumun, bireyin sorumluluk payları veya bu payların hakkaniyetli taksimatları ne ölçüde ortaya konabilmiştir? ‘Suç’u üreten ya da ona zemin hazırlayan vasatı sorgulamadan ‘suçlu’yu ilan edip ‘ceza’ sopasıyla dize getirdiğini iddia eden anlayışın gerçek amaçları yeterince bilince çıkarılmış mıdır? Daha açık ifade edersek, bireyi veya belli bir sosyal, siyasal, kültürel vb. grubu ‘suçlu’ ilan ederek, devlet ve toplum kendi payına düşen sorumluluktan kurtulmuş veya onu görünmez kılmayı başarmış mıdır?

Tartışması hala bitmemiş bu konularda, siyaset ve sosyoloji başta olmak üzere pek çok bilim dalından, felsefi, edebi ve etik değerleri önceleyen aydın, yazar, sanatçı ve filozoflara kadar oldukça kıymetli emekler harcanmış, insanlık adına değerli sayılabilecek bir bilgi birikimi açığa çıkarılmıştır. Yazının sınırlarına sığmayacak bu hususları burada detaylandırma şansına sahip değiliz. Sokrates’in savunmalarından Dostoyevski’nin ‘Suç ve Ceza’sına, Foucault’nun ‘Hapishanenin Doğuşu’ndan günceldeki haksız ve hukuksuz siyasi tutuklamalara kadar özlü bir beyin fırtınası yapmak dahi, bu konuda yeterince fikir edinmeye yeter. İnsanlık tarihinin neredeyse her döneminde filozoflar, aydınlar, yazarlar, politikacılar, bilim insanları vb. devlet-toplum-birey ilişkilerini sorgulamış; ‘suç’, ‘suçlu’, ‘ceza’ gibi kavramların çıkış kaynaklarına doğru nitelikli, derinlikli, badireli ve tehlikeli yolculuklar yapmaktan geri durmamışlardır. Bu kavramların gelecekte de önemli bir tartışma konusu olacağı açıktır.

Çünkü bireyi veya bir grubu ‘suçlu’ yaftasıyla damgalama ve bu yolla kendi sorumluluklarından kaçma davranışının, devlet ve toplum bazında, yaygın şekilde kullanılmaya devam ettiği görülmektedir. Deyim yerindeyse ‘suç’ ve ‘suçlu’ kavramları asıl suç kaynaklarını ve suçluları saklayan birer örtü niyetine kullanılmaktadır. Suça itilmiş birey veya grup gerçekliğinin kendisi dahi, onu oraya iten toplum veya devlet sorumluluğunu orta yere sermeye fazlasıyla yeter.

Tüm bu hususları, hapishaneye giren bireye karşı devletin veya toplumun taşıması gereken sorumluluklarla ilgili bir kanı uyandırmak için vurgulamak istedim. Hal böyleyken, sorumlulukta payı olan devletin, aynı zamanda kendisine emanet edilmiş her bir cana, onun bireysel hukukuna ve insan olmaktan kaynaklı bütün haklarına saygıyı esas alması, keza, bu hususların tümünün, uyulması zorunlu yasal ve anayasal güvencelerle korunması, tartışmadan muaf bir zorunluluktur. İnsan onuruyla bağdaşmayacak hiçbir muamele emanet cana reva görülemeyeceği gibi, yaşam ve sağlık hakkı başta olmak üzere temel hakların ulusal mevzuat veya uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınması da tercihten azade bir zorunluluk olarak kabul edilmek durumundadır. Bu husustaki en küçük ihmal veya ihlallere göz yumulmamalıdır.

Mekânın fiziksel fonu, tümüyle beton duvar, demir parmaklık, kapalı kapı ve keskin tel örgüler üzerinden tanımlanabilir. Bu ruhsuz objelere, mahpus ile gök arasındaki sınırlı etkileşimi de engelleyen kafes tellerini eklediğimizde, mekânı kabaca tanımlamış oluruz. Bu mekânlarda yaşamdan tümüyle yalıtılmışlık duygusunu güçlendiren akla gelebilecek ne varsa kolaylıkla bulunabilir. Mahpusun diğer mahpuslarla ortak etkinlik (spor, sohbet, atölye, kurs vb.) faaliyetleri de alabildiğine sınırlanmış, son zamanlarda pandemi gerekçesiyle de bu faaliyetler neredeyse tümüyle tedavülden kaldırılmıştır. İnsan, gök ve ses başta olmak üzere her türlü yoksunluk durumunu dayatarak mutlak bir izolasyonun hedeflendiğini söylemek abartı olmaz. Bu fiziksel ve ruhsal ortamın kendisinin dahi, tutsağın yaşam ve sağlık hakkına ne düzeyde riayet edildiğine dair bir fikir sunduğu kanaatindeyim…

 Genel bir çerçeveden özgün bir alana doğru yavaş yavaş ilerleyecek olursak, yani başlıkta belirttiğimiz şekliyle cezaevi uygulamaları ile sağlık gerçekliğini birbirine bağlantılandırırsak, çarpıcı tablo biraz daha netleşir. Bunun için, temel sağlık hizmetleri ile ilgili dışarıda kabul ettiğimiz genel kuralları cezaevindeki sağlık ortamı ya da bununla ilişkili sorunlara uyarlayarak yol alabileceğimiz kanaatindeyim. Sağlıkçılar olarak, her birimiz, olması gereken sağlık hizmetlerini ulaşılabilir, eşit, nitelikli, parasız ve anadilinde hizmetler olarak tanımlamayı esas alıyoruz. Bu parametrelerin mevcut sağlık sistemi içinde ne ölçüde karşılandığı apayrı bir analiz konusu olduğu için ayrıntılı değerlendirmelere girmeyeceğim. Dışarıda da bu hususlarda pek çok sorunun yaşandığı ve sağlığın ticarileşmesinden sağlık emekçilerine şiddete, kamu-özel teşebbüslerinden en yaşamsal ilaç teminine kadar çok ciddi sıkıntıların varlığından haberdarım. Dışarısı ile ilgili durumu, en azından bu yazı kapsamında, dışarıdaki arkadaşlara, fedakâr sağlık emekçilerine bırakarak, kendi konumuza bağlı kalmaya çabalayacağım.

Cezaevlerindeki sağlık sisteminden bahsederken açlık grevleri ya da ölüm oruçları ve son dönemde sıkça tartışılan çıplak aramalara değinilmezse eksik kalır. Başlı başına birer yazı konusu olan bu hususlarla ilgili sadece cezaevindeki sağlık sistemini ilgilendiren boyuta dikkat çekmekle yetineceğim. Yakın dönemde dahi ölümlerin yaşandığı açlık grevlerinde, hayati öneme haiz vitaminlerin temininden rutin kontrollerin yapımına, irade dışı müdahale girişimlerinden tutsakların eyleme gerekçe olan taleplerinin karşılanmasına kadar yaşam ve sağlık hakkını ilgilendiren sayısız ihlalden bahsetmek mümkün. Bu ihlallere, genelin sosyal, siyasal, hukuksal duyarsızlıkları da eklendiğinde sonu ölüm ya da kalıcı arazlarla biten bir sağlık sorununu özetlemiş oluruz.

Benzer bir durumu, cezaevlerindeki fiziksel veya psikolojik baskıların getirdiği intiharlar için de vurgulamak mümkün. Çoğu intihar olayının tutsak yakını veya arkadaşları tarafından şüpheli olarak ifade edilmesi sorunun vahameti açısından önemli bir fikir sunabilir. Çıplak arama konusunda da insanın biyopsikososyal varlığını doğrudan hedefleyen bir yönelim tanımı yapmak yanlış olmasa gerek. İnsan onurunu hiçe sayan ve belki de insanlığı en fazla utandıran çıplak arama mevzusunda, bunun savunusunu yapmaya yeltenenlerin ya da bilerek, isteyerek kamuoyunu yanıltma amacı ile inkâr edenlerin arsızlığını, pişkinliğini, karaktersizliğini ifade edecek sözcükleri bulmakta zorlanıyorum. Hayretle ve ibretle takip ettiğimiz bu insanların, halkın, tarihin ve gerçek adaletin vicdanında şimdiden mahkûm edildiklerini belirtebiliriz.

Bu yazı, Türk Tabipleri Birliğinin (TTB) dergisi Toplum ve Hekim için yazılmıştır. Yazının devamı