Hüseyin Köse: İnsan insanın yüküne dönüşmeli

2020 yılında 5. Vedat Günyol Deneme Ödülü’ne değer görülen ‘Sera Toplumunda Çöl Olmak’ kitabı okurlarıyla buluşurken biz de Hüseyin Köse’yle kitabı üzerinden günümüz toplumunun açmazlarını konuştuk...

Google Haberlere Abone ol

Nazif Gür

DUVAR- Hüseyin Köse’yi çevirdiği kitapların yanı sıra, şiirleri, denemeleri ve özellikle de medya kültürü ve sinema sosyolojisi alanında yazdığı akademik incelemelerden tanıyoruz. Geçtiğimiz günlerde Köse’nin yeni bir deneme kitabının çıkacağını haber aldık. ‘Sera Toplumunda Çöl Olmak: Hasarlı Yüklemler Üzerine Deneme’ adını taşıyan bu kitap Kırmızı Kedi Yayınevi etiketiyle raflarda.  Biz de Köse’yle kitabı ve günümüz toplumunun açmazlarını konuştuk.

‘Sera Toplumunda Çöl Olmak’ nasıl ortaya çıktı? Kitabın yazım sürecinde neler yaşandığını bizimle paylaşır mısınız?

Aslında geniş sayılabilecek bir zaman dilimine yayılan bir kitap oldu.Yaklaşık iki yıllık bir mesainin ürünü. Son birkaç yılda, özellikle Covid-19 pandemisinin hepimizin yaşamsal rutini üzerinde yarattığı görülmemiş tahribatla birlikte, üzerine çok düşündüğüm bir mesele vardı. Birbirimizin gözüne fazlaca çarpmadığımız, fiili ve fiziksel bağların ve karşılaşmaların minimumunu deneyimlemeye mecbur bırakıldığımız böyle bir olayın ardından, acaba eskiden var olup da kıymeti pek bilinmemiş, şimdilerde ise gördüğü çok ciddi hasar yüzünden ıskartaya çıkarılmış izlenimi veren -o da kaldığı kadarıyla- hangi “vicdani yüklemlerimizin” veya değerlerimizin ayırdında olabildiğimiz sorusuydu bu. Bu kez tümüyle ne yaptığımın farkında olarak, böyle bir sorgulamanın ardına düştüğümü söyleyebilirim rahatlıkla. Nasıl bir çöldü ki bu içinde yaşadığımız? Neyin hak edilmiş veya edilmemiş cezası?

DEĞERLER ALANI HİÇ BU KADAR DİNAMİTLENMEMİŞTİ

Yıkımın ilk aylarında gazetelerde oldukça dokunaklı bir fotoğraf karesine rastladığımı hatırlıyorum. Zorunlu olarak “evde kal” çağrılarının yapıldığı günlerin birinde, bir kız çocuğu televizyonun karşısına geçmiş, sokak ve meydanlarda aç biilaç kalmış kuşların ekrandaki görüntüsünü avucunda tuttuğu ekmek parçacıklarıyla yemlemeye çalışıyordu. Bundan daha dramatik bir sahne hatırlamıyorum... İkinci olarak da kitaptaki temel izleklerin, özellikle de “ukdeyi sıfırlamak” mecazıyla ifade edilebilecek olanların memleketteki mütehakkim politik tavrın baskıcı ve hayatı daraltıcı karar ve uygulamalarının bir sonucu olarak belirdiği söylenebilir sanırım. Nitekim asgari müştereklerin değerler alanı hiç bu kadar daraltılıp dinamitlenmemişti...

Sera Toplumunda Çöl Olmak, Hüseyin Köse, Kırmızı Kedi Yayınevi, 192S, 2022

Gerçekten de ömrü boyunca şiddetsiz ve tahammülsüz bir dünya hayali öngörmemiş olan bir aklın tezahürleri son beş on yıldır yaşadıklarımız. Bu, öylesine yıkım arzusuyla dolu bir akıl ki, sanki her yaşayan ve yaşatan duyuyu haklamak için boy gösteriyor. Adeta insanı hakla ki, cümle haksızlıklar yaşasın diyen bir kara akıl bu. Bir yanda kanun hükmüyle alanı daha da genişletilen savunmasız ve kırılgan yurttaşlık hakları, diğer yanda habire tehditler savurulup parmak sallanarak baskılanmaya çalışılan kamusal özgürlükler alanı ve gemi azıya almış başka keyfilikler. İşte Gezi Parkı, İstanbul Sözleşmesi, neredeyse her güne bir ölüm sığan kadın cinayetleri ve daha başka üzgünlükler. Bir de sorunlar çözülmeden kaldıkça artan bir otoriterlik var, hamasetin harareti yükseldikçe sümenaltı edilmeye çalışılan geçinme zorluğu. Hayat evde de dışarıda da pahalanıp daraldıkça eksilen mutluluk, türlü ayrışmalarla genişleyen gedik, bugünü bugün de(n) öngörememe basiretsizliği, vs. var.

‘Şair ve Taifesi’nden sonra ikinci deneme kitabınız olan ‘Sera Toplumunda Çöl Olmak’ hedef tahtasına günümüz toplumunun dekadans eğilimlerini koyuyor. Ne durumda olduğumuzu özetlemek gerekirse neler söylemek istersiniz?

Geçenlerde bir haber vardı. Sarhoş bir vatandaş kalabalık bir ekibe dahil olup kayıp birini aradı diye yazıyordu. Saatler sonra ise aranılan kişinin sarhoş adamın kendisi olduğu ortaya çıktı... Bundan daha trajikomik bir durum hatırlamıyoruzdur herhalde. Herkes kaybolur ama herkes kendini aramaz. Bu yurttaşımız hiç değilse zahmet etmiş, yola revan eyleyip saatlerce aramış yitirdiği kendini. Bu işin mizah kısmı tabii. Vaziyetin asıl vahim yönüyse şu: Epeyce bir zamandır zihnimizdeki memleket imgesi farklı, sokaklar, caddeler farklı, ev içleri de. Her yan adeta Ortaçağlı dumanlarla çevrilmiş bir Hamlet ıssızlığı... “Falan” sözcüğü bile çok uzun, çok uzak, çok iri, çok kimsesiz... Herkesleri, o düzlükleri çoktan geçtim, kendinden içeriye doğru dahi engebeli bir yol var, diz boyu, inişli yokuşlu, pek dolambaçlı.

MEMLEKET KAYIP, İNSANLAR GARİP

Şairin [Gülten Akın] dediği gibi, “rüzgâr usta, ben acemi...” Hayat şu sıra, burada, boynumuzda, “kirin elementi...” Özetle, memleket kayıp, insanlar garip, anılar kayık... Dahası, Spivak’ın deyişiyle, “beyaz adamların esmer kadınları esmer adamlardan kurtardığı” bir karanlık tasavvur… Ülkece ‘Squid Game’ dizisinin ikinci oyununda şeker kalıplarını yalayarak ortasındaki simgeyi bozmadan çıkarmaya çalışan insanlar gibiyiz. Tehlike büyüdükçe ağızdaki tat da büyüyor. Tadın en yoğun olduğu yerde porsiyon iyice küçülüyor. Porsiyon küçüldükçe açlığın alanı daha da genişliyor. Biliyorum, çok karanlık bir tablo sundum. Ama moral bozukluğu da iyi kötü bir değişim itkisi yaratır. Sığınağım bu.

Hayal kurma ümidini yitirmiş, bencil, hazları tarafından esir alınan bireylerin çoğunlukta olduğunu ve bunun giderek arttığını söylüyorsunuz. İnsanların bu denli kaybolmalarının temel sebebi artık anlamın yitmesi mi?

Bence tarihin bu evresinde geleceği mümkün kılacak tutarlılıkta bir anlam arayışımız yok. Politik ideoloji bakımından ortada ortak bir kader anlatısının kalmadığı daha önce Baudrillard, Lyotard, Derrida, Jameson gibi post-yapısal eleştirinin birçok doruk ismi tarafından ilan edilmişti zaten. Sonra bildiğiniz üzere, dünyanın dört bir yanından art arda sokak hareketleri haberi geldi. Siyasal tarihimizde ve toplumsal muhalefet envanterimiz içinde bizde de kolektif hayal kurma kapasitesinin en çarpıcı örneklerinden biriydi Gezi. Üstelik bu hayali kapasite post-truth’e, metaverse’e, posthuman tartışmalarına rağmen var olabildi. Hem yeni kapitalizmin ürün yerine bireysel heyecanları pazarlayan söylemsel taktiğine, hem de daha yaşanılabilir alternatif bir dünya için hayal kurmayı popüler kültürün uyuşturucu fabrikası gibi kavrayan popüler kültüre rağmen…

'YETMEMEK NE GÜZEL KELİMEDİR'

Kitapta çok sayıda filme, sanatçıya, yazara gönderme yapılıyor yahut onlardan yine çok sayıda alıntı mevcut, ama Bauman’ın şu sözü ayrıca dikkat çekici: “Kayıtsızlık, azalan beklentilerle yaşamanın yoludur.” Bunu tepkisizlik şeklinde de tanımlayabilir miyiz?

Daha ziyade yabancılaşmaya bitişik kayıtsızlık duygusuna yönelik bir vurgusu var Bauman’ın. Ama yazdıklarının geneliyle de bireysel ve kitlesel tepkisizliğin neredeyse örgütlü bir kötülüğe dönüştüğü bir durumu ihbar ediyor. Sosyal medya tuzağına karşı da ikaz etmişti sözgelimi giderayak. Hepimizi birbirimizin üretken olmayan “çölümsü” yalnızlığına seyirci yaptı demişti. Aynı şekilde, sık sık “birlikte olmanın bilgisayarlaşması” dediği bir şeyden de söz eder Bauman; bireylere yan yana gelmeden bir arada olma imkânı sunuyor dediği dijital teknolojinin olumsuzluklarından. Ürküntüyle tarif ettiği egemen ilişki sosyolojisi ise belli: Geçici, kısa vadeli, taahhüde dayalı olmayan ilişkiler… İnsanı insanın taşınamaz hale gelmiş yükü gibi kavrayan bir akışkan modernite tasavvuru var sonra. Halbuki, etik olarak insanlığımızın bir yerde başlayıp sürebilmesi için insan insanın yüküne dönüşmeli. Bir uzaklık ve mesafe bilinciyle, ahlaki sorumluluğu askıya alan sanal bir ilişkiye imtiyaz tanındığında, bırakın yükü, insan insanı hissetmiyor bile. Kısaca, insanın insana fiziki mesafelenmesinin yarattığı yeni bir ontik hakikati adlandırmaya çalışıyor adı geçen cümle.

İnsanın en büyük mücadelelerinden birisini de “kendi yolunu çizme uğraşı” olarak adlandırıyorsunuz. Çoğu kişinin bu yükü taşımakta zorlandığı ortada, ancak bizi biz yapan şeylerden biri de bu yük değil midir?

Aslında sorudaki tırnak içi ifade, yine Bauman terminolojisiyle alakalı. Kendi olma yükü dediği bir benlik hakikati tanımlar düşünür. Kendi yolunu yapma, kendi gerçeğinin yükünü ve bunun dayattığı sorumlulukları sırtlanma, vb. anlamlar içeren analizler yapar. Ben insanın yükünden öncelikle kendi yüklendiği değerlerin bagajını anlıyorum. Farklılığın ödenmiş bedeli de ağır bir yüktür yeri geldiğinde. Ben bundan, başkalarında kişini kendisi olarak yaşayıp gitmesini anlıyorum. Erdemli, ilkeli, tutarlı bir duruşu. Kimi geçici lütuflar karşısında esnemeyen omurgayı. Yalnızlığı anlıyorum ki, insanın kendi kendinin anlam birikimine işaret eder. Kendiyle boğuşmasını, dip köşelerini kurcalayıp durmasını sürekli ve savaşmasını ki, mutlak surette gereklidir. Yetmemek ne güzel kelimedir, bu yüzden. Çoğalıp artmak ondan da güzel... Yetmemek diyorum ya, aslında onun da çapanoğlu bir tarafı var gerçi birkaç satır ileride. Hiç kimseye, hiçbir şeye yetmeyip, üstüne üstlük kendinden de zerrece artmayı bilmeyenler ne karanlık bir dehliz ne yorucu ve dağınık bir patikadır. Süreklilik belirsiz kopuşlarla, kopup gitmeler başka seslerin şenliğine, müziğine ulanmakla mümkünken, gecede öylece sessiz bir korkuluk gibi durmak ne ışıklı bir pencere…

Kitabın çok yerinde kaybolmaya övgüler düzüldüğünü görüyoruz. Kaybolmak, birey olmakla, kendini bulma uğraşıyla ilişkilendirilerek anlatılıyor. Kabaca toparlarsak; kaybolmadan bulamayacağımız bir yol mu sizce bu?

Kaybolmayı eğer yeniye, belirsize, bilinmeyene açılmak şeklinde alırsak, aslında bu birçok şeyi keşfettiğimiz bir deneyim olarak da görülebilir. Çöl de kaybolmanın ideal mekânıdır bu anlamda, kitapta güncel toplumun yapayı, sahteyi kucaklarken, gelgitleri, uyumsuzlukları, aykırı hissedişleri olan damgalıları iten, uzaklaştıran dışlayıcı davranışına denk geliyor. Bu nedenle, böyle bir toplumdan değil belki ama, onun dışında bir yerde kaybolduğumuzda hayattan öğrenecek çok şeyimiz var.

İkinci olarak, kaybolma motifini biraz da Deleuze’yen anlamıyla kullanıyorum; sürekli yolda olmak, varmamak, doğrunun ne olduğunu bilmemek ya da her seferinde yeniden anlamaya çalışmak veya devletli, örgütlü toplumun dışına yolculuk olarak. Bence sürekli düşmanlıklar, bitmeyen gerilimler, katmerli nefret söylemleri üreten karşıtlıklar üzerine kurulu bir dünya tasavvurunun aşılmasına ilişkin olarak felsefenin son sözü bu, yani her iki deneyimin de dışında, Deleuze ve Guattari’nin ileri sürdükleri türden bir “üçüncü alan” tahayyül etmek. Yukarıda, ikinci sorunuzu yanıtlamaya çalışırken alıntıladığım o “kendini arayan abi”, bu aykırı ütopyanın şimdilik kara-mizahla karışık somut bir örneği.

'YAZMAK GENELDE ONARICIDIR'

Kitapta çok fazla film ve kitap ismi geçiyor demiştik. Peki bize hangi film ve kitapları önerirsiniz? Nedenleriyle beraber açıklar mısınız?

Önce filmlerden başlayalım. Akademik işlerin yoğunluğu yüzünden epeydir film izleyemiyorum açıkçası. Dert edindikleri meseleleri ve önerdikleri çözümlerle aklımda kalan bir ikisini zikredeyim ama en azından. İlki, Selman Nacar’ın çok konuşulan ‘İki Şafak Arasında’ adlı filmi. Film, maddileşmiş bir güvensizlikle bastırılmaya çalışılan yoksulluk ve suçluluk denklemini vicdanlar arası bir gerilim hattı üzerine kurduğu için önemliydi bence. Gelgelelim, hemen sonrasında gerek yoksulluğun haklılığını gerekse suçluluğun safını sahipsiz bırakarak aynı denklemi yeniden geçersiz kılmaya çalışmasıyla da somut bir yere varmıyor gibiydi. Fakat bir farkla; filmin sonundaki kumaş sahnesiyle, hep olup biten ve bundan sonra da olmaya devam edecek olan kıyıma ilişkin sessiz bir itiraz iması bırakarak.

İkinci olarak, Zeki Demirkubuz’un neredeyse tüm filmlerini peş peşe yeniden izledim akademik bir makale çalışması için. Özetle, Demirkubuz filmlerinde devletin ve ideolojinin hissedilir düzeyde yokluğunun ne anlama gelebileceği üzerine bir irdelemeydi. Bir diğer ilginç örnek de Darren Aronofsky’nin ‘Mother’ filmiydi. Filmi ikinci kere izlerken de gerçekten büyülendim. Genelde iki kere büyüleyen filmler pek yoktur ya da büyülemez de başka başka hisler, duygular bırakır.

Film, şairin bilincini kaotik bir mahşere eşitleyen tutumuyla ilgimi çekmişti. Fazladan apokaliptik sahneleriyle de modern sonrası yaşamın katastrofik bilincine açık gizli yollamalar yapıyordu. Şayet huzursuzluk yaratımın eviyse, düşünceler doğurmak için kelimeler yetmez, evi de tüm olası anlamlarını da yakıp tutuşturmak gerekir diyen bir önerisi var gibiydi sanki. Bu, gerçekten de oldukça kafa açıcı bir mesajdı bana kalırsa. Şairi, sanatçıyı mistifiye eden klasik bakışı da gözden düşürmeye çabalıyordu film, işin hesaplı kitaplı endüstriyel boyutunu vurgulayarak. Gerçekten de artık sanatçının tekno-erotik bir şamana, sanatın da endüstriyel bir orjiye dönüştüğü yerde, kendini kitlesel bir yağmaya açmaktan başka kurtuluş yoktur.

Son olarak, yakınlarda ‘Severance’ diye gerçekten çok çarpıcı bir dizi izledim Dizibox’ta. Yeni kapitalizmin iş ve evi birbirinden ayırarak elde etmeyi umduğu verimlilik kutsamasını konu alıyordu. Lumon diye bir yüksek teknoloji şirketi var dizide. Daha doğrusu ne ürettiğini kimsenin bilmediği sır dolu bir şirket, çalışanlarının bile... Hikâyedeki şirketin çalışanlarını terbiye ediş biçimi ise çok enteresandı: nezaketi oyuncul bir şiddetle harmanlayıp baskıyı enfantil bir masumiyetle maskelemeye çalışıyordu. Son bölüm hariç, sekiz epizot boyunca, koca koca insanların çocuklaştıklarını izliyorsunuz, bir de belleksiz olmayı acı savuşturucu bir yöntem gibi sunuyor ki, tam da Willem Schmidt gibi pozitif düşünce öğretisi eleştirmenlerinin “hasar görmez hayat” saplantısı dedikleri şey… Bayağı öğreticiydi.

Okuduğum kitaplara gelince; Umut Tümay Arslan’ın Kat’ı, Marguerite Yourcenar’ın ‘Bir Ölüm Bağışlamak’ı, Adam Phillips’in ‘Dehşetler ve Uzmanlar’ı, Deleuze ve Guattari’nin ‘Kafka: Minör Bir Edebiyat İçin’i, Şükrü Erbaş’ın ‘Çırpınıp İçinde Döndüğüm Dünya’sı, Murathan Mungan’ın ‘Evrak Çantası’ vb. kitaplarla yolculuk ettim en son.

Son zamanlarda neler çalışıyorsunuz, masanızın üstünde neler var?

Kendi şiir semantiğim üzerine poetik bir kitap yapıyorum nicedir. Yarısına geldim sayılır. ‘Bir Başkadır’ dizisi üzerine kolektif bir kitap yapmıştık geçen yılın sonuna doğru, sözleşmesi yapıldı, ama herkesin malumu ekonomik koşullardan dolayı yayımı hayli gecikti. Umuyorum güze doğru yayımlanır o da. ‘Medya Teorisi’ adlı akademik bir kitabı da yeni tamamladım. Kitap, Ankara menşeli bir yayınevinin ağustos programında. Bir de 2023 baharında insan içine çıkarmayı düşündüğüm yedinci şiir kitabım var ki, fena halde naz yapıyor. Bu kadar nazlanması ‘Teneke Trampet’in açılış sahnesini hatırlatıyor biraz. “Ürün” emekleyerek çıkış kapısına doğru ilerliyor, ama dışarısı öylesine gürültülü bir batak ki, cave’ın güvenli çıpası ağır basıyor yeniden. Yazmak genelde onarıcıdır, ama nedense artık yalnızca kırık bir heves bırakıyor...