Hindistan'da salgın ve toplumsal cinayet

Hindistan'da Narendra Modi hükümeti, neoliberalleşmeyi ileriye taşımak ve demokrasi yanlısı aktivistlere yönelik saldırılarına devam etmek için karantinayı kullandı.

Google Haberlere Abone ol

Alf Gunvald Nilsen

“Bu gece yarısından itibaren, bütün ülke, lütfen dikkatle dinleyin, tüm ülke tam bir karantina altında olacak.” Hindistan Başbakanı, sağ görüşlü Hindu milliyetçisi Hindistan Halk Partisi’nden (BJP) Narendra Modi, 24 Mart 2020’de dünyanın en katı karantina politikalarından birinin uygulamaya konuluşunu böyle duyurdu. 1,4 milyarlık bir nüfusa, diğer şeylerle birlikte, ekonomik faaliyetlerin ani ve kapsamlı bir şekilde durdurulmasını ve insanların evinden çıkmasının tamamen yasaklanmasını da içeren benzeri görülmemiş bir yaşam kesintisine hazırlanması için dört saat verildi.

Temmuz 2020’de Boston Review için yazan Debraj Ray ve S. Subramanian, Hindistan’daki karantina uygulanmasını sert bir şekilde eleştirdi. Ulusal çaptaki karantinanın cezalandırıcı olmaması gerektiğinin altını çizdiler fakat hem sosyoekonomik sorunlar hem de politikaya bağlılığın denetlenme şekli açısından Hindistan’daki karantina tam olarak böyle gerçekleşti. Hindistan, doğrudan salgın nedeniyle kaybedilen hayatlar ile karantinanın ortaya çıkardığı toplumsal çile neticesinde kaybedilen hayatlar arasında bir denge kurmayı başaramadı. Dahası, karantina, hükümetin tepkisinin neredeyse tamamını temsil etmesi nedeniyle başarısızlığa uğradı: Ülkedeki tıbbi altyapıyı güçlendirmek ya da ekonomi durma noktasına geldiğinde en ağır darbeyi alanlara yardım tedbirlerini hayata geçirmek doğrultusunda eşlik eden bir çaba yoktu. Ray ve Subramanian, “Hindistan’ın tepkisi, bu yüzden, sapkın bir gösterişçilik siyaseti sergiliyor: Karantina gibi yüksek düzeyli tedbirler konusunda şahin kesilirken, daha az kolay gözlemlenen tedbirler konusunda yetersiz” diyor. 

Ve elbette, Covid-19’un yayılmasını önleyemedi. Gerçekten de, ABD ve Brezilya’yla birlikte, Hindistan hızla bir salgın merkez üssü haline geldi.

MODİ: OTORİTER POPÜLİZMİN HİNTLİ YÜZÜ

Ray ve Subramanian’ın getirdiği eleştiri hem faydalı hem de zekice. Bununla birlikte, Modi yönetiminin gerçekleştirdiği eylemlerin ilk etapta salgını engellemeye yönelik olup olmadığı sorgulanarak, ülke siyasetinin daha geniş bir eleştirel analizine bağlanabilir. Aslında, ulusal çaptaki karantinanın hiçbir zaman bir halk sağlığı krizini hafifletmek için tasarlanmadığını iddia ediyorum. Bundan ziyade amacı, ilk olarak Modi hükümetiyle ilgili belirli bir fikrin reklamını yapmak için alaycı bir halkla ilişkiler hamlesiydi; ikincisi, Hindistan’ın demokrasi yanlısı aktivistlerini baskı altına almak ve terörize etmek için olağanüstü hal durumundan faydalanmaktı.

Bu manevralar, uluslararası gözlemcilerin de gözünden kaçmadı. Son haftalarda, Freedom House, V-Dem Enstitüsü ve Economist’in Demokrasi İndeksi, Hindistan’ın demokrasi durumu sıralamalarını düşürdü. Öte yandan, bunların küresel bağlamda nasıl algılanacaklarını kesinlikle iyi bilerek, Modi rejiminin bu eylemleri neden gerçekleştirdiğini tam olarak anlamak için Modi ve BJP’nin siyasi işleyiş tarzına daha derinlemesine bir şekilde bakmamız gerek.

Modi rejimi, geçtiğimiz on yılda küresel bir siyasi güç haline gelen otoriter popülizmin birçok yüzünden biri. Ve, otoriter popülizmin tipik bir örneği olduğu üzere, BJP’nin hegemonya projesi, önemli ölçüde Narendra Modi’nin doğrudan halka bağlı, hem yozlaşmış elitleri hem de ötekileştirilmişleri tehdit eden ve en önemlisi ulusal çıkarlar söz konusu olduğunda kararlı bir eylem ve liderlik yeteneğine sahip bir diktatör niteliğindeki görüntüsüyle ilişkili.

Bu görüntü, uzun bir süre boyunca -tartışmasız Modi’nin batı Hindistan’daki Gujarat eyaletinin (2001-14) başbakanı olduğundan beridir- dikkatli biçimde işlendi ve radyo yayınları, televizyon ve sosyal medya da dahil olmak üzere birden fazla kanal üzerinden geliştirildi. Özellikle de ulusal çaptaki karantina politikasını ve hizmet ettiği amacı gerçekten anlamak için, Modi’nin, Hint halkının güçlü bir lideri olarak sahip olduğu kamusal imajı üretmede gösterinin önemini kavramak gerekir.

Ravinder Kaur’un ‘Brand New Nation’ (2020) adlı kitabında savunduğu üzere, Modi’nin diktatör nitelikli 'markası' -Kaur bu kelimeyi çok kasıtlı biçimde kullanıyor-, BJP’nin yönetim tarzının temel bir niteliği haline gelen bir takım 'dikkat çekici gösteriler' aracılığıyla inşa edildi. Kaur, Modi’nin 'alamet-i farikası', 'tek taraflı ve neredeyse tam anlamıyla gizlilik içinde yürütülen fakat heyecan uyandıran bir dizi gösteri halinde kamuoyunun dikkatine sunulan hızlı kararlar verebilme kapasitesidir' diyor.

HİNDİSTAN’IN TEK ADAM REJİMİ NASIL KURULDU?    

Bu göz alıcı politik kararlar halka, Modi’nin gerçekten de halkın yararına kararlı bir şekilde müdahale edecek biri, korkusuz bir eylem adamı olduğunu gösteriyor. Parayı tedavülden kaldırma eylemi -Kasım 2016’da, Hindistan’da dolaşımda olan paranın yüzde 86’sının, sözüm ona yolsuzlukla mücadele etmek için aniden geri çekilmesi- bu tür gösterilere ve nasıl işlediklerine dair bir örnek olabilir. Tedavülden kaldırma, yolsuzluğa karşı mücadele etme doğrultusunda hiçbir şey yapmamış ve sıradan Hintliler için büyük zorluklara yol açmış olsa dahi, yine de Modi’nin yolsuzlukla mücadelede her silahı kullanacak kadar gözü pek bir savaşçı olduğu imajını yaratmayı başardı. Benzer biçimde, birden bire ulusal çapta bir karantinanın dayatılması, Modi’nin yaklaşan Covid-19 saldırısı karşısında Hint ulusunun cesur bir koruyucusu olduğu imajını yansıtmayı amaçlıyordu.

Kaur’un da dediği gibi, bu gösteriler, 'Modi markasının diktatör kimliğini desteklemek ve kaslı Hindu çoğunlukçuluğunun halk tarafından kutsanmasını teşvik etmek' doğrultusunda çalışıyor. Bu çabaların siyasal yerçekimi kanunlarına karşı geldiğine ilişkin bariz bir his mevcut; neticede, tedavülden kaldırma gösterisine koşut biçimde, Modi’nin karantina politikası, Hindistan’daki seçmenlerin çoğunluğunu oluşturan ülkenin emekçi yoksullarına büyük zararlar verdi. Fakat buna rağmen, Modi’nin politikalarının onay puanları aslında karantina aylarında yükseldi. Sonuç olarak, bu, Modi’nin otoriter popülizminin en önemli güçlerinden birini gözler önüne seriyor; yani siyaset bilimci Neelanjan Sircar’ın ‘güven ve inanç siyaseti’ olarak adlandırdığı şey tarafından teşvik ediliyor. Başbakan, güven ve inanç siyasetinin, halkın güçlü bir liderin ulus için sağlam kararlar verme yeteneğine güvenmesinin istendiği, bir tür kişisel siyaset tarzı olduğunu iddia ediyor.

Şüphesiz ki, güven ve inanç siyaseti, vatandaşların, siyasi liderleri gerçekte yaptıkları gibi yargıladıkları daha alışılmış bir demokratik hesap verebilirlik siyaseti ile tezat oluşturuyor. Buna karşın, Modi’nin otoriter popülizminin tasarımlarına uyuyor; bu yolla  -yaklaşık yüzde 60’ı günde 3,10 dolardan daha az bir gelirle yaşayan- Hindistan vatandaşlarına içi boş neoliberal refah vaatlerini pazarlarken, aynı zamanda bu vatandaşları Hindu ulusunun inşası için çoğunlukçu tasarımların arkasında toplamayı amaçlıyor.

Görünen o ki, ulusal karantinanın yol açtığı yıkımın durgun bir ekonominin zaten çok büyük olan yüküne, rekor düzeyde işsizliğe ve derinleşen eşitsizliğe eklendiği bir bağlamda bile, Modi için hesaplaşma saati sonsuza dek ertelendi.

SALGIN VE EKONOMİK SORUNLAR TÜM ÜLKEYİ SARSIYOR

Neoliberalizm vaadinin başarısızlığı, kısmen Modi’nin karizmasının barajının çökmesini önlemek bağlamında barındırdığı anlam ise, daha da ileri gidebilir ve Hindistan ekonomisi ve yönetiminde eskiden beri var olan iki krizle nasıl şekillendiğini düşünmediğimiz sürece salgının Hindistan’daki gidişatını tam olarak kavrayamayız diyebiliriz. Bu krizlerin farklı dünyevi yönleri mevcuttur: Biri, Hindistan’ın neoliberal birikim stratejilerinin uzun vadeli çelişkilerine dayanan, ülkenin emekçi yoksulları için toplumsal yeniden üretim ve geçim krizidir; diğeri ise, Hindistan’daki laik ve anayasal demokrasiye ilişkin Modi’nin otoriter popülizminin yol açtığı daha acil bir krizdir.

Ulusal karantinanın en doğrudan ve dramatik etkilerinden biri, ekonomik hayatın birden bire durmasıydı. Bu, büyük kısmı kırsal ve kentsel bölgeler arasında dolaşan 120 milyondan fazla göçmen işgücüne dahil olan ve Hindistan’daki devasa kayıt dışı sektörlerde çalışan yoksullar arasında aşırı düzeyde sıkıntıya sebep oldu. Mart sonu ile Nisan 2020’nin ilk haftası arasında kentsel bölgelerde yaşanan işsizlik yüzde 22’den fazla artarak yüzde 8,66’dan yüzde 30,93’e yükselirken, bir gecede birçok iş ortadan yok oldu.

Yaklaşık 10 milyon insan, geçim kaynakları yok olduktan sonra Modi’nin “Şu anda ülkenin neresinde olursanız olun, yerinizde kalmaya devam edin” öğütlerine uymak yerine evlerine yürümek için ulusal otoyollara çıktı. Bunu, Hintlilerin kendi topraklarından faydalanabildiği yoksulluk yardım programlarına ulaşabilmek umuduyla yaptılar. Birçoğu yeterli yiyecek ve para olmadan bu yolculuğa çıktı ve eyalet sınırlarını geçerken yetkililer tarafından uygulanan sert ve aşağılayıcı bir muameleyle karşı karşıya kaldı. Bine yakın göçmen işçinin eve dönüş yolculuğu sırasında, yollarda yaşanan kazalarda ve yorgunluk, yetersiz beslenme ve intihardan dolayı öldüğü bildiriliyor. İşlerini doğrudan kaybetmeseler bile, kayıt dışı sektörlerde çalışan işçiler, kazançların zaten çok düşük olduğu bir ortamda, ortalama yüzde 40 ilâ 50 arasındaki büyük gelir kayıpları bildirdiler. Netice itibariyle, salgının yarattığı şok ve karantina koşulları, gıda ve tüketim güvencesizliğini şiddetlendirdi ve borçluluk halini daha da kötüleştirdi.

1947 yılında Hindistan ve Pakistan’ın bölünmesinden bu yana ülkenin en büyük insani felaketi olarak adlandırılan ve kayıt dışı sektörlerde geçimlerini sağlayan emekçi yoksulların yaşadığı şiddetli sosyal çile, işgücünün yaklaşık yüzde 95’inin düşük ücretler, kötü çalışma koşulları, uzun çalışma saatleri, sosyal güvenceye sınırlı erişim ve en önemlisi güvencesiz istihdam koşullarında çalışması nedeniyle, Hindistan ekonomisinin yapısından kaynaklanıyor.

KARANTİNAYI FIRSATA ÇEVİRDİ

Hindistan’ın karantinaya girmesinin yol açtığı çile, daha eskiden zaten bilinen bir gerçeği apaçık ortaya koydu: Yani, Hindistan ekonomisinin Friedrich Engels’in on dokuzuncu yüzyıl İngiltere’sinde çalışan yoksullar hakkındaki çalışmasında ‘toplumsal cinayet’ diye adlandırdığı şeye hizmet eden bir makine olduğu. Engels bu terimi, ortaya çıkan endüstriyel işçi sınıfının kapitalist sömürünün bir sonucu olarak erken ölüme nasıl maruz kaldığını açıklamak amacıyla yarattı; bu da, kendi ifadesiyle işçileri 'ne sağlıklarını koruyabilecekleri ne de uzun yaşayabilecekleri' koşullara maruz bıraktı. Bu dinamikler açık biçimde Hindistan’ın kayıt dışı ekonomisinin işleyişinin de temelini oluşturuyor.

Modi rejiminin emekçi yoksullar için salgın yardım tedbirlerine yatırım yapma hususundaki isteksizliği, Covid-19’un yarattığı kaosu -kendi karantina politikalarının hiç de küçük bir parçasını oluşturmayan kaosu-, daha fazla neoliberal reformu dayatmak için kullanma hevesiyle keskin bir tezat oluşturuyor. Eylül 2020’de Hindistan Parlamentosu tarım ve çalışma alanlarıyla ilgili yeni yasalar çıkardı. Her iki yasa da mecliste fazla tartışılmadan aceleyle onaylandı ve her ikisi de sermayenin çıkarlarını destekliyor. Bu yasaları yürürlüğe koyarak, Modi hükümeti açıkça, sınıf olarak 2014’ten bu yana Modi’nin az çok arkasında duran Hintli büyük işletmelerin çıkarlarını gözetiyor. Ve küresel eğilimleri yansıtan Hint sermayesi, salgın ve karantinanın neden olduğu kriz esnasında iyi iş çıkardı. Hindistan, elbette salgından önce zaten bir 'milyarderler Raj’ı [hükümdarlığı/ç.n.]' idi: 2019’da nüfusun en tepedeki ilk yüzde 10’u tüm gelirlerin yüzde 55’ine ve tüm servetin yüzde 74,3’üne sahipti. Ve salgın esnasında zenginlikleri daha da arttı. Aslında, nisan ve temmuz ayları arasında, Hintli milyarderlerin toplam net serveti yüzde 35 artarak toplam 423 milyar dolara ulaştı.

Kısacası, salgın ve ulusal karantina esnasında şahit olduğumuz şey, yalnızca Hindistan’ın emekçi sınıflarına on yıllardır rahatsızlık veren ve içten içe yanan bir krizin büyümesi değil, aynı zamanda bu işleri ortaya çıkaran güç ilişkilerinin daha ileri ve oldukça kasıtlı bir şekilde pekiştirilmesiydi. Ve en önemlisi, bu dinamikler, var olan tehlikeli konjonktürde, Modi rejiminin otoriterliğinin Hindistan’ın laik ve anayasal demokrasisinde yol açtığı bir krizle de kesişiyor. Bu, muhtemelen asla Hindistan’ın tecrit altında bir ulus haline gelmesinden beri geçen zamandan daha belirgin olmamıştı.

BJP ŞİDDET VE BASKIYI BENİMSEDİ

BJP, 2014 genel seçimlerinde iktidara geldiğinde, Modi’nin Hint halkına ve özellikle de işsizliğin büyümesinden bıkmış olanlara 'müreffeh günler' yaşatabilecek bir 'kalkınma adamı' olarak konumlandırıldığı hegemonik bir projenin başındaydı. İktidardaki Kongre Partisi’nin hanedan elitizmine karşı çıktı ve ülkenin ekonomik sıkıntılarına karşı bireysel girişimciliği her derde deva diyerek savundu. Hindu milliyetçisi mesajlar arka plana itildi ve açık beyanlar yerine fısıldayarak iletildi.

Öte yandan, bu durum 2014’teki seçim zaferinden beridir değişti. Modi yönetimindeki BJP’nin siyaseti, açık biçimde gerçek Hintliler ve düşmanları arasında bir çizgi çeken ve bu düşmanlara karşı bir darbe indirmek için halk desteğini arkasına almaya çalışan büyük bir kültürel milliyetçiliğe odaklandı. Bu çizgi, büyük oranda dini terimlerle tanımlandı: Otoriter popülizmin tek ulus ve ulusal kültürün üniter bir anlayışını çerçevelemek için ihtiyaç duyduğu uğursuz ‘öteki’, kendine Hindistan’ın Müslüman azınlığında beden buldu. Müslümanları hedef alan nefret söylemi ve kanunsuz şiddet, mevcut hükümet altında büyük oranda arttı ve daha yakın bir zamanda, Hindu milliyetçiliğinin temelleri giderek daha fazla oranda yasalarda kutsallaştırılmaya başlandı.

Bununla birlikte, Modi’nin otoriter popülizminde uğursuz 'öteki’yi meydana getiren yalnızca Hindistan’ın savunmasız Müslüman vatandaşları değil. Aynı zamanda halkın çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini öne süren hükümeti sorgulamaya ve meydan okumaya cüret eden siyasi muhalifler de içerideki düşmanlardandır. Aslında BJP hükümeti, Delhi’de bulunan Jawaharlal Nehru Üniversitesi’ndeki öğrenci aktivistlerin isyana teşvik suçlamasıyla tutuklandığı 2016’dan beridir, Hindistan’daki muhaliflere karşı giderek şiddetlenen bir savaş yürütüyor. Öğrenci aktivistlere karşı açılan isyana teşvik davası o zamandan beri Hint mahkemelerinde bekletiliyor ve Hindistan’ın ülkeyi içeriden baltalayan 'ulus karşıtı' güçler şeklindeki bir tehditle karşı karşıya olduğu fikrinin doğmasına yardımcı oldu.

Modi hükümeti, ‘Bhima Koregaon davası’ diye bilinen şeyin bir parçası olarak, birkaç insan hakları aktivistinin evlerine baskın yapılan Ağustos 2018’in sonlarında muhaliflere karşı savaşını büyütmeye başladı. O zamandan beri, davayla bağlantılı olarak toplam on altı tutuklama yapıldı. Hapsedilenler arasında Sudhir Dhawale, Sudha Bharadwaj, Anand Teltumbde ve seksenlerindeki şair Varavara Rao bulunuyor. Terör faaliyetleri ve isyana teşvik suçlamalarının ağır niteliği yüzünden, sanıkların kefaletle salınması talebi ısrarlı biçimde reddedildi ve gözaltında tutuldular. Aslında, Rao, yakın zamana kadar, Covid-19’a yakalanmak da dahil olmak üzere, son derece hassas bir sağlık durumuna sahip olmasına rağmen, kefaletle salıverilme talebi defalarca reddetti. Ve büyük oranda, muhalifleri Hindistan Ceza Kanunu’nun özellikle de en katı maddelerini ihlal etmekle suçlama stratejisi, Modi rejiminin 2019’un sonlarında meclise getirdiği Müslüman karşıtı vatandaşlık yasalarına karşı kitlesel protestoları bastırmak için daha yaygın bir şekilde uygulanmaya başlandı.

DEMOKRASİ RAFA KALKMIŞ DURUMDA

Tıpkı dünyanın 2020’nin başlarında Covid-19’u öğrenmeye başlaması gibi, kuzeydeki Pencap’tan güneydeki Tamil Nadu’ya dek yüz binlerce Hintlinin sokaklara döküldüğünü ve önlerine getirilen Ulusal Vatandaş Sicili (NRC) ile birlikte Hintli Müslümanları kendi ülkelerinde ikinci sınıf vatandaş yapmakla tehdit eden Vatandaşlık Yasası Değişikliği’ni (CAA) protesto ettiğini hatırlamak da önemli. Geçen yılın şubat ayı sonlarına doğru Delhi’deki BJP liderleri, CAA karşıtı protestoculara karşı yürüttükleri kampanya kapsamında kentin kuzeydoğu bölgelerindeki Müslüman mahallelerine saldırmaları için kalabalıkları kışkırttı. Çıkan isyanlarda otuz dokuzu Müslüman olmak üzere elli üç kişi öldürüldü ve yüzlerce aile yerlerinden edildi. Uygulanan baskı ve şiddete karşın, protestolar, ulusal karantinanın ülke sokaklarında ve kamusal alanlarında toplanmayı ve yürüyüşe geçmeyi imkânsız kıldığı mart ayı sonlarına kadar sürdü.

Protestocular geri çekilirken, merkezi hükümete ve BJP lideri Amit Shah yönetimindeki İçişleri Bakanlığı’na doğrudan bağlı olan Delhi polisi, önde gelen CAA karşıtı aktivistlere zulmetmek amacıyla, ulusal çaplı karantina esnasında faaliyet göstererek harekete geçti. Bu zulmün odağında, Delhi polisinin, kuzeydoğu Delhi’deki ayaklanmaların, iktidar partisinden politikacılardan ziyade CAA karşıtı aktivistler tarafından dikkatle planlanmış ve yürütülmüş bir komplonun sonucu olduğu iddiası yatıyor. Polisin hikayesine göre, komplo, CAA ve NRC hakkında yanlış bilgiler yayılması ve ardından genç Müslümanları sokak gösterilerine katılmaya teşvik edilmesi yoluyla işliyordu.

CAA karşıtı aktivistleri hedef alan yasal baskı, sokak protestolarının bastırılmasından kısa bir süre sonra başladı. Polis, CAA karşıtı protestolarda genç aktivistleri ve ayaklanmadan etkilenen topluluklardaki genç Müslüman erkekleri gözaltına alıp tutuklayarak ilk adımı attı. Akabinde, yapılan sorgular daha üst düzeydeki aktivistleri tutuklamak ve onlara karşı suçlamalarda bulunmak için kullanılan kanıtları oluşturmak amacıyla kullanıldı. Daha üst düzey aktivistlerin tutuklanmasına eşlik eden iddianameler dişe dokunur bir kanıt sunmasa da çok ciddi iddialarda bulunma eğilimi taşıyor. Gerçekten de, bu davalarda kanıt olarak sunulan şeylerin CAA karşıtı aktivistlerin şiddetli ayaklanmaları körüklemek için bir komploya dahil oldukları iddiasını desteklemek için polis tarafından uydurulduğunu düşündüren pek çok unsur mevcut. Bu cadı avının zirvesi, Eylül 2020’nin ortalarında Delhi polisi tarafından gaddar terörle mücadele yasası ve Hindistan Ceza Kanunu’nun 15 tanınmış CAA karşıtı aktivistine karşı çeşitli ciddi hükümleri kapsamında açılan 17 bin sayfalık bir iddianame halinde geldi.

Bu tutuklamaların son derece çalkantılı bir dönemde muhalefeti suçlu gibi göstermeyi hedeflediği açıkça ortada. Ayrıca, salgın boyunca, Müslümanlar sürekli biçimde Covid-19’un süper yayıcıları gibi sunularak günah keçisi haline getirildiğinden, muhalefete karşı savaş, Modi rejiminin çoğunlukçu kültürel siyaseti ile etle tırnak gibi birleşti. Mevcut durumda, muhalefetin suçlu gösterilmesi hamlesi, dünyanın en büyük demokrasisinin anayasal temellerini aşındırmak amacıyla Hindu milliyetçiliğiyle birleşiyor.

GÖSTERİ HERKESİ MEMNUN ETMEDİ

Peki Modi’nin Hindistan’ı, ulusal karantinanın ilk kez dayatılmasından bir yıl geçtikten sonra nerede? Gösteri bir işe yaradı mı? Bir yandan Modi’nin kalkınma adamı ve ulusun koruyucusu olduğunu aktaran kamusal imajı, diğer yandan büyük sosyal acıların ve yoğunlaşan otoriterliğin gerçekleri arasındaki kopuş göz önünde bulundurulduğunda güven ve inanç siyaseti,  birinin haklı biçimde bekleyebileceği hesaplaşmadan kaçınma noktasında hâlâ bir işe yarar mı?

ABD’li Morning Consult firmasının yakın tarihli bir anketine inanacak olursak, bu soruların cevabı yankı uyandıran bir “evet”; zira Modi’nin onay oranı yüzde 75 gibi yüksek bir noktada, firma tarafından izlenen başka dünya liderlerinden daha yüksek olarak açıklandı. Ancak onay derecelendirme anketlerinden başkent Delhi’nin çeperlerinde yaşananlara döndüğümüzde farklı bir hikayeyle karşılaşıyoruz. Burada, Hindistan’ın tarım sektörünü kurumsal piyasa oyuncularına daha fazla açan yeni tarım yasalarının iptal edilmesi doğrultusundaki talepleri kabul ettirmek amacıyla geçen yılın kasım ayından bu yana protestocu çiftçiler kamp kurmuş durumda. Çiftçi hareketi, artan devlet baskısı ve Modi’ye yakın medya tarafından yürütülen karalama kampanyası karşısında bile takdire şayan bir direnç ve kararlılıkla varlığını sürdürdü. Öyle görünüyor ki, BJP hükümeti, tüm ülke salgının etkisinden ve ulusal çaplı karantinadan dolayı sarsılırken, neoliberal reformu zorlama hevesiyle abartılı bir oyuna girişti.

Tabii ki, tarım yasalarına karşı gerçekleştirilen protestoların, neoliberal Hindu milliyetçiliği dalgasının en sonunda kırılacağı kaya olacağının bir garantisi yok. Tarım yasalarının yürürlükten kaldırılması talebinin başarıya ulaşıp ulaşmayacağını ve böyle bir zaferin arkasından hem neoliberalizme hem de Hindu milliyetçi otoriterliğine meydan okumak için daha geniş bir hegemonya karşıtı hareket inşa etmenin mümkün olup olmayacağını göreceğiz.

Şayet böyle bir hareket inşa edilecekse, Hindistan’ın toplumsal ve siyasi manzarasına derinlemesine yerleşmiş birçok sınır hattı boyunca tarım işçileri, küçük ve topraksız çiftçiler ve şehirli emekçi yoksullar, aynı zamanda Müslümanlar ve kendilerini saldırgan bir Hindu milliyetçiliğinin hedef tahtasında bulan diğer alt sınıf vatandaşlar arasındaki dayanışmanın genişletilmesine ve sağlamlaştırılmasına bağlı olacaktır. Hepsi, öyle ya da böyle, Modi’nin muhaliflere karşı savaşında ateş hattındalar fakat birbirlerini müttefik olarak görmeye alışkın değiller. Sözün kısası, Hindistan’da ilerici bir hegemonya karşıtı hareketin önünde bir yol açılacaksa, bu yolu, kapitalist sömürüye karşı ilerici mücadeleleri benzer şekildeki tanınma, laiklik ve demokratik haklar mücadeleleriyle harmanlayarak inşa etmek gerek.


Yazının orijinali Boston Review sitesinden alınmıştır. (Çeviren: Tarkan Tufan)