YAZARLAR

Hep aynı kâbus

Totaliter rejimler yüz yıllardır aynı kâbusu görüyor: Edebiyat. Çünkü edebiyat, hayal etme hakkımızdır ve bizi ayıran dillere, inançlara, alışkanlıklara rağmen birleşmemizi sağlar. “Emma Bovary arseniği içtiğinde, Anna Karenina kendini trenin önüne attığında, Julien Sorel idam sehpasının basamaklarını tırmandığında, Pedro Páramo’nun köyü Comala’da herkesin ölmüş olduğunun ayırdına vardığımızda tüm okurların bedeninde aynı ürperti dolaşır.”

Ursula K. Le Guin Sesler adlı romanında, gizli bir odada kitap okuyarak özgürlüğe tutunan bir başkarakter yaratır. Bu genç kız, kitaplardan korktukları kadar hiçbir şeyden korkmayan işgalcilere, muhafaza ettiği kitaplarla direnir. Kitabın sese dönüşmesinin en güzel örneklerindendir bu roman.

Kitabın sese dönüşmesi, totaliter rejimlerin yüzyıllardır tükenmeyen korkusu. Sesten korkarlar. Bu yüzden okumanın tarihi ile sansürün ve kitapkırımının tarihini birbirinden ayıramayız. Birinden söz açtığımızda diğerinden de bahsetmek mecburiyetindeyiz. Tarih boyunca tüm diktatörler okuryazar olmayanların (sessizler de diyebiliriz onlara) daha kolay yönetileceğinden emindi. Kitaplarla kurdukları yok edici ilişkinin nedenlerinden biri bu. Kitapların “belleğin uzantısı” olması ise tüm totaliter rejimlerde kıyımın kuşkusuz en öne çıkan nedeni.

Kütüphaneler ve kütüphanecilik tarihi konusunda önemli otoritelerden Fernando Báez, kitap yok etmenin temelindeki, bir kişiyi veya toplumu kontrol altında tutmayı kolaylaştıran tarihsel bellek kaybına neden olma niyetine işaret eder. Bu yok edici eylemin evrelerinden bahseder: kısıtlama, dışlama, sansür, yağma ve sonunda yok etme. Kitapları yok edenler, yasaklayanlar; yıldırırlar, moral bozarlar, tarihi unuttururlar, kuşku yaratırlar ve belleği silerler.

Totaliter rejimlerin kâbusu ise edebiyattır. Yüz yıllardır görülen bir kâbus. Edebiyat tehlikeyi apaçık gözler önüne serer, bireyi ve toplumu tahakküm altına alma planlarını bozar. Adıyla kitabın tutuşma sıcaklığına gönderme yapan Fahrenheit 451’i ve kitapların yeniden yazıldığı, özgün kopyaların yakıldığı 1984’ü düşünsenize. Ya da 1981 yılında Şili’de Pinochet’nin liderliğindeki cunta hükümetinin Don Quijote’yi yasaklama sebebini hatırlasanıza. Generaller Don Quijote’nin bireysel özgürlüğe davetiye, geleneksel otoriteye başkaldırı olduğunu söyler. Akla ilk gelen bu üç örnek bile edebiyatın neden düzen güçlerinin kâbusu olduğunu anlatmaya yeter.

Başına gelen en önemli şeyin okumayı sökmek olduğunu söyleyen Nobel Edebiyat Ödüllü Mario Vargas Llosa, “Okumaya ve Kurmacaya Övgü” adlı muhteşem ödül konuşmasında (çevirisi Celâl Üster’e aittir) kurmaca olmasaydı, özgürlüğün hayatı yaşanır kılmadaki öneminin daha az farkında olacağımızı söyler. Birleştiriciliğin olduğu her alanda, her yerde özgürlükten kolaylıkla söz açmak mümkün. Llosa aynı konuşmasında edebiyatın birleştiriciliğini mükemmelen anlatıyor: “İyi edebiyat, farklı insanlar arasında köprüler kurar ve bize sevinçler, acılar ya da şaşırtılar yaşatarak, bizi ayıran diller, inançlar, alışkanlıklar, âdetler ve önyargılara karşın birleşmemizi sağlar. Büyük beyaz balina Kaptan Ahab’ı sulara gömdüğünde, Tokyo'daki, Lima’daki ya da Timbuktu’daki okurların yüreğine aynı korku düşer. Emma Bovary arseniği içtiğinde, Anna Karenina kendini trenin önüne attığında, Julien Sorel idam sehpasının basamaklarını  tırmandığında, ‘Güney’de (Borges’in ‘El Sur’ adlı öyküsü) kentli hekim Juan Dahlmann meyhaneden çıkıp bir serseri tarafından bıçaklanmak üzere pampalara doğru yürüdüğünde ya da Pedro Páramo’nun köyü Comala’da herkesin ölmüş olduğunun ayırdına vardığımızda, Buda’ya, Konfüçyüs’e, İsa’ya ya da Allah’a inanan ya da agnostik olan, ceket ve kravatlı, calaba’lı, kimonolu ya da bombaça’lı tüm okurların bedeninde aynı ürperti dolaşır. Edebiyat, birbirlerinden çok farklı insanlar arasında bir kardeşlik duygusu uyandırır ve cehalet, ideolojiler, dinler, diller ve ahmaklığın kadınlarla erkeklerin arasına diktiği duvarları gölgede bırakır.”

İşte bunu bildikleri için sansürcüler edebiyatı üretilen ve tüketilen bir ürüne dönüştürmeyi hedefler. Neyin nasıl yazılacağını talep etmekten geri durmaz, ürüne dönüştürmeye çalıştığı kitabı poşete koyup görünürlüğünü azaltır, engeller. Edebiyatın önceden kestirilebilir ve denetlenebilir olmasını isterler.

Sansürcülerin sadece baskı rejimlerinin zorbalarıyla ya da hükümetleriyle sınırlı olmadığını da söylemeli. Okumaktan alıkoymaya çalışanlar, sadece kendi doğrularının tekrar edildiğini görmek isteyenler, neyin okunmayacağına karar verenler, zevk için okumayı reddedenler... Hepsi sansürcüdür.

Ama ne mutlu ki Alberto Manguel’in söylediği gibi, okuma bir defa öğrenildi mi unutulmaz.


Burcu Aktaş Kimdir?

Burcu Aktaş, 1980’de İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi’nde Antropoloji eğitimi aldı. Uzun yıllar Radikal gazetesinde çalıştı. Radikal Kitap’ın editörlüğünü yaptı. Selim İleri’nin iç dünyasını anlattığı Düşüşten Sonra adında bir anlatı kitabı ve Çarpık Ev, Durmayalım Düşeriz, İstasyonda Vals, Vahşi Şeyler isimli dört çocuk romanı var.