Sarılmak yok: Dokunmanın tabu olduğu bir çağda mıyız?

Dokunmanın sağlığa iyi geldiği bilim tarafından kanıtlandı. Ancak çağımızda, sarılmak ve dokunmak yavaş yavaş hayatımızdan çıkıyor. Kişisel alanın sınırlarına dair bu yoğun hassasiyet, ruh sağlığımıza zarar veriyor olabilir mi?

Google Haberlere Abone ol

Paula Cocozza

Aile üyesi ya da samimi olduğunuz biri hariç, bir insanla en son ne zaman fiziksel temasta bulundunuz? Yemek siparişinizi kuryeden alırken parmaklarınızın hafifçe dokunmasından bahsetmiyorum. Mesela, en son ne zaman bir iş arkadaşınızın koluna ya da bir yabancının sırtına hafifçe dokundunuz? Kişisel listem, son yedi günde akraba olmadığım beş kişiye fiziksel olarak temas ettiğimi gösteriyor. Bunlardan biri yeni doğmuş bir bebeği severken, ikisi ise (biri yemek getiren kurye olmak üzere) kazaraydı. Dokunmak, insanların henüz anne karnındayken geliştirdiği ilk duyu. Henüz 1.5 cm büyüklüğündeki embriyolar bile dokunmayı tecrübe ediyor. Ancak yetişkinliğin bir noktasında, çocukken bize içgüdüsel gelen dokunma hali bir anda tuhaflaşıyor, sınırların dışında bir yere konumlanıyor.

Sayısız farklı nedenle, dokunmak hayatımızdan çıkıyor. Geçtiğimiz ay Birleşik Krallık’taki doktorlar, hukuki süreç başlatılabileceği kaygısıyla, hastalara sarılmamaları konusunda uyarıldı. Bir hükümet raporu, koruyucu ebeveyn ya da çalışanların aynı gerekçeyle bakımını üstlendikleri çocuklara sarılmaktan çekindiklerini ortaya koydu. ABD’deki izci kızlar organizasyonunun ebeveynlere “kız çocuğunuzdan hiçbir akrabasına sarılmasını talep edemezsiniz” diye tembihte bulunması tepki çekti. Öğretmenler öğrencilere dokunmaktan kaçınıyor. İngiltere’de açıklanan verilere göre, yaşlı insanlar bir yalnızlık salgını içinde, (haftada) en az beş günlerini hiç kimseyi görmeden veya kimseye dokunmadan geçiriyor.

YENİ BİR SEKTÖR DOĞDU: SARILMA ATÖLYELERİ!

Yaşanan bu eksiklik, Avrupa, Avustralya ve ABD’de bazı profesyonel “sarılmacıların”, dokunmaktan mahrum kalanları rahatlatmak için atölyeler, partiler ve birebir sarılma seansları düzenlediği bir dokunma sektörünün doğmasına yol açtı. Oregon’daki bir sarılma merkezinde, müşteriler menüdeki 72 farklı sarılma seçeneğinden birini ısmarlayabiliyor. Bunlar arasında 'Timsah', 'Anne Ayı' ve daha az çekici olan 'Tarantino' var. Japonya’da geliştirilen ‘huzur sandalyesi’ isimli icat, oturduğunuzda yumuşak kolları ile sizi sarmalıyor.

Acaba bir dokunma krizi böyle mi görünür? Ve eğer öyleyse, insanlar temastan kaçınarak neyi riske ediyor?

“Elbette ki dokunmaktan uzaklaşıyoruz!” diyor, Liverpool’da bulunan John Moores Üniversitesi’nden bir nörobilim profesörü ve temas alanında dünyanın önde gelen uzmanlarından biri olan Francis McGlone... McGlone endişeli: “Dokunmayı o kadar şeytanileştirdik ki, birbirimize dokunmak histerik tepkiler yaratabiliyor, hatta hukuki süreçler başlamasına neden oluyor ve bu temas eksikliği ruh sağlığı için kesinlikle iyi değil,” diyor. Çocuğa dokunarak riske girmek yerine, bir yeri yaralanan öğrenciye yara bandını kendi kendine yapıştırmasını söyleyen öğretmenlerle karşılaştığını söylüyor: “Temasa karşı olan bir dünya yaratıyor gibiyiz. Onun sosyal gücünü yeniden kazanmamızın zamanı geldi.”

Dokunmak genelde tek bir duyu gibi algılanıyor ama aslında oldukça karmaşık bir süreç. Bazı sinir uçları kaşıntıyı hissediyor, bazıları titreşimi, acıyı, baskı ve dokuyu. Ve sinir uçlarından biri de yalnızca nazik dokunuşları tanımak için var. McGlone yıllardır “C-tipi lif” adıyla bilinen bu sinir ucu üzerinde çalışıyor. Onu bulmak için deriye bir iğne enjekte ediliyor ve balık tutarcasına, 'yakalamak' için bir süre bekleniyor. McGlone bunu bir nehrin kenarında oturmaya benzetiyor. “Bir tanesi acı balığı. Bir tanesi kaşıntı balığı.” Nazik dokunuşlara tepki veren sinir bulununcaya kadar bazen saatler geçebiliyor. Ama bu lif, bilim insanlarına insanların neden dokunmaya ihtiyaç duyduklarını gösteriyor.

EVRİMİN 30 MİLYON YILLIK KURALI

Deri okşanırken sinir uçlarında yaşanan davranış değişikliklerini gözlemleyen bilim insanları, bir insana sarılmak için en uygun hızın saniyede 3 ila 5 cm arasında değiştiğini saptadılar. Bu saptama, kulağa ‘bunları biliyor muydunuz’ tarzı yazı dizilerinden kırpılmış eğlenceli bir bilgi gibi gelebilir ancak sonuçları epey kapsamlı. "Bir ebeveyn çocuğuna sevgiyle dokunduğunda" diyor McGlone, "30 milyon yıllık evrimle yazılan bir kuralı tekrarlıyor. Evrimsel olarak birbirimize belirli hızlarda dokunmak üzere programlanmışız.” Bu durumun yarattığı olumlu etki dokunmaya devam etmemizi sağlıyor, bebekleri besliyor, yetişkinleri birbirine yakınlaştırıyor, iyilik duygumuza katkıda bulunuyor. Bu durum bize dokunmaktan hoşlanmayanlar konusunda -ki buna otizm ile yeme bozukluklarının nasıl ortaya çıktığı da dahil- daha fazla şey öğretebilir ve hatta yalnızlığa bir çare bulunmasını sağlayabilir.

Geçtiğimiz yıl Londra Üniversitesi tarafından yapılan bir araştırma, yabancı birinin nazikçe dokunuşunun, sosyal dışlanmışlık hissini azalttığını saptadı. "Bu sinir ucu, yaşam süremiz boyunca mutluluk hissimizin pek çok boyutuyla bağlantılı. Ben ona ‘sosyal beynin Higgs Bozonu’ adını veriyorum. Sosyal olguları birbirine bağlayan bir kayıp parça,” diyor McGlone. İronik şekilde, ebeveynlerin bedensel temasının aşırı duygusal çocukları teşvik ettiğine inanılan 50’lerde büyüyen bir çocuk olarak, McGlone da şefkatli bir teması, bir elektrik şoku gibi algıladığını söylüyor.

Toplum olarak dokunmanın gücünü içgüdüsel biçimde algılıyoruz. Florida’daki trajik silahlı saldırı sonrasında Marjory Stoneman Douglas okulunun müdürünün 3 bin 300 öğrencisinin her birine tek tek sarılacağını ifade etmesinin sebebi buydu. Prenses Diana, 1987 yılında bir AIDS hastasının ellerini tuttuğunda, bunun farkındaydı. Bir ziyareti sırasında saçlarına dokunmak isteyen küçük bir siyah erkek çocuk için başını öne eğerek, kendi potansiyelini avuçlarının içinde hissedebilmesini sağlayan Barack Obama da.

DOKUNULMAK SAĞLIĞA İYİ GELİYOR!

Tiffany Field sık sık geri plana atılan bu duyuyu ve tıbbi etkilerini araştırmak üzere Miami Tıp Okulu’nda ‘Dokunma Araştırmaları Enstitüsü’nü kurdu. Haftada bir masaj yaptırıp dokunulmanın olumlu etkilerini listeliyor. “Derinin altında olup bitenleri açıklayan bilim, bize derinin üzerindeki hareketliliklerin duyu alıcılarını harekete geçirdiğini gösteriyor. Bu, kalp atışını yavaşlatıyor, tansiyonu düşürüyor, insanların stres hormonlarını kontrol edebilmelerini sağlıyor” diyor. “Dokunulmak, bağışıklık sisteminin önde gelen savaşçıları olan ‘doğal katil’ hücreleri artırıyor. Serotonin (mutluluk hormonu) seviyesini yükseltiyor. Serotonin, vücudun ürettiği doğal bir anti-depresan. Daha iyi uyumamızı sağlıyor.” Field’ın olumlu gözlemlerinde, Portland’da bulunan ‘Cuddle Up to Me’ (Bana Sıkıca Sarıl) isimli merkezde edindiği tecrübelerin de payı var. Müşterilere telefon, anahtar ve cüzdanlarını merkezde unutmamaları sıkı sıkı tembih ediliyor. “Bir doz oksitosin (sevgi hormonu) ile oradan ayrılıyorlar. Bulutların üzerinde yürür gibi hissediyorlar.”

Dokunmak, en temelde, bize kim olduğumuzu söylüyor. “Bu nedenle,” diyor McGlone, “anne karnındayken, amniyotik sıvı (bebeklerin içerisinde geliştiği amniyon kesesini dolduran besleyici sıvı) ile çevrelenen beyin bir şeyi fark etmeye başlıyor; ‘benim bir vücudum var ve bu da bir başkasının vücudu. Gelişmeye başlayan beyin, bir benlik duygusu oluşturuyor. Bu olmazsa, bir yerde kilitli kalma sendromu yaşanabilir."

HARLOW'UN DENEYİ HER ŞEYİ ANLATIYORDU

Mary Carlson 78 yaşında. Efsanevi bilim insanı Harry Harlow’un asistanı olarak çalıştı. Harlow’un maymunlar ile yaptığı deneyler, dokunma ihtiyacının ne kadar temel olduğunu ortaya koymuştu; annesinden ayrılan bir yavru, kumaşla kaplanmış ve süt veren soğuk bir mekanizma yerine, süt vermeyen ama sıcak bir mekanizmaya sokulmayı tercih etmişti. Yavru gerçekten beslenmek yerine besleniyormuş gibi hissetmeyi tercih ediyordu.

Carslon, Harlow ile üniversitenin ilk yılında tanıştı. Laboratuvarda annelerinden ayrılan yavru maymunların sosyal gruplar içindeyken 'bir köşeye çekilip içlerine çekilerek boşluğa baktıklarını' fark etti. Carlson 30 yıl sonra, Romanya’da Çavusesku rejiminin mirası olan yetimhanelerde annelerinden ayrılmış çocuklarla bir araya geldiğinde benzer davranışlarla karşılaştı. On binlerce çocuk en alt düzeyde insan teması ile yaşıyordu.

Carlson için dokunma “türler arası bir tür tanışma” demek. Dokunma olmaksızın insanların, en basit tabirle, ‘daha az insan’ olacaklarını savunuyor. “Bugünlerde birbirlerine dokunan insanları pek görmüyorsunuz” diyor Field. Kendisi bir restorandan yeni gelmiş ve “Herkes telefonlarıyla ilgileniyordu,” diyor. Kısa süre önce LaGuardia Havalimanı'nda, bekleme salonundaymış; "Tek bir kişi bile diğerine dokunmuyordu. İki yaşındakiler bile bebek arabalarında iPad’leri ile meşguldü (Dokunma hissini dokunmatik ekranlarından alıyorlardı). Ardından Coconut Grove sanat festivaline gitmiş, "Çok kalabalık olduğu için insanlar birbirine çarpıyordu. Özür dileyip ciddi bir utanç içinde uzaklaşıyorlardı.”

Field, restoranlarda ve havalimanlarında insanların birbirleriyle ne kadar az temas ettiklerini ve sosyal medyanın ne denli yüksek düzeyde dikkat dağınıklığı yarattığını belgeleyecek çalışmalar yapmayı planlıyor. Henüz mobil teknolojiler ya da sosyal medyanın gelişimi ile insani temasların azalması arasında bilimsel bir ilişki saptanmadı. Ama Field’ın, birbirleri yerine kendi dünyalarına gömülmüş ve ekranlarına eğilmiş halde tek başına oturan insanlara dair tarifi oldukça bilindik.

Sanat fuarlarında birbirlerine çarpıp utanç içinde kaçan veya her gün evlerinde yalnız başlarına oturan bu atomize olmuş insanlar, Harlow'un kafeslerinin köşelerinde kendi kendilerini teselli eden maymunlarına benzemiyor mu? Eğer öyleyse, dokunma hissini kaybetmek bizi nereye götürecek?

BEYİN UYUŞTURUCU VE ALKOLE YÖNELEBİLİR

‘Yalnızlığa Son’ kampanyasında yönetici ve araştırmacı olan Kellie Payne, yalnızlığın insanları 'kortizol (stres hormonu) seviyelerinin yükseldiği, savunmacı bir duruma soktuğu için tehlikeli olduğunu' söylüyor. "Olumsuz tecrübeler yaşamış kişiler, insanlarla tüm ilişkilerinin olumsuz yürüyeceğini varsayıyor", ki bu da iletişim ve teması yeniden tesis etmeyi zorlaştırıyor.

Yaşlı insanlar için diğer bir zorluk da dokunma duyusunun giderek zayıflıyor olması. 'Dokunma: El, Kalp ve Zihnin Bilimi' isimli kitabın yazarı David J. Linden’a göre, insanların dokunma duyuları 20’li yaşlarda en kuvvetli halindeyken, sonrasında her yıl yüzde 1 zayıflamaya başlıyor. Field ise daha önce yetişkinlerde görülen huzursuz bağırsak sendromu ve fibromiyalji gibi rahatsızlıkların çocuklarda da belirginleşmesi gibi, bazı pediatrik acı sendromlarında artış yaşanmasından endişeli. Bunun stres ve dokunma eksikliğine bağlı olduğunu söylüyor ve çocukların gittikçe azalan fiziksel temas sonucu daha agresif bir hale geldiklerini belirtiyor.

McGlone da onun endişelerine katılıyor. “Benim korktuğum da bu. Eğer bu evrimsel sistem bir şekilde bozulur veya kesintiye uğrarsa, beyin yerine ikâme edeceği bir şey bulmakta gecikmeyecektir: Bu, uyuşturucu ya da alkol olabilir... Bir ödül sistemini ortadan kaldırırsanız, beyin kendini ödüllendirmek için başka şeyler bulur.”

İnsanlar dokunmaya bayılır. Onu o kadar seviyoruz ki; sadece kelimenin kendisi onlarca ürünü sattırabiliyor: Yumuşak dokunuşlu yastıklardan kadife dokunuşlu pantolonlara, uzman dokunuşlu tavalardan mükemmel dokunuşlu yüz kremlerine... Fakat cinsel istismarın ve tacizin yaygın olduğu çağımızda, artık birbirimize dokunmak güvenli gelmiyor. Sınırlara ilişkin, doğru yaklaşımı bulmayı zorlaştıran bir aşırı dikkat hali var. "İş arkadaşıma sarılmadan önce iki kez düşünüyorum. Birkaç yıl önce bu kadar çekinmezdim. Ya yanlış anlaşılırsa, ya birine kendini kötü hissettirirsem diye düşündüm,” diyor Linden.

DOKUNMAK GÜÇ DE GÖSTERİR

Dokunma, en kibarından bile olsa, hiçbir zaman yalnızca şefkat göstermekle ilgili değil. Aynı zamanda güç ile de ilgili. (Donald Trump’ın dünya liderlerini nasıl karşıladığını izlemeniz yeterli.) “Midas dokunuşu’’ adı verilen çalışmalar, nazikçe kollarına dokunulan restoran müşterisinin daha çok bahşiş bıraktığını, bakım evindeki yaşlıların temas edildiklerinde daha fazla yemek yediklerini gösteriyor. Tüm bunlar, dokunmanın ikna edici gücünü gösteriyor. Dokunmak bir eylemi caydırabilir ya da teşvik edebilir. Etkisi her zaman iyi olmayabiliyor da. Otizm sendromu yaşayanlarda ya da travma ve istismara maruz kalmış kişilerde semptomları tetikleyebilir.

Anna Fortes Mayer ile Londra’nın kuzeyindeki evinde biraraya geldim. 2010’dan beri sarılma atölyeleri düzenliyor. Büyük kırmızı koltuğunda oturuyor ve dokunmanın nasıl yaygınlaştırılabileceğini konuşuyoruz. Pek fiziksel temas kurar bir hali yok ama nihayetinde birbirimizi tanımıyoruz ve koltuğu geniş. Ona o günkü dokunma günlüğümü aktarıyorum: Yoga eğitmenim sırtımı sıvazladı, bir de kızımın futbol koçu ile maç günü olduğu için kısa bir sarılmamız oldu. “Yeterli değil,” diyor Mayer başını sallayarak. Ama bir insan daha ne yapabilir? Daha fazla teması hayatımıza nasıl sokabiliriz?

MUCİZELER YARATABİLİR

Başlangıç olarak, Mayer fazla hevesli şekilde bir sarılma için öne atılmamayı öneriyor. “Sana sarılmamı ister misin?" veya "Bana sarılır mısın?" gibi laflardan hoşlanmıyor. Bunların bir üstünlük ve sahiplik hissettirdiğini düşünüyor. Ona göre “Sarılalım mı?” diye sormak daha makul. İnsanların birbirleri ile fiziksel temas kurdukları durumlara dair öz farkındalığın teşvik edilmesi gerekiyor. Ama bu dokunuşlar eğer bir açıklama notuyla beraber gelirse, samimiyetini yitiriyor. Protokolü kıran bir temas her zaman daha sıcak ve etkili. Meghan Markle’ın el sıkışmak yerine sarıldığı ânı düşünün ya da Michelle Obama’nın, Kraliçe’nin omzuna sarılışını.

Fortes Mayer’ın evinden ayrılırken koridorda ayakkabılarımı giyiyorum ve “Anna, sarılalım mı?” diyorum. Sarılıyoruz ve evet, kendimi gerçekten de iyi hissediyorum. “Çoğunlukla elimi insanların omzuna koyuyorum,” diyor Carlson, “Dokunmaya inanıyorum. Bunu karşı tarafa kendini küçük hissettirmeden yapmanın pek çok yolu var.”

“Bazen bir yabancının dokunuşu bile, istenmeyen bir durum değilse, çok iyi hissettiriyor,” diyor Linden. “Köpeğinizi okşamak, hatta sizin olmayan bir köpeği okşamak güzel.” Gerçek yalnızlık hissine karşı, günlük yürüyüş egzersizleri baskı noktalarını harekete geçiriyor. Tiffany Field bunu yapıyor. Ayrıca yoga öneriyor: “Uzuvlarınız birbirine temas ediyor.”

Elbette hiç kimse, bir kucaklaşmayla yalnızlığın tedavi edileceğini iddia etmiyor. Ama yine de nazik bir dokunuş mucizeler yaratabilir.

Bu makalenin orijinali The Guardian gazetesinde yayımlanmıştır. (Çeviren: İdil Karşıt)