YAZARLAR

Hans Jacob Breüning'in gözüyle Osmanlı dünyası

Breüning, İstanbul'da çok ucuza şarap bulunabildiğini yazmış. İstanbul'dayken veba salgını varmış. Yahudi bir hekim (hekimlerin çoğu Yahudi diyor) 'bol bol şarap için bir şey olmaz' diye tavsiyede bulunmuş. Onlar da öyle yapmışlar ve gerçekten de hiçbiri hastalanmamış. Breüning, II. Selim'in şarabı serbest bıraktığını (ve bol bol içtiğini), III. Murad'ın ise bir yasaklayıp bir serbest bıraktığını söylüyor.

Osmanlı topraklarında dolaşan Almanlarımız arasında önemli bir figür de Hans Jacob Breüning (1552-1616) idi. Daha önceki yazılarımızda 'vazife gereği' Türk topraklarına gelen Alman seyyahlarına değinmiştik. Onların gerçek anlamda seyyah olup olmadığı tartışmaya açık elbette. Breüning ise kelimenin gerçek anlamıyla seyyah sayılabilir. Zira onu Osmanlı topraklarına atan ne diplomatik görevi ne de ticaret/siyaset... Breüning erken modern çağın insanı. Fransızca öğrenmek için üç yıl Fransa'da yaşıyor. Ardından İtalyanca öğrenmek için 1578'de İtalya'ya gitmiş. Oradan da doğu ülkelerine gitme tutkusuna kapılmış. 1579'da Venedik'ten İstanbul'a geliyor. Onun yolculuğu diplomatik bir görev içermediğinden yol boyunca Atina, Troia harabelerini geze geze yavaş bir yolculuk yapmış. Zaten Venedik'ten İstanbul'a ulaşması da bu nedenle iki ayı bulmuş. Adalardaki Rumların ve Müslümanların yaşamı hakkında da kimi doğru kimi yanlış çeşitli bilgiler veren Breüning tam olarak geçtiği yerlerin antik zamanlardaki manzarasını hayal etmeye çalışıyor. Vaktiyle Kleopatra'nın donanması şurada yenilmişti, Octavius'un askerleri de buradan geçmişti vb.

Hans Jacob Breüning

Türk yönetiminin sanıldığı kadar baskıcı olmadığını ve Muhammediliğin kurallarına açıktan meydan okunmadıkça Osmanlıların Rumları kendi halinde bıraktıklarını yazıyor. Sonra da ekliyor: "Türk hükümdarı, yönetimi altındaki topraklarda yaşayan bütün halklara inanç özgürlüğü hakkını tanımıştır". İşte bizim tarihçilerin bayıldıkları cümleler. Elbette bu Breüning çağının bir yorumu. Günümüzde inanç özgürlüğü üç boyutlu bir kavram: Yani herkes kendi dininin akidelerine uyma ve ibadet hürriyetine sahiptir bu birinci boyut... İsteyen istediği dine girebilir bu ikinci boyut ve isteyen de hiçbir dine inanmaz bu da üçüncü boyut. Tarihçiler bu modern kavrayışı önemsemediklerinden sanki Breüning çağında da kavram günümüzdeki gibi kullanılıyormuş gibi bir hava oluşuyor. Halbuki Brenüning'in kast ettiği inanç özgürlüğü kavramı tanımın sadece ilk boyutunu içeren 'herkes kendi dininde ibadet hürriyetine sahiptir' ilkesi. Yani Rum kilisesine, Musevi havrasına gidebilir Müslümanlar buna karışmaz. Peki ya ikinci boyut olan din değiştirme hakkı. Burada klasik İslam hukuku tek yanlı çalışır. Bir gayrimüslim Müslüman olabilir ama bir Müslüman başka dine geçemez. Müslümanlığa geçişlerin Müslümanlarca bayram havasında kutlandığını biliyoruz. Hatta önceki hafta sözünü ettiğimiz Seidel - kendisinin İtalyanlardan pek hoşlanmadığını da görmüştük- Osmanlı topraklarına (Budin) ayak basar basmaz kendi ekiplerindeki bir İtalyan'ın 'ben İslam'a girmek istiyorum' demesine şahit olmuştu. Türkler Müslüman olan bu adama hemen süslü bir hilat giydirmişler onu beyaz bir ata bindirerek tüm şehirde zafer turu attırmışlar. En ilginci de daha bir günlük Müslüman olan İtalyan'ın olayın şaşkınlığı içindeki arkadaşlarını görünce 'köpekler' diyerek yüzlerine tükürmesi. Ne hızlı bir değişim! Böyle bir törene, bir Rum'un şölenlerle Müslüman oluşuna Breüning de şahit olmuş.

Evet Müslümanlığa geçiş (ihtida) böyle sevinçle karşılanan bir olaydı.  Müslümanlığa dönenler (mühtedi) hak yolunu bulmuş kutlu kişiler olarak görülürdü. Peki ya Müslümanlıktan başka dine geçme (irtida) hakkı var mıydı? Elbette yoktu. Müslümanlıktan başka bir dine geçen (mürted)  önce uyarılırdı. Uyarılara rağmen eski dinine dönmezse de İslam hukuku gereği cezası idamdı. Mesela ikide bir din değiştirdikten sonra şimdilerde hidayete erip millete din ve ahlak dersi veren meşhur bir ablamız eski hukuk sisteminde olsa hayli eziyetli bir yaşam sürecekti. Bu açıdan bakıldığında Osmanlı'da 'inanç özgürlüğü' denilen olgu 'inanç özgürlüğü' kavramının sadece birinci basamağını tanıyor ikinci basamağında tek yönlü çalışıyor, üçüncü basamak olan inanmama özgürlüğünü ise hiçbir koşulda tanımıyordu. Herkesin bir dini olması gerekiyordu, bunun aksi Osmanlı dünyasında ve o dönem Avrupa'sında düşünülemezdi.

Burada temel sorun elbette çocukların da hangi ailede doğdularsa o ailenin dininden sayılmaları. Bu nedenle bir Müslüman genç için artık arayış yolu baştan kapanmış oluyordu. Hıristiyan ve Yahudi ise İslam'a geçme 'hürriyetine' sahiplerdi. Ancak burada da ilginç ayrıntılar var. Mesela Osmanlıların herkesin kendi dininde kalması gerektiğine dair bir örfi yaklaşımları vardı. Yani gayr-i müslimler İspanya’daki ya da Macar Krallığında olduğu gibi toplu din değiştirmelere zorlanmadıkları gibi örneğin bir Yahudi Müslüman değil de Hıristiyan olmaya karar verdiğinde Yahudi cemaati bu kişiyi Osmanlı makamlarına şikayet edebiliyordu. Benzer şekilde Ortodoks Rumların Katolikliğe geçişi de Osmanlı makamlarınca engellenmekteydi. Papalık denetiminde olan Katolik Kilisesine geçişler o zamanlarda Osmanlı denetimindeki Patrikhaneden kopuş anlamına geldiğinden Osmanlılar bu türden geçişlere hoş bakmazlardı. Memleketim olan Kapıdağı bölgesinde bu olayın somut bir örneği var. 19. yüzyılda Perama (günümüzde Karşıyaka) adlı Rum-Ortodoks köyün halkı manastır gelirlerinin paylaşımı konusundaki bir anlaşmazlık sonucu Patrikhaneye kızıp toplu halde Katolikliğe geçiyorlar. Bu 'başkaldırıyı' duyan Patrikhane hemen Osmanlı idaresine haber vererek şikayetçi oluyor. Osmanlı kaymakamı jandarmayla köye gelip herkesin Katoliklikten Ortodoksluğa dönmesi emri veriyor. Köy halkı korkuya kapılıp yeniden Ortodoks oluyor. 'Hayır biz Katolik kalacağız' diye inat eden yarım düzine kişi de jandarmadan yedikleri sağlam bir meydan dayağı sonucu 'ikna' olarak yeniden Ortodoks oluyorlar. İşte devlet-i âliden enteresan bir inanç hürriyeti öyküsü...

Ortodoksluktan Katolikliğe geçiş gibi Sünni mezheplerden heterodoksiye geçiş de sorunlu bir olaydı. Gerçi onun döneminde heterodoksi büyük bir baskı altında sayılmazdı. Breüning dervişlerin tuhaf yaşamlarına şahit olmuştu.  Cinsel organlarına demir halka geçiren, afyon çiğneyerek bilinçlerini yitiren, hayvan postları giyen, Haliy (Ali) hakkında hurafeler anlatan dervişlerden söz eder. Dervişler ile deliler arasında bir ayrım yapılmadığını belirtir. Zira ‘Türkler delilerin Tanrı'nın kutsal insanları olduklarına inanırlar’ der. Bu gelenek halen sürüyor, deliler bugün de mahallenin simgesi ve herkesin sahiplendiği insanlar. En azından bizim bölgemizde böyle. Deliler yedirilir, içirilir, berberler onları ücretsiz tıraş eder vb. Bunlar Avrupalıların pek anlayamayacağı ayrıntılar. Biz mantık kuralları üzerine inşa edilen bir kültüre sahip olmadığımızdan delilik-akıllılık ayrımı... Bu bizde batıda olduğu kadar da net değil zaten. Batılıların gözünde delilik işareti olayların çoğu bizde aşırı sevinç, çoşku ve sevgi gösterisi olarak görülüyor.

Breüning’in gözüyle piramitler ve Sphnix’in hayli romantik bir yorumu.

Breüning'in Almanlıktan kaynaklanan teknoloji odaklı yorumlarını (Türklerde bilim yoktur, astronomiden anlamazlar, basımevleri yoktur vb) bir çırpıda geçiyorum. Bunlar her Alman seyyahda var... İlginç olarak İstanbul'da çok ucuza şarap bulunabildiğini yazmış. İstanbul'dayken veba salgını varmış. Yahudi bir hekim (hekimlerin çoğu Yahudi diyor) 'bol bol şarap için bir şey olmaz' diye tavsiyede bulunmuş. Onlar da öyle yapmışlar ve gerçekten de hiçbiri hastalanmamış. Breüning, II. Selim'in şarabı serbest bıraktığını (ve bol bol içtiğini), III. Murad'ın ise bir yasaklayıp bir serbest bıraktığını söylüyor. Müslümanların şarap içmeleri yasak olsa da bunun yerine 'etkisi güçlü başka içeceklerle midelerini doldururlar' diyor. Ama ne kast etiği anlaşılmıyor. Geçen hafta sözünü ettiğimiz yer sofrası olayına da değinmiş. Dediğimiz gibi doğrudan halı/kilim üzerinde yemek yenilmediğini bir karış yüksekliğinde sehpanın üzerine meşin örtü serildiğini yazmış.  Sünnetle ilgili yazımızı (Gelenekten Kopuşa Üç Antropolojik Örnek) da doğrular şekilde Türklerin çocukların sünneti için yedi sekiz yaşını beklediklerini söylemiş. Çünkü çocuklar sünnette söylenmesi gerek ayetleri tekrarlayabilecek olgunlukta olmalıymış. Ayrıca sünnet çocuğu ata bindirilip dolaştırılıyor, silahla kuşandırılıyor. Yani önceden de söylediğimiz üzere bir tür erginlenme seremonisinden söz ediyor. Hatta Breüning antropologların inisiyasyon törenleri için söyledikleriyle birebir aynı şekilde 'sünnet edilen çocuğun ancak bundan böyle gerçek bir Müslüman olarak görülüp dindaşları arasına kabul edildiğini' yazmış. Breüning 'bebek sünneti' olayının o dönemde sadece Yahudilerce yapıldığını ekliyor.

Çocuk isimlerine verdiği örnekler de şöyle: Ahmed, Mehmed, Hamza, Ferhad, Ömer, Süleyman, Selim, İsmail, Eyüp, Mustafa, Suphi...bunlar o zamanın 'moda' isimleriymiş.

Brenüning’in Türkçe baskıda yer almayan Mısır gezisinin çizimlerinden örnek.

Seyahatnamenin en korkunç tanıklıkları çeşitli suçluların halk önünde yavaşça ölmelerine yol açan ağır işkencelerden geçirilmelerine dair. Buradaki ayrıntılara girmeyeceğim ama ikide bir Osmanlıda hoşgörü ya da Ortaçağlar nostaljisi kavramlarına değinenlerin bu kısımları okumasını tavsiye ederim.  Breüning kocasına ihanetle suçlanan bir kadının önce eşeğe ters bindirilip halk arasında 'teşhir' edildiğini, halkın güzelliği ile dikkat çeken bu kadına çamurlar fırlattığını ve sonra da kadının limanda denize atılıp boğdurulduğunu yazmış. Kadının kocası kadıymış, karısının başına geleceğini bile bile onu şikayet etmiş yani, böylece 'saygınlığını korumuş' haşmetmeap. Osmanlı halkının sanıldığı kadar tutucu olmadığına dair biz de yazılar yazıyoruz. Ancak bu tavrımızın geçmişi yücelten bir nostaljiyle asla barışamayacağını vurgulamalıyız.

Kitap: Hans Jacob Breüning, Breüning Seyahatnamesi, Doğu Ülkelerine Yolculuk; İstanbul 1579, çev. Selma Türkis Noyan, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2020.

Yazıyı sona erdirirken bu kitabın Türkçesinin seyahatnamenin küçük bir bölümünü içerdiğini hatırlatalım. Yayıncılar Breüning'in sadece Trakya-Anadolu maceralarını yayınlamayı uygun gördüklerini belirtiyorlar. Seyyahın Mısır, Sina ve kutsal topraklardaki anıları tercümeye eklenmemiş. Halbuki bu bölüme ait kısımlar ve gravürler çok güzel. Özellikle de egzotik hayvanların tasvirleri. Bunların bir kısmına burada yer vermeyi uygun gördüm. Bir de Breüning çok sayıda anlaşılamayan Türkçe terimden söz ediyor. Ama bazıları anlaşıldığı halde de (?) işareti konulanlar var. Mesela bir yerde çarşı pazarları denetleyen murtasup adlı kişiden bahsediliyor. Çevirmen buna da (?) işareti koymuş. Halbuki bunun muhtesib olduğu belli. Umarım bu seyahatname ileride bütün halde yayınlanır.

Kitap: Hans Jacob Breüning, Breüning Seyahatnamesi, Doğu Ülkelerine Yolculuk; İstanbul 1579, çev. Selma Türkis Noyan, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2020.


U. Töre Sivrioğlu Kimdir?

1980 yılında Gönen'de doğdu. Ege Üniversitesi'nde arkeoloji bölümünden mezun oldu. Arkeoloji alanında yüksek lisans ve tarih alanında doktora eğitimi aldı. Türkiye'nin çeşitli illerinde ve İran, Özbekistan, Afganistan gibi ülkelerde kazı ve araştırma projelerine katıldı. İran, Bizans, Osmanlı/İslam sanatı ve arkeolojisi üzerine çeşitli araştırmaları yayınlanmıştır. Arkeoloji ve tarih temalı atölyeler yapmaya devam etmektedir.