73'üncü yılında Tan baskını: Ne değişti?

Tan'ın hikâyesi, tüm ağırlığına rağmen Türkiye'de basının başına gelenlerden yalnızca biri. 6-7 Eylül 1955 ile 7-8 Eylül 2015’in 60 yıllık döngüsündeki paralelliğine hapsolmuş karanlık bir devlet geleneğimiz var. 4 Aralık 45’i anarken, 24'üncü yıldönümünde 3 Aralık 94’teki Özgür Ülke saldırısını; gazetenin Cağaloğlu’ndaki merkeziyle Ankara bürosunun meşhur faillerce bombalanmasını, Kadırga’da gazete çalışanı Ersin Yıldız’ın katledilip 23 çalışanın da yaralanmasını da hatırlamak gerekiyor. Gerekiyor ki bu devlet aklının sürekliliğini anlayabilelim, geçmişi mağduriyet hesapları içinde boğmayalım.

Google Haberlere Abone ol

Mahmut Çınar*

73 yıl öncesinden bahsedeceğiz. Sanki uzak, unutulmuş bir günden bahseder gibi, 1945'in soğuk bir aralık gününden... Tarih bugünün resmini çizmeden, biz bugünden başlayalım, 73 yıl öncesine bugüne kısaca değinip uzanalım.

Geçtiğimiz hafta mahkemenin sonuca bağladığı bir dava, karar "normal şartlarda" verilmiş olsaydı Türkiye basın tarihine geçebilirdi. 6 ve 8 Eylül 2015'te (evet, 1955 pogromunun yıl dönümünde) birkaç yüz kişilik grupların Hürriyet gazetesine gerçekleştirdiği saldırılara yönelik davadan söz ediyorum. 26 kişi hakkında, "Mala zarar verme" ve "Nitelikli olarak konut dokunulmazlığını ihlal etmek" suçlarından açılan davada 25 sanığın beraatına karar verilirken bir sanık, "Geceleyin iş yeri dokunulmazlığını ihlal etmek" suçundan 1 yıl 8 ay hapis ve "Mala zarar verme" suçundan 2 bin lira adli para cezasına çarptırıldı. Ceza, ertelendi.

Saldırganların iktidar partisiyle ilişkilerinin, saldırı gerekçelerinin ("Gazetenin, Erdoğan'ın sözlerini çarpıttığı" iddiası), saldırı sırasında attıkları sloganların kararda etkisi büyük olmuştur, tahmin etmek güç değil. Daha adil bir kararın çıkmasını talep etmek ne kadar yurttaşlık görevimizse, gerçekten adil bir kararın çıkacağını beklemek de günümüz koşullarında o denli saflık olurdu herhalde.

Ancak bir basın tarihi meraklısı ve haber alıcısı olarak beni asıl yaralayan şey, karardan bir gün sonra gazetenin aldığı tutumdu. 2015'ten bu yana köprünün altından akan sular, gazeteyi sermayenin başka bir köşesine fırlatmıştı. Sahibi değiştirilen, kurulduğu günden bu yana hep devlet aklının temsilcisi olmuş, ancak son birkaç yılda her şeye rağmen kendisini iktidara beğendiremeyen Hürriyet gazetesi, varlığına yapılan saldırının cezasız kalmasını, 28 Kasım tarihli nüshasında, sayfanın altında iki sütuna sığdırarak, küçük bir köşede sırf vermiş olmak için verebildi. Çünkü Hürriyet için geçmişin saldırganları bugünün davadaşlarıydı...

Türkiye siyasi tarihinin kaygan zemininde; değişmeyen, günün ahvaliyle oradan oraya hareket etmeyen pek az şey bulunur. İktidar ve basın ilişkisi bunlardan biri. Evvela; kim olursa olsun, devletin mekanizmalarına ve ülkenin adı hemen her zaman milliyetçilik olan ideolojisinin koruyucusu olma sıfatına sahip olan muktedir, (eski adıyla) basına yönelik tedbirler alarak başlar işe. Diğer yandan büyük basınımız, maşallah, muktedire zaten yapılacak pek iş bırakmaz, dersini ta en başında almıştır.

Bu bir gelenektir zira bizde gazetecilik, "devlet baba"yı anlatmak, onun hakkını korumak, dışarıdan ve içeriden, padişahın şahsında devlete yönelen eleştirileri bastırmak, en iyi ihtimalle "cahil halk"ı eğitmek için bir araç olarak tesis edildi ki bugün bu doğumun izlerini açıkça görmek mümkün.

Hakkını vermemiz gereken bir çaba olsa da ilk sivil gazetecilik örnekleri açısından da durum pek farklı değildi; en azından iktidarın baskısı, ara ara bu basında görünür olabilen "hak", "hukuk" gibi talepleri bir şekilde bertaraf etmeye yetti. 1860'ta Tercüman-ı Ahval, Batı'yı bilen, Batı'da gazetenin ne demek olduğunu anlamış olan isimlerce çıkarıldı; bu yönüyle Abdülmecid'in ve sonrasında Abdülaziz'in şüphesinin de odağı haline geldi. "Toplumu eğitmeyi" şiar edinen ve yazarları arasında devleti kurtarma derdindeki bürokratların da olduğu gazete hayatta kaldığı 6 yılda 792 sayı yayımlanabildi.

Cumhuriyet tarihinin hemen başında, Aralık 1923'te gazetecilerin yargılandığı İstiklal Mahkemesi, devlet erkânıyla gazeteciler arasındaki ilişkinin daha sonraları ne biçimde seyredeceğinin de resmi oldu. Geleceğe verilen mesajdı bu: Gazeteci ya biat edecek, en iyi ihtimalle devlete, hükümete, izin verilen ölçüde eleştiriler getirecek yahut Türkiye dünyada en fazla gazetecinin hapiste olduğu ülkelerden biri halini alacaktı. İkisi de oldu. Biat edenler, hâlâ bir şekilde "gazeteci" sıfatını kullanadursun, işini hakkaniyet ve adaletle yapmaya çalışanlar o kadar çoktu ki, her gün bir işten atılma, yargılanma, hatta tutuklanma haberiyle uyanır olduk.

Bu hakkaniyetli gazetecilik geleneğinin çok önemli bir noktasında Tan gazetesi duruyor. 1945'te, bir daha açılamayacak denli büyük bir yıkıma maruz kalan, yakılan, talan edilen, sahipleri ve yazarları ülkeden kovulan Tan gazetesi...

'TAN'IN HİKÂYESİ

1935'te, adı daha önce 'Milliyet' olan gazetenin başına Ali Naci Karacan geçti ve gazetenin adını 'Tan' olarak değiştirdi. Kısa süre sonra, İstiklal Mahkemesi mağduru olan ve bir süre gazetecilik yapması yasaklanan Ahmet Emin Yalman, Mustafa Kemal tarafından affedilince, anılarında anlattığına göre yine bizzat Atatürk tarafından bağımsız bir gazete çıkarması için teşvik edildi. Yalman'a göre Atatürk'ün isteği, "objektif tenkitler" yapan bir gazeteydi. Yalman, Zekeriya Sertel ve Halil Lütfü Dördüncü ortaklığıyla 'Tan' İş Bankası'ndan satın alınarak yeni bir solukla yayın hayatına başladı.

Gazetenin kadrosu, dönemin nispeten "solcu" olarak bilinen ancak her durumda Kemalizm'e bağlı olduğunu ifade eden isimlerinden oluşuyordu. Sabiha Sertel ise gazetenin bu profilin belki de en çok dışında kalan yazarıydı.

Devletle, daha doğrusu devlet ağzından konuşan gazetelerle Tan'ın arası ilk günlerde açılmaya başladı. O dönem yükselen Almanya dalgasının etkisindeki kimi gazeteciler, Türkiye'de bir Nazi sempatisi oluştuğunu iddia eden Sabiha Sertel'e sert bir dille saldırmaya henüz 1937'de başlamıştı bile. Cumhuriyet gazetesinin başını çektiği bu grup, sosyalist olduğu bilinen Sabiha Sertel'i ve daha çok ABD tarzı bir demokrasiyi savunan Yalman'ı, "komünistlik"le suçluyor (!), bizzat Cumhuriyet'in imzasız başyazılarında "Bolşevik Dudu" gibi cinsiyetçi ifadelerle Sabiha Sertel hedef gösteriliyordu. Yalman'a ise İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmasına referansla ve daha beteri "Selanik dönmesi" olması bahanesiyle (Cumhuriyet için bu hem "vatan haini" demekti hem de yükselen ırkçı dalgaya bağlı olarak "Yahudilik" vurgusu yapılıyordu) saldırılıyordu.

Bir aydan uzun süren ve Mustafa Kemal'in emriyle bitirilen kavga, daha doğrusu saldırı dalgası 1945'te bu kez daha korkunç bir şekilde tekrarlandı.

Serteller'in ve Yalman'ın "anti-faşist cephe" diyerek adlandırdığı ve desteklediği blok 2. Dünya Savaşı'ndan galip çıkınca Sabiha Sertel, 1937'deki saldırıları hatırlatan yazılar kaleme aldı. Önce, "faşist" lafını üzerine alınan basın tarihimizin koca koca kalemleri art arda saldırmaya başladı Sertel'e. Sabiha Sertel'in daha önce yaptığı sosyalist metin ve kitap çevirileri ve tabii ki kadın olması, en önemli saldırı noktalarıydı. Aynı günlerde Tan'da Zekeriya Sertel ve yeni gazetesi Vatan'da Ahmet Emin Yalman, çok partili demokrasi çağrısı yapan yazılar kaleme alıyordu. Her ne kadar söz konusu çok partili siyasi sistem bizzat "Milli Şef" İnönü tarafından dile getirilmiş olsa da, partinin keskin kalemşörleri, "demokrasi gelecekse onu da biz getiririz" diye düşündüklerinden olacak, demokrat yazarların çağrısını "hainlik" olarak yorumladılar. Yukarıda hatırlattığımız ilk İstiklal Mahkemesi'nde "hıyanet"le suçlanan Hüseyin Cahit Yalçın, Peyami Safa'yla birlikte bu saldırgan bloğun başını çekiyordu.

'KALKIN EY... EHLİ VATAN!'

.

Sertellere yönelik saldırılarda, çiftin, kurulma çalışmaları başlayan Demokrat Parti’ye açıkça destek vermelerinin de etkisi vardı. Nitekim Sertellerin çıkarmaya başladığı 'Görüşler' dergisi, Menderes ve Köprülü’nün yazılarına yer vereceğini ilan etmişti (Tan Olayı’ndan sonra her ikisi de, Türk sağının alışıldık refleksiyle, “Görüşler dergisiyle bir ilgilerinin olmadığını” açıklayacaktı.)

Tan’ın, 7 Kasım 1945’te süresi dolacak olan “Türk-Sovyet Dostluk ve Saldırmazlık Anlaşması”nı gözden geçirme kararı alan Sovyetler’le dostluk ve işbirliği çerçevesinde bir ilişki geliştirilmesi gerektiğini savunan yayın politikası, işin tuzu biberi oldu.

4 Aralık 1945’te, İstanbul Üniversitesi’ndeki derslikleri basan bir grup genç, ellerindeki Tanin gazetesini sallayarak öğrencileri gösteriye çağırdı. Tanin gazetesinin başyazarı olan ve bir gün önce Zekeriya Sertel’le bir “dost” meclisinde epeyce keyifle sohbet ettiği bizzat Sertel tarafından anlatılan kadim İttihatçı Hüseyin Cahit o gün, “Kalkın Ey... Ehli Vatan” başlıklı bir yazı yazmıştı.

Şöyle diyordu yazısında:

"Kalkın Ey... Ehli Vatan! Mücadele başlıyor. Ve başlamak lazım. Çünkü en azgın ve insafsız bir propagandanın Türk vatandaşlarının ruhuna her gün en yıkıcı, yeis verici, ümit kırıcı bir propaganda zehrini dökmesine müsaade edemeyiz.

(...)

Bunları susturmak için, cevap vermek hükümete düşmez. Söz eli kalem tutan gazetecilerin ve hür vatandaşlarındır!"

(Kaderin cilvesine bakın ki; önce iktidarın basını sansür politikalarının mağduru olan, üç kez İstiklal Mahkemeleri'nde yargılanan, sürgün edilen, daha sonra iktidarın en saldırgan kalemşörü haline gelen Hüseyin Cahit, Demokrat Parti döneminde, 1954'te yazıları bahane edilerek cezaevine kondu. 79 yaşındaydı...)

Eli kalem tutan hür vatandaşlar, dönemin CHP müfettişi (ve yine aynı kaygan siyasi zeminin oyunu olacak ki 1960’ta Türkiye Sosyalist Partisi’nin de kurucularından olan) Alaattin Tiritoğlu tarafından başlatılan operasyonla, öğrenci yurtlarında, üniversite dersliklerinde örgütlenmiş olduğu her halinden belli bir kalabalık oluşturup Beyazıt Meydanı'nda toplanmıştı.

Sayıları 10 bine ulaşmış kalabalık, ellerinde Atatürk ve İnönü resimleriyle “Moskof uşağı” Sertellerin Tan Matbaası’na yürüdüler. Matbaa ve gazete ofisi önce taşlandı, ardından baltalar ve balyozlarla kırılan camlardan içeriye girilerek gazetede ne var ne yoksa talan edildi. Daha sonra, Tan’ın yanında bulunan ve örneğin dönemin gençlerinden Attila İlhan tarafından epeyce siyaset-dışı kalmaya çalıştığı hatırlatılan, edebiyatçılar Salâh Birsel, Burhan Arpad ve İhsan Devrim’in kurduğu ABC Kitabevi’ne yöneldi kalabalık. Burası da yağmalandı. Tünel’e yönelen kitle, Kumbaracı Yokuşu’nda Yeni Dünya’yı da yayınlayan Sabahattin Ali’nin La Turquie gazetesi ile Parmakkapı-Taksim arasındaki Berrak Kitabevi’ni de yağmaladılar. Hıfzı Topuz, Taksim Anıtı’na tırmanan bir gencin, “Biz Yeni Dünya istemiyoruz! Bize eski dünyamız yeter!” diye bağırdığını, o gencin yüzünü hiç unutmadığını aktaracaktı daha sonra.

Polis, tabii ki, olup biteni izlemekle yetindi. Ve tarihin artık şaşırmadığımız çelişkilerinden biri olarak, olayın ardından Sabiha ve Zekeriya Sertel çifti tutuklandı. Her ikisinin de hayatı bir daha eskisi gibi olmayacaktı. Ellerinden, dönemin gazetelerinde yazma imkânları tamamen alınan çift, 1950’de, artan baskı ve süren davalar nedeniyle ülkeyi terk etmek zorunda kaldı. Tüm çabalarında rağmen ülkeye bir daha ayak basmasına izin verilmeyen Sabiha Sertel, 68’de, Bakü’de sürgündeyken hayata gözlerini yumdu. 4 Aralık'ta Tan'da yayınlanan yazısında (o gün bilmese de Türkiye'de yayınlanan son yazısı olacaktı bu), Hüseyin Cahit'e yanıt veriyor, meseleyi daha rasyonel bir şekilde değerlendirmeye çalışıyordu:

"İstanbul Halk Partisi Reisi, hükümet gazetelerini davet ederek, bunlarla yaptığı bir içtimada, gazetecilere muhalif gazetecilerle mücadele edilmesi tavsiyesinde bulunmuş.

(...)

Demokratik bir memlekette muhalefet, münakaşa, âdi ahvaldendir. Sevildiğinden emin bir parti, buna karşı tedbir almaya lüzum görmez."

Bugün bile altına imzamı atarım...

Tan'ın hikâyesi, tüm ağırlığına rağmen Türkiye'de basının başına gelenlerden yalnızca biri. Yukarıda hatırlattığımız gibi 6-7 Eylül 1955 ile 7-8 Eylül 2015’in 60 yıllık döngüsündeki paralelliğine hapsolmuş karanlık bir devlet geleneğimiz var. 4 Aralık 45’i anarken, 24'üncü yıldönümünde 3 Aralık 94’teki Özgür Ülke saldırısını; gazetenin Cağaloğlu’ndaki merkeziyle Ankara bürosunun meşhur faillerce bombalanmasını, Kadırga’da gazete çalışanı Ersin Yıldız’ın katledilip 23 çalışanın da yaralanmasını da hatırlamak gerekiyor. Gerekiyor ki bu devlet aklının sürekliliğini anlayabilelim, geçmişi mağduriyet hesapları içinde boğmayalım. Aynı tarihsel süreklilik arayışı, Tan’ı “protesto eden” kitlenin arasında İlhan Selçuk’la Süleyman Demirel’in yan yana oluşunun dinamiklerini de anlamamızı kolaylaştıracaktır.

Son olarak, gazetecilere yine en çok gazetecilerin destek olması gereken bir ülkede, bunun yazık ki pek gerçekleşemediğini 5 Aralık 1945’in Cumhuriyet gazetesi haberini hatırlayarak ve üzülerek idrak edelim: “…milli birliği korumak duygusundan başka hiçbir amaç gütmeyen bu hareket her yerde takdirle karşılanmıştır.”

*Akademisyen, müzisyen, yazar