'Komplo teorileri yaralı demokrasilerde yaygın'

Doç. Dr. Uzunoğlu: "Türkiye’de ve dünyada komplo teorileri yaygınlaşıyor. Şu son seçimlerde bile neyin ne olduğu konusunda bin tane komplo teorisi atıldı ortaya. Bana kalırsa burada iki şey çok mühim. Komplo teorileri özellikle de demokrasinin yara aldığı toplumlarda çok yaygın. Zira siyaset kurumu şeffaflığını, medya hesap verebilirliğini yitirdiğinde, toplum ruh hâlini tedavi edebilmek için farklı açıklamalar üretmeye başlıyor..."

Google Haberlere Abone ol

Can Öktemer

DUVAR - Geleneksel medyanın yalan haber üretimi ya da hakikati çarpıtma eğilimi bilinen bir gerçek. Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla beraber bu durum daha da yaygınlaşmaya başladı. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan Reuters Enstitüsü Dijital Haber raporu, Türkiye'nin en çok yalan habere maruz kalan ülkelerin başında geldiğini gösteriyor. Sosyal medya üzerinden üretilen yalan haberler veya hakikati çarpıtma eğilimleri neticesinde göçmen karşıtlığından, kutuplaşmaya varana dek bir çok olumsuz tablo ortaya çıkarıyor. Yalan haber ve hakikatlerin çarpıtılması da "post-truth" olarak tarif edilen dönemin bir sonucu olarak kabul ediliyor. Akademisyen Sarphan Uzunoğlu'yla yalan haber, medyanın son hali, yurttaş gazeteciliği ve post-truth üzerine konuştuk.

Doç Dr. Sarphan Uzunoğlu

2018 Reuters Enstitüsü Dijital Haber Raporu'nda, Türkiye yalan haber algısında üst sıralarda kendisine yer bulmuş durumda. Siz bu raporu nasıl değerlendiriyorsunuz? Türkiye'nin böyle bir listede üst sıralarda yer almasının sebebi ne olabilir?

Türkiye’nin listenin üst sıralarında olmasının sebebi basit. Yüksek kutuplaşma, medya sermayesinin oligopol biçiminde yoğunlaşması, siyaset kurumunun medya içeriklerine doğrudan müdahalesinin ve kontrolünün (özellikle geçmişte üç tane olan ulusal ajansların bugün pratikte 1.5 taneye inmesiyle, malum Demirören Haber Ajansı’nın faaliyetleri oldukça daraldı) kolaylaşması buradaki temel sebepler. Ülkede sandığa yansıyan kutuplaşmanın medya algısına yansımaması zaten düşünülemezdi.

Geleneksel medya döneminde haber takibi gazeteden, radyodan ve televizyondan izlenirdi ve buralardan üretilen içeriklere karşı çok da şüphe duyulmazdı. Şimdi kimse geleneksel medyada karşılaştığı haberlere inanmamaya başladı. Dolayısıyla insanların büyük bir kesiminin doğru haber için sosyal medyayı kullandıkları görülüyor ama bu mecrada üretilen yalan haberler de oldukça yaygın. Devletin haber ajansına bile güven kaybı var. Böyle bir tabloda yalan haber içeriklerinin önüne geçmek için neler yapılabilir?

Her ne kadar bir güvenilirlik krizinde olduğu aşikar olsa da geleneksel medya dönemi Türkiye özelinde -ve bence dünyada da- bitmiş değil. Yine bahsettiğiniz Reuters Dijital Haber Raporu ve PEW’in de araştırmalarına göre Türkiye’de geleneksel medya hâlâ çok önemli bir haber kaynağı, hatta dijital haber kaynaklarına bile baktığınızda gelenekselde var olan televizyon ve gazetelerin dijital versiyonlarının güven endekslerinde en üst sıralarda olduklarını görüyorsunuz. Türkiyeli okur aslında “partizan” medya tüketmekten o kadar da memnun değil. Aksi halde güven endeksleriyle rating’ler, tıklar ve satış oranları arasında böyle önemli paralellikler olmazdı. Sosyal ağlara dönecek olursak da hepimizin yeni medya devrimi olarak karşıladığımız devrim aslında fabrikasyon bilginin kolayca yayılmasına neden oldu. Demokratikleşmeye yol açacak dediğimiz birçok gelişme, tüm dünyada yalan haber medyalarının doğumunu kolaylaştırdı. Açıkçası ben sosyal ağlara olan sempatiyi Arap Baharı’na olan sempati ile benzeştiriyorum. Büyük umutlar büyük belirsizliklere dönüştü. Yalan haberin önüne geçmek içinse platformların inisiyatif alması şart. "Medya okuryazarlığı dersleri arttırılmalı" gibi beylik laflar etmeyeceğim. 80 milyonluk bir ülkede aşağıdan yukarı böyle bir dönüşümün yaşanması büyük zaman alır. Medyanın kendi etik kurulları ile öz denetimi gerçekleştirmesi şart. Bu da, Türkiye gibi karmaşık ve polarize ülkelerde neredeyse imkansız. Zaten insanların yalan haber mantığı daha ziyade “benim hoşuma gidecek bir sonucu varsa yalan haberde sıkıntı yok” şeklinde işliyor.

'TWITTER'A BAKIN, GERÇEKTEN BU KADAR ÖNEMLİ MİYİZ?'

Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte bireysellik de büyük ivme kazandı. Twitter ve benzeri platformlarda üretilen yalan haber içeriklerinin çoğu zaman daha fazla etkileşim alabilmek için yapıldığına dair de yorumlar halihazırda mevcut. Siz bu durumu nasıl yorumlarsınız?

Bireyselleşme aslında hiper ticarileşme olarak adlandırılabilecek durumun bir çıktısı. Bu hiper ticarileşme kapsamında bir etkileşim ekonomisi oluştuğunu söylemek şart. Doğal olmayan trafik ve etkileşim için insanların para ödediği yeni bir döneme geçtik. Özellikle Youtube gibi mecralarda sponsorların ilgisini çekmek için yapılmayan hile kalmadı. Manevi “etkileşim değiş tokuşu” da mümkün maddi olanı da. Aslına bakarsanız sosyal ağlardan çok önce başlamıştı toplumlardaki bireyselleşme. Ekonomik sisteme doğrudan dayandırılabilecek bir toplumsal tasarım ürünüydü. Sosyal ağlar burada hem mecra doğası gereği bireyleri kendilerine döndürdü, hem de içerik üretim paternleriyle bireylerin gözetim rejimince ürünleştirilmesi yetmezmiş gibi herkesin kendini ürün gibi algılamasına neden oldu. Mesela Twitter’a bakın, herkes her olayla ilgili fikir belirtiyor. Adeta bir basın bülteni çöplüğü. Gerçekten bu kadar önemli miyiz? Hayır. Ama bu çöplüğün içinde varoluş savaşı veriyoruz.

Yalan haber üretimi ve bu içeriklerin bir toplumsal hakikat kazanması genellikle post-truth çağıyla eş değer görülüyor. Post-truth kavramı genellikle siyasetçilerin ürettikleri yalanlar üzerinden okunuyor. Bu noktada medyanın post-truth'un üretiminde önemi, katkısı nedir?

Yalan haber üretimi ve medya post-truth rejiminin önemli bir parçası; ancak tek ve büyük parçası değil. Örneğin biz Türkiye’de siyasetimizi birçok hakikatin reddi üzerine kurguluyoruz. Post-truth’un kitabını yazan adam diyebileceğimiz Keyes bu rejimin gazeteciler, akademisyenler gibi grupların sırtında olduğunu söylüyor; ama toplumun da yalanı koruma sözleşmesi üstüne kurulu olduğunu ifade ediyor. Medya, yalnızca toplumun yalanlara inanma ihtiyacını karşılama konusunda kolaylaştırıcı işlev görüyor. Bu bağlamıyla sadece medyayı şeytanlaştırarak meseleyi çözemeyiz. Medya ve etik çalışmalarının tarihinden çok daha eski medyada yalan ve dezenformasyonun tarihi.

İletişim ve medyayı birbirine karıştırıyoruz bazen. Kurumlaşmış anlamıyla medya kocaman bir iletişim alanının sadece bir parçası. Zaten Keyes de post-truth’u kavramsallaştırırken dilden daha çok bahsediyor. Bir gorilin dahi dil becerisi arttıkça yalan söylemeye eğilimli hâle geldiğini anlatıyor. Medya bana kalırsa hem siyasetçiler hem toplum için işlevli bir düşman. Aynı zamanda yalanlara inanmak ve inandırmak istediğinizde ise işlevli bir araç.

'İNCE SİZİ HAYAL KIRIKLIĞINA UĞRATINCA HEMEN KOMPLO TEORİSİ ÜRETİYORSUNUZ'

.

Türkiye'de bir takım somut olguları bile komplo teorileriyle açıklamak çok yaygındır. Özellikle bu söylem hakikat kavramının altının oyulduğu "post-truth" çağında daha bir anlam kazandı sanki. Siz memleketteki bu problemli ilişkiyi nasıl yorumlarsınız?

Türkiye’de ve dünyada komplo teorileri yaygınlaşıyor. Şu son seçimlerde bile neyin ne olduğu konusunda bin tane komplo teorisi atıldı ortaya. Bana kalırsa burada iki şey çok mühim. Komplo teorileri özellikle de demokrasinin yara aldığı toplumlarda çok yaygın. Zira siyaset kurumu şeffaflığını, medya hesap verebilirliğini yitirdiğinde, toplum ruh hâlini tedavi edebilmek için farklı açıklamalar üretmeye başlıyor. Türkiye özelinde de komplo teorileri yakın dönem siyasetinin hayal kırıklıklarını yok saymak, hatalardan sıyrılmak için kullanılıyor. Örneğin, Muharrem İnce sizle iletişimi kesip sizi hayal kırıklığına mı uğrattı, onla ilgili hızla bir komplo teorisi üretiyorsunuz. Bu toplumların kendini tedavi etme biçimi. Aynı şeyi ABD’de Trump seçildiğinde Demokratlar, Obama döneminde de Cumhuriyetçiler yaptı. Komplo teorisi, her geçen gün daha kapalı hâle gelen ve kimi siyaset bilimcilere göre “gayri-liberalleşen” siyasi kültürün bir sonucu.

Memlekette post-truth bir siyaset ve medya rejiminin oluşmasının açıklaması ise çok basit. Siyasal anlamda mecliste kaç parti olursa olsun azami üç ayrı görüşten bahsedebiliyoruz; medya sahipliği yüzde 90 iktidar yanlısı grupların elinde toplanmış durumda, haberin ana kaynağı olarak görülen ajansların sayısı 3’ten bir buçuğa indi (DHA artık buçuk bir ajans bence). Çoğunlukla dünyada olduğu gibi Türkiye’de de gazeteciler hâlâ kaynak hiyerarşisinin tepesine iktidarı koyuyorlar. Bu durumuyla ve bağımlılık haliyle, komplo teorisinden yalanına her şey için elverişli bir zemine dönüyor Türkiye medyası.

Son yıllarda yükselen sağ popülist, milliyetçi söylemin propaganda araçlarından biri de hakikatleri çarpıtmak. Özellikle sosyal medyadan üretilen yalan içeriklerle göçmen karşıtlığı yükseltilmekte. Bu bağlamda post-truth ve artan milliyetçi söylem arasında nasıl bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz?

Bu konuyla ilgili DW Akademi’nin liderlerinden birinin yaptığı bir konuşmayı dinlemiştim. AFD’nin (Almanya’daki ırkçı parti) politikalarını nasıl görünür kıldığını anlatırken, en çok da ana akım medyanın AFD’nin zararlarını anlatmaya çalışırken mesajını yaygınlaştırdığını vurgulaması ilgimi çekmişti. Sorumluluğu, sosyal ağlara atmak yerine, medyanın AFD canavarını kendi kendine yaratmasında arıyordu.

Türkiye’de de sosyal ağlarda yalan/yanlış bilginin dolaştığı bir gerçek. Ancak, sosyal ağlara düzenli erişimi olmayan çok geniş bir kitleden de bahsedebiliyoruz TÜİK ve Reuters Enstitüsü Raporları’na bakınca. Bana kalırsa, yalan haberin ortaya çıkmasını politik iklim, medyanın dili ve tabii ki sosyal ağların kaotik yapısı gereği bahsettiğiniz yalan haber dolaşımını kolaylaştırması, bir arada kolaylaştırıyor.

Milliyetçi söylem ise sosyal ağda kendine kolaylıkla alıcı bulur. Bu aslında ana akım medyada televizyona sık sık çıkan malumatfuruşların durumuyla benzerlik arz eder. Bourdieu’nün Televizyon Üzerine isimli eserinde ele aldığı “sadece kontrol edilebilir isimleri ekranda tutma” stratejisi de Baudrillard’ın Tam Ekran eserinde televizyonun doğası ve politik işlevi üzerine söyledikleri de sosyal ağlara uygulanabilir.

Profilinize Türk bayrağı koyarak, belirli günler ve haftalara uyarak, devletin de fazlasıyla meşru kıldığı yer yer ırkçı söylemi kullanma meşruiyetine kavuşmanız çok kolay zaten. Üstelik, siyasetin tepeden tırnağa dilinin böylesine sertleştiği bir dönemde, siyasetçiler dillerinde idam, ellerinde mikrofon, önlerinde itaate hazır kitlelerle siyaset yaparken, milliyetçi söylem gibi adapte olunması kolay bir düşüncenin sosyal ağlarda yayılmaması sürpriz olurdu. Nasıl ki TRT’nin Payitaht Abdülhamit’ten Diriliş Ertuğrul’a politik bir prodüksiyon ajandası varsa, halkın da böyle bir tüketim ajandası var ve bu sizin “artan milliyetçi söylem” olarak tanımladığınız söylemi sosyal medyada yeniden üretmeyi oldukça kolaylaştırıyor. Öze dönecek olursak, sosyal ağı şeytanlaştırmaya gerek yok söz konusu artan milliyetçilikle ilgili. DW Akademi temsilcisi haklı, ana akım medya aslında bu söylemin ve meşruiyetin ister istemez ana kaynağı konumunda.

'HEPİMİZ BİRBİRİMİZİN ŞEYTANI OLDUK'

Günümüzde herkes kendi hakikatlerinin peşinde; post-truth da kutuplaştırmayı arttırıyor sanki. Özellikle de Türkiye'deki durum daha patolojik görülüyor. Herkes sadece kendi mahallesiyle iletişim halinde; buralarda üretilen doğruları kabul ediyor. Salt gerçeklikten kopup fantezi evrenine geçilmiş ve bir tür hiper gerçeklik kuruyoruz gibi bir durum var. Siz bu durumu nasıl yorumlarsınız? Bu noktada post-truth döneminin Türkiye'yi daha da kutuplaştırdığını söyleyebilir miyiz?

Türkiye çok kalabalık ve farklı kültürel arka planlardan komünitelerin bir arada yaşadığı bir ülke. En küçük komünite bile ayakta kalmak için kendi hakikat rejimini inşa etmek ya da bir yalanı hakikat bellemek zorundadır. Hakikate liyakat ise ancak ve ancak sonsuz bir adanmışlık ve inanmışlıkla sağlanır. Grup polarizasyonu diye bir kavram var. Örneğin Ekşi Sözlük’teki bir başlığı ele alalım: “Ronaldo mu, Messi mi?” Bu başlıkta dahi iki taraftan birine gönül vermiş kullanıcılar birbirlerini dinlemek yerine bir süre sonra politik tartışma hararetiyle birbirlerine saldırmaya başlıyor. Türkiye’deki post-truth durumun temel sebebi de bu.

Biz artık toplumsal tartışmaya kendimize yandaş bulmak ya da fikrimizi onaylatmak için giriyoruz. Partiler ve ideolojik bloklar arası oy geçişinin yaşanmamasının sebeplerinden biri de bu. AKP de CHP de HDP de seçmenlerine üzerinden politik ve pratik olarak kendilerini konumlandırabilecekleri bir hakikat sunuyor. O yüzden belirli bir çekirdek oyun altına asla düşmüyorlar. Arada elbette “geçişken” kitleler var; ancak demokrasinin temeli o geçişken kitlelerin çoğunlukta olması ya da geçişkenlik olmasa dahi kutupların arada bir de olsa birbirine denge sağlayabilmesinde. Gazetelerin bile siyasi parti ve hareketlere bu kadar paralel olduğu bu dönemde nasıl gazeteye olan talep çöküp gazeteciliğe bir meslek kolu olarak öfke arttıysa, yurttaşların da tıpkı gazeteler gibi taraflaşması, nihayetinde birbiriyle konuşmayan insanları ortaya çıkardı. Hepimiz birbirimizin şeytanı olduk.

2010'dan itibaren yurttaş gazeteciliği büyük ivme kazanmıştı ve geleneksel medyaya karşı demokratik ve doğru haberciliğin alternatifi olarak görülmüştü; bu durumda gazetecilik mesleğinin yeniden tanımlanması gerektiğine dair görüşler ortaya atılmıştı. Lakin geldiğimiz noktada yalan haber üretiminin giderek artması, bu yalan haberlerin hakikat olarak görülmesi gibi problemler ortaya çıkmakta. Siz bu tabloyu nasıl yorumlarsınız? Sizce eski tip, azami ölçüde gazetecilik değerlerini önemseyen bir gazetecilik anlayışına geri mi dönmeliyiz?

Yurttaş gazeteciliği, medyanın işlevsizleştiği toplumsal hareketler, sivil toplum eylemleri ve benzeri alanlarda bence çok işlevli. Ancak Türkiye’de yurttaş gazeteciliği alternatif medyanın yapısıyla biraz fazla iç içe geçti, hatta oldukça ticarileşti. Bu, ticari fonksiyonunu da mesleki fonksiyonunu da yerine getiremeyen, yalan ya da kanaat üretim fabrikası hâline gelmiş kâr amaçlı yayıncılık deneyimleri ve medyanın bu kaotik durumunda çok beyaz ve tematik kalmış alternatif medya projelerinin atıllığı yüzünden böyle. Yurttaş gazeteciliği, dönemsel ve ihtiyaçlara bağlı bir pratiktir. Yurttaş gazeteciliğini kişi bir sıfat olarak üstüne giydiği andan itibaren profesyonelleşme ya da aktivistleşme başlıyor. İnsanların “iyi amaçlarla” giydikleri yurttaş gazeteciliği kıyafetinin zamanla bir takımın formasına dönüştüğünü ya da bir tür iş yeri üniformasına dönüştüğünü görüyoruz. Bana kalırsa yurttaş gazeteciliğinin temel sorunu bu ticarileşme ve partizanlaşma sorunu. Yalan haber partizanlaşmanın, rutinlik ve temel işlevini artık yerine getirememe de çoğu zaman profesyonelleşmenin gereklerine sahip olmadan ticarileşmenin sonucu olarak ortaya çıkıyor.

Ve dediğiniz gibi, acilen kalite odaklı, yurttaşların parasını verip tüketecekleri ürünler ortaya koyan bir gazetecilik anlayışına dönmemiz şart. Reuters Enstitüsü’nün 2018 raporuna göre bir sürü insan para ödemeye hazır. “Hadi” diyen tek bir kuruluş yok ortada. Herkes Google reklamlarına, kırk yılda bir gelen seçim reklamlarına vs. göbekten bağlı. E böyle olunca da post-truth siyasete ve post-truth rejiminin sürdürülebilirliğinin garantisi olan neoliberal hegonomik akışa zaten boyun eğmiş oluyorsunuz. Dünyada da bu konuda bir çözümsüzlük hakim. Ama her zaman söylediğimi gene söyleyeyim. Melez modellerle, farklı içerik tiplerindeki üretimi farklı maddi kaynaklara dayandırmak şart. Spor haberinden reklamla para kazanabilirsiniz; ekoloji haberleri ise büyük bir sivil toplum fonu ya da dayanışma kampanyasınca fonlanabilir. Parlamento haberleriniz için ise “premium abonelik” yöntemini ortaya koyabilirsiniz. Kaynak problemine yaratıcı yaklaşılmadıkça, tüketici de ürününüze yaklaşmaz. Düzgün medya pratiğinin olmadığı yerde de ne değişim ne de dönüşüm olur. Yalan hanedanında yaşamamanın tek yolu yaratıcı ve muhafazakâr olmayan bu tür çözümleye yönelmek.

Sosyal medyanın dürüst, sansürsüz ve çoğulcu bir haber platformu olacağını ve geleneksel medyanın bir alternatifi olacağına dair iyimser bir görüş hakimdi. Lakin gelinen noktada başta Facebook gibi mecralarda sansür gibi durumlarla karşılaşır hale gelindi. Siz dijital gazeteciliğin geleceğini nasıl görüyorsunuz?

İlk soruda yaptığım Arap Baharı benzetmesi sanırım bu sorunun yanıtı için yeterli. Sosyal ağlara atfettiğimiz tüm iyi nitelikler, bir anda karşıtına dönüştü. Zuckerberg’in bugün George Bill Gates’ten herhangi bir farkı yok. Tekelleşmek için elinden geleni ardına koymuyor. Tekelleşme eğilimi, yanında garanticiliği, politik risk almamayı ve dolayısıyla sansürü getiriyor. Google ve Twitter da ne yeterince şeffaf ne yeterince cesur. Geleneksel medyanın karşısına diktiğimiz devler, onları dev yapan unsuru önce bağımlı hâle getirdi sonra hem veri paketleri olarak hem de manen onları sattılar. Dijital gazetecilik de mecraların şeytanileştiği bu dönemde, bir yandan o mecraların okurunu veri paketi şeklinde tasavvur etme eğilimine katılarak etik anlamda sıkıntılı bir pozisyona evrildi. Ek olarak da sosyal ağların McLuhan’ın “yeniden kabileleşme” olarak tanımladığı ve günümüzün yankı odalarını yaratan etkisine sığınarak, yankı odalarında hoş sedalar çıkaran ürünler hâline geldi. Dijital gazeteciliğin geleceği yankı odalarının içinde değil, geçmişte ana akım denen ve herkesin baktığı ama ağzından uyuşmuşluktan salya akıtmak yerine bir şeyler aldığı bir kalite yakalamakta. Bu da hem formda hem içerikte prodüksiyonu yeniden düşünmek demek.

Yakın dönemde Facebook, kullanıcı bilgilerini Cambridge Analytica'ya usulsüz bir şekilde paylaştığı için büyük bir skandala imza attı. Siz bu skandalı nasıl değerlendiriyorsunuz? Hükümetlerin internet üzerinden kullanıcı bilgilerini takip ettiği bir gerçek; siz bu durumun gelecekte daha vahim hale geleceğini düşünüyor musunuz? George Orwell'ın 1984'te tasvir ettiği dünyanın içerisinde miyiz artık?

Geçen soruda aslında bu canavarlaşmayı az çok açıkladım. Orwell’in 1984’teki dünyası sık sık kullanılan bir örnek; ancak Orwell’in dünyasında özgürleşmek oldukça güçtü, bugün ise günlük hayat ve iş akışınızı ofis bilgisayarınızla sınırlar ve akıllı telefon ve evdeki diğer cihazlarla ilişkinizi keserseniz, bir kurtuluş var. Sosyal ağlar, geçmişte psikolojik bağlamda krize girince Harley Davidson motor alan ya da bu tür satın almalarla kendilerini mutlu hissetmeye çalışan insanların, Marksist tabirle yanlış bilinç durumunu yaşama alanları.

İnsanlar, artık ekonomik olarak daha güçsüz olduklarından, yaşadıkları tüm krizleri ve yalnızlığı sosyal ağlara kusuyorlar. O yalnızlık kusma anı ise bir anıya dönüşmüyor, birçok insan için kurtuluş da olmuyor. Boşluğa sallanmış bir veri paketi oluyor. Depresif mesajlar atanlara çikolata, sıkıldım diyenlere tatil öneren reklamlar geliyor. Oysa zaten biz kendimize neyin iyi geleceği konusunda bilinç sahibiyiz. O sebeple bu sonsuz kötümserliği ben kendimize bağlıyorum. Zaten bu yeni tür totaliterliğin zehri de burada: Ona ihtiyaç duyduğumuzu bize toplumsal kodlarla değil, bireysel zayıflıklarımız üzerinden hissettirmesinde.

SARPHAN UZUNOĞLU KİMDİR?

Doç. Dr. Sarphan Uzunoğlu, UiT The Arctic University of Norway Dil ve Kültür Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışmaktadır. Journo.com.tr'nin yazı işleri müdürlüğünü yürüten ve doktorasını haber odalarında preker gazeteci emeği üzerine yazdığı tezle tamamlayan Uzunoğlu aynı zamanda P24, Global Voices, Creative Disturbance gibi platformlara da katkı sağlıyor.