Prof. Helga Rittersberger Tılıç: İzleyici, şiddet haberleri karşısında itiraz gücünü unutuyor

Ünlü bir ismin ensest ilişkisinden bir başka ünlü ismin bir otel odasında öldürülmesine, çocukları ve hayvanları hedef alan cinsel istismar suçundan doğayı katletmeye… Haber bültenleri şiddetten geçilmiyor. Prof. Dr. Helga Rittersberger Tılıç ile bu şiddet sarmalını konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

ANKARA - Haber bültenleri, gazete sayfaları, televizyon programları orman yangınlarından hayvanlara işkence haberlerine, ünlü bir ismin ensest ilişkisinden başka bir ünlü ismin otel odasında öldürülmesine ve cinayeti işleyen kişinin intiharına kadar şiddetin her türünün en ince ayrıntılarıyla dolu. Bütün bunların medyadaki yansımasına bakınca Türkiye adeta bir şiddet sarmalına hapsolmuş durumda. Çocukları, hayvanları hedef alan cinsel şiddet, kadına yönelen ve evlerden sokağa taşan erkek şiddeti, doğayı hedef alan şiddet… Kimine göre bunun adı “toplumsal çürüme”; kimine göre medya bu olaylara fazlaca yer verdiği için şiddet olaylarında artış varmış gibi görünüyor; kimine göre ise şiddeti yeniden üreten söylemleriyle siyasetçiler topluma kötü örnek oluyor. Konuyu ODTÜ Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Helga Rittersberger Tılıç ile konuştuk. Kent sosyolojisi, göç, sosyal hareketler, kentsel direniş, sosyal ekoloji gibi alanlarda çalışan Rittersberger Tılıç’a göre medya, en büyük sorumlulardan biri ve izleyici şiddet haberleri karşısında itiraz gücünü kullanmıyor.

‘ŞİDDETİ İSTATİSTİKLERE İNDİRGEMEK, TOPLUMU ALIŞTIRMAKTIR’

İnsana, doğaya, hayvana, çocuklara yönelik cinsel ve fiziksel şiddet haberlerine baktıkça “toplum çıldırdı!” ya da “toplum çürüdü!” yorumunu çok sık duyar olduk. Ne oluyor bu topluma?

Türkiye’ye 32 sene önce geldim. İlk yaşadığım yıllarda da şiddeti hep hissettim, böyle sahnelere şahit oldum. Kırmızı ışıkta durup çaldığı kornaya rağmen beklemeye devam ettiğim için arabamın kapısını açıp beni tehdit eden adamı hatırlıyorum. Bu 1986, 87 senesindeydi. Almanya’da, Avrupa’da şiddet, kadına yönelik taciz anılarım yok mu? Var tabii. Türkiye’de bunlar şimdi yaşanıyormuş algısı yanlış. Medyanın ve sosyal medyanın şiddet haberlerinin sıradanlaştırılmasında önemli bir payı var. Topluma kendisini sürekli tehdit altındaymış gibi hissettirerek bir kurtarıcı sunuluyor sanki.

Bu dönem için paternalizm eleştirisi sıkça yapılıyor ama medya bunun neresinde ve aldığı sorumluluğun ne kadar bilincinde?

Medyanın bu haberleri yapmasının tek bir sebebi yok. Türkiye’de her akşam haberlerde bir eşin karısını öldürdüğünü izliyoruz. Şiddet haberleri bir yandan kadınların dokunulabilir olduğu algısını yaratıyor diğer yandan da bir alışma süreci bu. Bir gün görüyorsun, ikinci, üçüncü gün görüyorsun ve dördüncü gün “Bir kadın daha öldürülmüş” diyorsun. Onun ne bir adı ne de özel bir hikâyesi var artık, ölüm istatistiği olarak bir rakamdan ibaret. Bu tehlikeli bir durum. Şiddeti bu şekilde istatistiklere indirgediğinde aslında toplumu alıştırıyorsun.

‘MOBESE KAMERASI, HABERCİLİK DEĞİL GÖZETLEME’

İşin aslı ana akım medya siyasi iktidarla ilgili haber yapamadığı dönemlerde üçüncü sayfa haberlerine sarılır. Bu dönem şiddet haberlerindeki artışın böyle bir yanı olduğunu da düşünmek gerekmiyor mu?

Medya açısından bu tür habercilik göreceli olarak kolay, tam da onu diyorum. Siyasi olarak son birkaç senedir çok gergin bir ortam var. Görüş farklılıkları hep vardı ama şu anda ülkenin ikiye bölünmüşlüğünden bahsediliyor. Tam bir pozisyon almamak için kadınların dertlerinden, aile içi şiddetten, trafik kazalarından bahsetmek daha kolay geliyor. Bu konular elbette önemsiz değil ama daha az risk almış oluyorsun bunlardan bahsederken. Peki bu haberler ne kadar nötr veriliyor? Olaya dair bir ataerkillik eleştirisi var mı? Bir genç kadının kıyafeti yüzünden şiddete uğradığı haberi verilirken dolaylı veya dolaysız bu şiddeti hak ettiği iması yapılıyor mu? Bu haberleri yapan medya çalışanlarını direkt sorumlu tutmak değil kastım ama medya-iktidar arasındaki güç ilişkilerini de görmek lazım.

Şiddete alışmaktan bahsettiniz, alışmamak için ne yapılabilir?

“Hafriyat kamyonu bugün yine iki mi üç kişiyi mi öldürmüş…” diyoruz anlatırken. Öyle bir nokta geliyor ki istatistiğini bile tutmuyoruz. İzleyici itiraz gücünü unutuyor. Ben, bu tür gazeteleri, haberleri okumak, izlemek zorunda değilim diye bir varsayımla hareket ediyorum ama kaç kişi bunu yapabiliyor?

Medya aracılığıyla devamlı MOBESE kameralarına yansıyan şiddet sahnelerini izliyoruz. Bu habercilik değil gözetlemedir. İzmir’de uğradıkları tacizin ardından yardım istedikleri polisten şiddet gören iki kadının görüntülerini de bu kameralar aracılığıyla izledik. Orada hem tacizi hem polis şiddetini görebiliyoruz ama habercilik bu değil. Bu görüntülerle şöyle bir psikoloji de yaratılıyor, sürekli bir potansiyel suç, suçlu ve kurban var.

Sürekli şiddete maruz kalmanın nasıl bir etkisi oluyor toplum üzerinde?

Sadece maruz kalmak değil parçası da oluyoruz. Biz de yeniden üretiyoruz korku, baskı, tehdit ve şiddeti. Ben haber istiyorum medyadan ve haber sadece kötü haber değildir, bunu da hatırlatmak gerekiyor.

‘ADALETE İNANMAMAK, TOPLUMSAL ÇÖZÜLME RİSKİNİ DOĞURUR’

. .

Sizi en fazla şaşırtan haberler hangileri?

Son haftalarda futbolcu transferleri haberleri çok ilgimi çekti. Çok büyük paralara transfer olan futbolcuların eşleri, sevgilileri var. Medya onlara “futbolun gelinleri” diyor. Bu kişiler erotik denilebilecek pozlarıyla sergileniyor. Bütün bunlar yapılırken yine itiraz unutuluyor. Kötü bir ürün aldıysam bile ilgili yere başvurup itiraz edebileceğimi bilirim. Ancak bu haberlere kimse itiraz etmiyor. Şu an insanlarda bir güvensizlik oluşmuş durumda. Toplumun macunu olarak -son dönemde çok popüler olan “adalet” kavramından yola çıkarak- ben adalete, hakkımı alacağıma inanmıyorsam, hakkını alamayanların sayısı giderek çoğalıyorsa, o zaman toplumsal çözülme riski oluşur. Çünkü o durumda kendini, sevdiğini korumak için başka savunma mekanizmaları aramak zorundasın.

Ne gibi mekanizmalardan bahsediyorsunuz?

Giyimi nedeniyle şiddete uğrayan kadın haberi, kadınların bir kısmının “aman bunu giymeyeyim, başıma bir iş gelebilir” demesine de neden oluyor. İnsanlar polise, mahkemeye güvenemediği için kendi kontrol, denetim mekanizmalarıyla hareket ediyor. Örneğin, ‘acil bir durum olursa’ diye kenara bir miktar para koymak da bir kendini savunma mekanizmasıdır. Aile içinde de farklı denetleme mekanizmaları devreye giriyor. İnsanlar çocuklarının evden çıkmasını engellemeye çalışıyor. Çocuğuna, “aman ha, kalabalık saatlerde metrodan uzak dur” diyor. Toplum, kendini savunmaya çalışıyor.

Sürekli düşman üreten söylemler toplumu nasıl etkiliyor?

Çok sert biçimde düşmanlar ilan ediliyor ama burada bir de intikam var. Bu çok tehlikeli. Hukuk tam da bu duygu yoğunluğunu kontrol etmek için vardır. Bütün bunların hukuki yollardan denetlenmesi gerekirken bizler baştan aşağı değişen yargıya güvenimiz olmadığı için veya farklı gerekçelerle kendi hayatımızda bir takım otosansürler uygulayarak kontrol mekanizmaları geliştirerek hukuki olmayan bu toplum düzeninin bir parçası oluyoruz.

“REJİM YUKARIDAN AŞAĞIYA İNŞA EDİLMEZ”

Rejimin yeniden inşasından söz ediliyor. Bunu yapmak kolay mı?

Rejim yukarıdan aşağıya inşa edilmez. İnşa, toplumdan da destek alarak olur. Öbür türlüsü tümüyle otoriter olur. Türkiye yapı olarak muhafazakâr bir ülke, toplum da öyle. Muhafazakâr, yeniliklere çok kolay açık olmayan demek. Yenilik her zaman pozitif olmayabilir. Çok daha sert, otoriter bir düzen talebi olabilir. O yüzden yenilik eşittir gelişme diye düşünmek tehlikelidir. Bu kavramların dikkatli kullanılması gerekiyor. Yeniliği, modernleşme, Batılılaşma çizgisi gibi varsaymak da hatalı. Demokrasinin şüphesiz kusurları var ama özündeki mantık, farklı düşünenlerin birbirini anlamaya çalışması ve mağdur olanın yani yoksulun, zayıfın bir şekilde korunması. Onun için farklı görüşleri de korumak gerekiyor.

15 Temmuz’un yıl dönümünde Meclis önünde düzenlenen anma etkinliğindeydim ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın orada yaptığı konuşmada CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu için kullandığı sert ifadeler gençler tarafından coşkuyla alkışlanırken orta yaş ve üstündekiler bu üslup karşısında tedirgin görünüyordu. Toplumun muhafazakâr olduğunu söylediniz. Bundan yola çıkarak bu kesimin daha da düşmanlaştırıcı bir üslubu benimsemesinin kolay olmayacağını ve aynı zamanda rejimi inşa etmenin de zannedildiği kadar kolay olmayacağını söyleyebilir miyiz?

Rejimi yeniden inşa etmek şüphesiz kolay değil. Türkiye’nin dünya içindeki konumu, AB ile ilişkiler, Arap ülkeleriyle ilişkiler… Bütün bunların anlamı 45-60 yaş arası bu nesil için farklı. Arap dünyasıyla İslam adına bir yakınlık varsa da toplumsal ilişkilerde Türk toplumu Arap toplumuna o kadar da yakın hissetmiyor kendisini. Bunları bir anda değiştirmek o kadar kolay değil.

“PEMBE VAGONA İZİN VERMEMELİYİZ”

Siz kent sosyolojisi de çalışıyorsunuz. Kadınlar açısından kentlerin eskisine nazaran daha güvensiz olduğu, bunun için bazı önlemlerin alınması gerektiği konuşuluyor. Örneğin gece daha iyi bir aydınlatmanın saldırıları azaltacağı söyleniyor. Bu tip önlemler ne kadar işe yarar?

Kentlerin aydınlatılması gerektiği veya toplu taşımanın yeterliliği konusu yeni değil. Bu, özellikle Latin Amerika literatüründe vardır. Sokak lambası, suç sosyolojisinde de çokça konuşulur. Ancak lamba da yetmiyor kameraya ihtiyaç duyuluyor ve bu gözetimi getiriyor. Kendinizi daha korunaklı hissediyorsunuz ama gözetleniyorsunuz ve denetleniyorsunuz. Kötü niyetli biri bu önlemlerin boşluklarını da bulabilir. Bunun ötesinde başka çalışmalar yapmamız lazım. Toplum düzenini bu tür korku ve denetim mekanizmalarıyla sağlamaya çalışırsan bundan toplumsal ilişkiler zarar görür çünkü karşıdaki insana güvenmiyorsun demektir. Bir toplum için bu tehlikelidir. Toplumda, “karşımdaki insan bana şiddet uygulamayacak” güvencesi yoksa durum korkunç demektir. Bizim bu sınırlarımız bayağı aşındı.

Karşındakine güvenmemek deyince aklıma “pembe vagon” geldi.

Toplumsal kurgunun korku-denetim üzerinden kurulmaması lazım. Pembe vagonla dolaylı ve dolaysız bu ayrımı desteklemiş oluyorsunuz. Buna izin vermemeliyiz. Zarar gördüğün zaman hakkını arama yolları olduğunu bilmen ve bunlara başvurabilmen gerekiyor. “Birisi bana kötülük yaparsa onun cezalandırılmasını talep edeceğim ve cezalandırıldığını göreceğim” diyebilmen gerekiyor. Bir toplum analizi yaparken arkasında olan iktisadi ilişkilere bakmak gerekir, bu olmadan analiz yapılamaz.”

“KAMUSAL ALANLAR ÖZELLEŞTİRİLDİ”

İslamcı kesimin kendi yaşam alanlarını yaratmasıyla başka bir rant alanı oluşmasını mı kastediyorsunuz? Örneğin Ankara’nın yeni Çankayası artık Beştepe. Oradaki restoranlar, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, AK Parti Genel Merkezi… Çukurambar’a kadar devam eden o aksta başka bir hayat akıyor.

Partilerin siyasetinden bahsetmiyorum. ‘Her kötülüğün özünde kapitalizm vardır’ gibi bir ifade kullanmak da istemiyorum ama politik, kültürel, sosyal, psikolojik ilişkileri ekonomiyle bütünleştirerek analiz etmek gerekiyor. Kentlerdeki güvenlik kameraları da dâhil olmak üzere bunların arkasında önemli bir sektörün, iktisadi ilişkilerin olduğunu söylüyorum. Örneğin kamu alanının korku ve tedirginlikle düzenlenmesi noktasında akıllı evlerden söz ediliyor. En temel gerekçe: güvenlik. Hırsızın giremeyeceği, kadınların çocuklarıyla güvenlik içinde oturabileceği, evlerden, sitelerden bahsederken bunun arkasında inanılmaz bir pazarın, sermayenin olduğunu da görmek gerekiyor.

Bir mekândan yola çıkarak o toplumu okuyabilirsiniz. Kamu alanı büyük kentlerde çok kısıtlı. Ankara Kızılay buna çok tipik bir örnek. Kızılay 15-20 yılda inanılmaz bir değişim yaşadı. Tamamen araba trafiğine açıldı, yayalar sürü halinde sadece bir yerde yürüyor. Oturulup sohbet edilebilecek bir mekân değil. Kamusal alanlar çok bariz şekilde özelleştirildi. Artık AVM’lerde buluşuluyor. Buralarda yeniliyor, içiliyor, tiyatroya, sinemaya gidiliyor. Nasıl giriyoruz AVM’lere? Çantalarımız bile denetlenerek. Toplumda sürekli bir tedirginlik, korku, güvensizlik havası hâkim.

Kamu alanı büyük oranda özelleştirilmişse burada ciddi bir sorun var demektir. Eskiden de meydanlarda yoksullarla zenginlik yan yana banklarda oturmuyordu. Ancak olası temasların azalması, bu özelleşme sonucu daha yaygın ve mümkün hale geldi. Ayrıca parkta oturmak bambaşka anlamlara geliyor artık. “O saatte parkta ne işi varmış?” gibi sorular soruluyor.

Kadınların parklarda, otobüste, minibüste, sokakta yani kamusal alanlarda erkek şiddetine maruz kalmasını nasıl değerlendirmeliyiz?

“Kadınlar evde kalsın!” diye bir anlayış büyüyor yeniden. Bu saatte ne işi var sokakta, parkta veya bu kılıkla ne işi var minibüste? Kadınların kullandığı kamusal alanın artık -orta ve üst kesim için- AVM’ler olduğunu görüyoruz.

SURİYELİLER’İ EŞİT VATANDAŞ HATTA İNSAN OLARAK GÖRMEME HÂLİ

Sokakta şiddete uğrayan bir diğer kesim de Türkiye’de “geçici koruma statüsü” ile oturan Suriyeliler. Kendisine solcu diyen insanlar bile konu Suriyeliler olunca çok kolayca yabancı düşmanı, ayrıştırıcı, ötekileştirici bir söyleme sarılabiliyor. Nasıl oluyor da oluyor bu?

Liberalizmin, neoliberalizmin içinde bireyselleşme var ama bireyin sorumluluğu da artıyor. “Sigara içebilirsin ama bil ki erken öleceksin!” deniyor. Bir yandan sorumluluk veriyorsun, sen istediğini yap, özgürleş ama bu riskleri de bil diyorsun. Yani “kaderini sen çiziyorsun” deniyor bir anlamda insanlara. Birey öne çıkarılırken devlet ve devletin sorumlulukları birçok alanda geri çekiliyor. Şu anda mağdur olan bir kişi mağduriyetini kanıtlamak zorunda. “Hak eden ve hak etmeyen yoksul” gibi ayrım yapılıyor ve bu çok tehlikeli. Mülteci ve göçmen literatüründe bu çok yaygın. Yeterince çabaladığı düşünülmeyenler, hak etmeyenler… Yani sen iş aramadın vs deniyor bu kişilere.

Medyada sıkça gördüğümüz “Suriyeliler ile gerginlik” haberleri ve Suriyeliler’i hedef alan ırkçı saldırılar üzerine İçişleri Bakanlığı geçtiğimiz ay bir açıklama yaptı, ‘Suriyelilerin karıştıkları olayların Türkiye'deki toplam asayiş olaylarına oranının sadece yüzde 1.32’si olduğunu’ söyledi. Bunların da önemli bir kısmının kendi aralarındaki anlaşmazlıklardan kaynaklandığı belirtildi. Savaştan kaçıp gelmiş, büyük bir travma yaşamış bu insanların neredeyse hiç suç işlememesini nasıl değerlendirmeliyiz?

Bu insanlar travmatik bir olaydan kaçıyorlar. O yüzden bu oranın düşüklüğü dikkat çekici değil. Henüz kendisine bir yer edinememiş, tedirgin insanlar ve zaten mağdurlar. Neden böyle bir risk alsınlar ki! Eğer istatistiklere inanırsak göçmen literatüründe -hele de mağdur sığınmacılar arasında- bu nüfus hiçbir zaman suça eğilimli olmuyor.

Suriyeliler’i hedef alan suçlar ise canice işleniyor, neden?

Sakarya’da, 10 aylık çocuğu ve karnındaki bebeğiyle birlikte öldürülen Suriyeli Emani’ye yapılanları bu toplumda savunabilecek bir kişi çıkmaz ama oluyor neden çünkü onu eşit bir vatandaş hatta insan olarak görmüyor.

Hocam ne olacak bizim bu hâlimiz? Kahrımızdan ölecek miyiz?

Sen kendine iyi bakarsan bir şey olmaz(gülüyor). Bol su iç, hareket et, kendi sağlığını koru! Tabii bunu söyleyenler yoksulluktan, işsizlikten, eşit haklardan bahsetmezler.