YAZARLAR

Geleneksel denge mi, beteri mi?

İktidarın görece düzgün seçimi göze alması pek muhtemel gözükmüyor. 2015 yazının ülkenin batısını da kapsayacak şekilde tekrarıyla bile mevcut iktidarın başa gelmesi neredeyse imkânsız. Esas, Kılıçdaroğlu’nun da işaret ettiği gibi, seçime gidiş süreci üzerine düşünmeliyiz.

Bir süredir, bugünkü koalisyonu ne edip de iktidarda tutabileceklerini düşünüyorum. Çünkü seçim kazanma şansları yok artık. Ancak bu, muhalefetin büyük kısmının tarif ettiği gibi, AKP ve Erdoğan meselesi değil. Başımızda bulunan, dönemlere göre nitelik, bileşim ve renk değiştiren Teşkilatı Mahsusa koalisyonunun hâlihazırdaki versiyonu. Dolayısıyla, sahici demokratik hukuk devleti gibi bir yapı kurulmayacaksa, hangi siyasî partiye veya lidere ne olursa olsun sonuçta çekirdeğinin iktidarda kalması gerekiyor. Devlet gücü kullanabilir durumda kalması… Şu isim altında veya bu isim altında. Çünkü bu iktidar tarzının karakteristiği, devletin seçilemeyen ve denetlenemeyen kısmının hakimiyeti. AKP’nin ilk zamanı gibi, dışından güçlü bir dalga gelirse, kısa süreyle sinip uyum sağlamış görünüyor, sonra yavaş yavaş dizginleri yeniden ele alıyor. Önceleri bunu darbeyle yapıyordu, sonra geleni kendine uydurarak yapmaya geçti. Bir nevi “medenîleşti”. Evet, siniyor, saklanıyor, kolluyor, uzanıyor, tutuyor, çekiyor, büküyor… İç organlarıyla, eli koluyla, özellikle de beyniyle ve silahıyla canlı bünye bu. Birçoklarının sandığı üzre kanla değil korkuyla besleniyor; kan lokmayı yutmaya yarayan sıvı. Ne kadar çok korku üretebilirse o kadar palazlanıyor, gürbüzleşiyor. Bizde yarattığı korkularla kilerini dolduruyor, korkularımızı öğüterek kendi büyük korkularını her daim taze, lezzetli, şehvetli, onları pişirdiği ateşi güçlü kılıyor. Bu tasvirlerden onun bir ucube, bir hilkat garibesi olduğu sonucu çıkmasın. Kuşaktan kuşağa aktarılan bir kültür, ideoloji, “zümre bilinci”, imtiyazı doğallaştırmış seçkinlik veya yüksek seçkinlerin hizmetkârı haleti ruhiyesi, ardıllarını yetiştiren bir “okul”dan bahsediyoruz.

Çekirdeğinde bu bünyenin yeraldığı devlet yapısının, bir yandan demokratik bir ortamın çeşitli gereklerini en azından yerine getirir gözükürken, başı sıkıştığında ne yapacağına, neye ne kadar tahammül edeceğine dair anayasası hiç değişmedi. Bu yüzden, yurttaş için sofraya konan anayasa hep kenarından tırtıklandı, ufalandı, küflendi, bayatladı. Toplumun seçimli parlamentolu rejimi sevmesi, biricik hakkı olan oy vermeyi benimsemesi, askerî emir-komuta, disiplin-ceza düzeniyle sivil menfaat dağıtma düzeneğinin kendine göre dengesi kurulurken gözetildi. Türkiye siyasî sistemi böyle ortaya çıktı. Askeriye ve ona bağlı sivil elitin icabında halkın iradesini hiçe saymayı, başbakan ve bakan asmayı meşru bulan hükümranlık iddiası sivil siyasetçilere solcu genç asarak yürek soğutma imkânı tanınarak hafifçe yumuşatılırken gerçekte bu denge anayasası için güvenoylaması yapılmıştı.

Ancak o esnada toplum, dünyadaki büyük çalkantının da tesiriyle, memleketi kendinin sanma hatasına düşmüştü. Daha geniş özgürlük, adalet, eşitlik gibi yerli-millî kültürümüze uymayan şeyler isteyen kesimin imhası için gladyo tezgâhları, komando kampları, devlet görevlileri yönetiminde sivil paramiliter kuvvetler ve ırkçılığın-milliyetçiliğin içini İslâm’la doldurarak onu daha ikna edici ve etkili kılmak hedefiyle seferber olmuş Komünizmle Mücadele Dernekleri gibi şemsiye teşkilatlar faaliyetteyken dahi doğru düzgün seçimler yapılabiliyor, sivil siyaset denebilecek bir alan, ortam varolabiliyordu. Bu da insanları yanıltmıştı zaar.

12 Eylül, aslında geliştirilebilecek, daha düzgün demokrasiye, sahici hukuk ve adalet sistemine yaklaştırılabilecek özgün dengeyi ortadan kaldırdı. Zaten esas olarak bunun için ve toplumun bundan böyle haddini bilmesi için yapılmıştı. Fakat yine olmadı. Seçimli-parlamentolu siyaset, bu topraklarda doğuştan içerdiği riyakârlığa rağmen, toplumun tercihi olmayı sürdürdü. AKP iktidarının ilk yıllarına kadar, devletin karışılması teklif dahi edilemez saydığı temel sorunlara sivil siyasetçilerin bulaşmaması karşılığında, memleketin doğusunda, güneydoğusunda akıl almaz hukuksuzluklarla bir zulüm rejimi yürütülürken, batısında demokrasi ve hukuk varmış gibi davranılabiliyordu. Bunların tamamen bulunmadığı bir rejimin uzun boylu sürdürülemeyeceği varsayılıyordu.

1971’e gelinirken işçi hareketinin, 1980’e gelinirken adaletçi-eşitlikçi taleplerin memleket çapında yaygınlaşan destek bulmasının seçilmeden hükmetmek isteyenler aleyhine tehlikeye soktuğu denge, yakın dönemde üç etken tarafından dağıtıldı: İlki, Fethullahçıların, kendilerine tanınmış alanı ve hareket serbestisini kat kat aşan faaliyetleriyle, onlara devletin kapılarını açmış, makam odalarını, masalarını tahsis etmiş her iki güç odağını da -AKP’de ve “hocaefendi”ye saygıda kusur etmeyen sağ partilerde vücut bulan “sivil siyaset” kanadını da, potansiyel kararlı cereyanlara karşı devletin ahali içerisine uzanmış kolu olarak vazife yapmalarını bekleyen vesayet rejimi muktedirlerini de- fena halde öfkelendirmeleri. İkincisi Gezi İsyanı. Başına geleceklere hazır, kararlı solcuların ancak ufak yüzdesini meydana getirdiği, tamamen sivil bir toplum kesiminin, memleketin en önemli şehrinde sokaklara dökülmesi, iki hafta süreyle direnmesi, eylemini şenlik haline getirmesi ve zorbalığa meydan okuması. İşte bu sahiden beklenmedik şeydi. Ve esas etkisi, o an yarattığının çok ötesindeydi; yeni bir bilgi: toplumda hiçbir zaman yok edilemeyecek itiraz potansiyeli vardı, fırsatını bulursa her an başını kaldırabilirdi. Üçüncüsü de, “Kürt siyaseti”nin, silahlı örgütün -o zamanki başka iddiaları ve destek beklentileri nedeniyle açıkça adını koyamadığı milliyetçiliğin hiçbir şeyle kıyaslanmaz getirisini yükseltmek amacıyla- baştan itibaren reddettiği “ülkenin batısına seslenme” politikasına yönelmesi ve Türkiye siyasî hayatının gördüğü en kaliteli ve kapasiteli ve sempatik liderin büyük katkısıyla, çabucak karşılık bulmaya başlaması. 2013’ten itibaren Erdoğan ve AKP, 2015’ten itibaren devlet çekirdeği, eski vesayet düzeninden kalan kim varsa onlar ve muhalefet denen kesimin devletle korkuları ve düşmanlıkları paylaşan unsurları, geleneksel dengenin tamamen ortadan kaldırılmasını kâh bile isteye kâh sonunu hesaplamadan göze aldılar. Fethullahçıların tasfiyesiyle doğan kadro ihtiyacı devlet içine zaten her dönemde bol miktarda yerleştirilmiş bulunan MHP’lilerle giderilmeye kalkışıldığında, AKP için seçenekler tükenmiş, güya geleneksel dengeyi sarsmaya gelmiş ekip de tahterevallinin karşıdaki oturağına hevesle atlamıştı. “Yenikapı ruhu”yla herkes birden yine o tarafa geçince bu taraf, sivil siyaset tarafı tamamen boş kaldı. Yakın zamana kadar.

Başkanlık sistemine geçişle birlikte geleneksel dengenin tarihe karışacağı açıktı. Hukuk-adalet tanımayan, “devlet çıkarı karşısında başka her şey yok hükmündedir” düsturu artık dengenin bir tarafının değil, herkesin amentüsü kılınmak zorundaydı. Sivil siyaset ve seçimli-parlamentolu rejim isteyen halk çoğunluğunu bundan vazgeçirmek gerekecekti. Hedeflenen iktidar mekanizması, bütün devlet aygıtlarının tek merkezden yönetilmediği, aksine denetlenebildiği durumu kaldıramazdı. Tek-parti rejimiyle yeryüzü egemenliğinin kapılarının açılacağının sanıldığı günlerde “Biz Fetih medeniyetiyiz” sloganı iş gördü. Ancak bu lafın mânâ ve ehemmiyetini, Suriye’de birkaç kasabaya elektrik çekip kaymakam tayin etmek, Afrin’in zeytinyağını apartmak ve yine dönüp dolaşıp Kürtleri topraklarından sürmek gibi hedeflerle sınırlamak zorunda kalınınca, üstüne üstlük, tepesi attığında Rusya’nın tek seferde otuz dört askeri öldürebildiği sahada oyun oynandığı görülünce fetih hevesleri oy getirmez, desteği artırmaz oldu. Irak’ta “bu defa tamamen bitirmek üzere” PKK bombalamak da kimseyi oyalayamıyordu. Üstelik, iktidar kullanılarak işlenen bol suç birikmişti. İktidarı yitirmek, İstanbul’da olduğu gibi, sadece para kaynaklarından yoksun kalmak anlamına belli ki gelmeyecekti. Gözler karartıldı.

Şimdi durumumuza bakalım.

İktidar koalisyonunun seçim kazanma ihtimali yok. Erdoğan’ın yeniden seçilme ihtimali de zayıf. Halkın destek tercihlerinin değişmesi için tasavvur edilebilir sebep yok. Geçim sıkıntısı, muktedirlerin seçebildiği, idrak edebildiği seviyenin çok üstünde. Bunu hafifsiyor ve şimdiye kadar yapmadıkları türden, vahim bir yanlış yapıyorlar.

Öte yandan, iktidarı da terk edemezler. Peki -eğer seçim yapılacaksa- neye güveniyorlar?

Çoğumuzun bir süredir düşünebildiği, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun beklenmedik radikal hamleyle SADAT’ın kapısına dayanışının da düşündürdüğü üzre, memleketimizde geleneği de bulunan kirli kanlı yollara başvurmayı mı öngörüyorlar? Neler yapabilirler?

Hazır bu işlerde bayağı tecrübeli birileriyle iktidar ortaklığı yapıyorken Alevi katliamları mı tertiplerler? Fakat böyle bir kanlı girişimin iktidara desteği artırması ihtimali var mıdır? Olsa olsa, yaygın çatışma yaratıp bilahare bunu önleyen otorite olarak oy toplayabilirler. Bunun için de sanki geç kaldılar. Seçim olsa kazanamayacakları anlaşılmadan önce becermeliydiler, böyle şeyler yapacaklarsa.

İkinci ihtimal, mültecilere yönelik nefreti kullanarak kirli kanlı işler tertiplemeleri. Üstelik muhalefet saflarına da yayılmış ırkçılık bir anda yeniden “bütün Türkiye’nin iktidarı” olarak görünmelerini sağlayabilir. Peki nasıl bir senaryo ile bu işten kazançlı çıkabilirler? Kanı kaynayan birtakım Ortadoğulu gençlerin bazen şuursuzluktan bazen de buralılara fazla güvenmekten doğan rahatlıkları kimseyi yanıltmasın, çoğu zaten korka korka yaşayan mülteciler asla çatışmanın bir tarafı olamaz, ancak katliam kurbanı olabilirler. Buradan AKP’ye, MHP’ye nasıl destek çıkacak, bunu anlayamıyorum. Tabiî bütün bunları, sonunda yine seçim yapılacaksa varsayımıyla konuşuyoruz.

Peki yine dönülüp dolaşılıp Kürtlerin üzerine mi gidilecek? Kasabaların şehirlerin yakılıp yıkıldığı 2015 yazına mı benzetilecek ortam? Bundan destek-oy artışı gelir mi? Pek gelmez gibi görünüyor. İktidara yarar sağlayabilecek tek ihtimal, büyükşehirlerden birinde kanlı “TAK eylemi” olabilir. Bu eylemler şimdiye kadar devlete az fayda sağlamadı. Fakat buradan da iktidar partilerinin oyu artmaz, muhalefet zora girer. Hemen Kürt siyasetçilere yönelik daha düşmanca tavırlar takınmaya meylederler, HDP ile yakınlaşarak sağlayabilecekleri etkinlikten -inandırıcı bir yenilenme, demokrasi, adalet projesi- mahrum kalırlar. Hâlâ Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesini mesele etmeyen muhalefet partilerimizin böyle hallerde derhal mevcut iktidarın arkasına sıralanmayacağını garantisi yok.

Kanlı şıklardan bir dördüncüsü, kamuoyunu pıstıracak şekilde siyasî suikastlara girişilmesi. Kılıçdaroğlu’nun SADAT hamlesi öncelikle bu yönde istihbarat alıp almadıklarını düşündürdü. Peki bunlarla ne elde edilecek? Oy desteği? Elbette o elde edilmeyecek. Ama karşı oy iradesi ve azmi kırılabilir.

Bütün bu ihtimalleri evirip çevirince, iktidarın görece düzgün seçimi göze alması pek muhtemel gözükmüyor. 2015 yazının ülkenin batısını da kapsayacak şekilde tekrarıyla bile mevcut iktidarın başa gelmesi neredeyse imkânsız. Esas, Kılıçdaroğlu’nun da işaret ettiği gibi, seçime gidiş süreci üzerine düşünmeliyiz. Yukarıda sayılanlar oy getirmez, ama seçim sürecini cehenneme çevirebilir.

Buraya kadar, varolan koalisyonun birlikte davranacağını varsaydık. Peki bu kaçınılmaz mı?

Denklemimizde, kaderini Teşkilatı Mahsusa rejimine bağlamış bir sivil siyasî parti var. İkinci parti, zaten o rejimin unsuru olarak varlığını sürdürüyor. Yani MHP’ye pek bir şey olmaz. Bir süre geride kalır, sonra yine gerek görülür, öne çıkar, vs… Fakat, uzun yıllar can düşmanı gibi göstermeyi becerdiği “dinciler”le bile gayet güzel anlaşarak varlığını sürdürebilen mâlûm çekirdek, siyasetçi için tam da “yaslanmayın, düşersiniz” denecek cinsten dayanak. Türkiye Cumhuriyeti devlet rejiminin yine seçimle gelinip gidilen, alışılagelmiş görünürde demokratik-hukuk devleti tarzında sürmesi hedefinden -geleneksel denge- topluca vazgeçilmiyorsa, bu çekirdek pekâlâ Altılı Masa veya başka bir muhalefet koalisyonuyla birlikte de varolur. AKP de nasıl olduğunu bile anlayamadan bugün hizmetine sunulmuş imkânlardan mahrum kalıverir. CHP’ye birtakım bilgileri ileten “namuslu bürokratlar” bizim gözümüze görünmeden, kritik roller oynayabilirler. Bir de bakarız ki, beklenmedik ölçüde pürüzsüz seçim oluyor.

Yine viraj dönelim. Şüphesiz bu ihtimali akıl edebilen yalnız şu nâçiz köşeyazarınız değil. Kaybedeceği çok şey olan muktedirlerin, o cafcaflı laflarda hep geçtiği şekilde “hiçbir şeye benzemeyen” korkusu onlara yol gösterir. Böylece onlar da birilerine vazgeçilmezliklerini göstermek zorunda olduklarını anlarlar. Birileri de ya onların vazgeçilmezliklerine hükmeder, bize zulmeder veya onlardan vazgeçer, işlerini başkalarıyla görmenin yolunu yöntemini arar.

Sesli düşündüm kabul edin, değerli okurlar. Bugünlerde çok düşünmeliyiz. Kemal Kılıçdaroğlu’nun isabetli ve gözüpek hamlesi için kutlayarak bitireyim bu uzun yazıyı.