Gazeteci Doğan Tılıç: Muhalif medyanın kendine bir çuvaldız batırması lazım

Akademisyen, gazeteci Prof. Doğan Tılıç, seçim sürecinde muhalif medyanın 'seçim kesin kazanıldı' havası yayarak AK Parti’ye oy veren milyonlarca insana gitmeyi hiç düşünmediğini söyledi.

Google Haberlere Abone ol

Namık Alkan

İZMİR– 14-28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimi sonuçları tartışılmaya devam ediyor. Seçimler, rejimin oylanacağı bir referandum olarak değerlendiriliyor, kaybedilmesi halinde Cumhuriyet Türkiye’sinin sonunun geleceği yorumları da yapılıyordu. Sonuçta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan hem Cumhurbaşkanlığı seçimini kazandı hem de Meclis çoğunluğunu sağladı.

Öte yandan seçimlerde iktidar medyasının oynadığı algı yaratma rolü ise azımsanamayacak kadar büyüktü. Muhalif medyanın da 'seçim kazanıldı havası yayması' ile seçim sonuçları üzerinde olumsuz rol oynadığı değerlendirmeleri yapılırken, CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın tutumları ise konuşulmaya devam ediyor.

Akademisyen, gazeteci Prof. Dr. L.Doğan Tılıç ile 14-28 Mayıs seçim sonuçlarını ve medyanın bu seçimlerde oynadığı rolü konuştuk.

'TÜRKİYE’NİN BİR DEĞİŞİM İHTİYACI OLDUĞU KESİN’

14-28 Mayıs Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekili Genel Seçimleri'ni geride bıraktık. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan hem Cumhurbaşkanlığını kazandı hem de Meclis çoğunluğunu elde etti. Bu seçim rejimin oylanacağı bir referandum olarak değerlendiriliyordu ve kaybedildi. Ne oldu Cumhuriyet Türkiye’sinin sonuna mı gelindi?

Hayır. Böyle bir söyleme seçim sürecinde bu seçimin son seçim olduğu değerlendirmeleri yapılırken de hep karşı çıktım. Şu kesin, cumhuriyetin pek çok değeri, kazanımı yok edildi. Laiklikten, kamuculuktan fersah fersah uzaklaşıldı. Bu ülkenin güya çok daha yoksul olduğu 60’lı, 70’li yıllarında orta ve alt sınıf ailelerin çocukları, eğer zeki, çalışkan ve başarılıysalar en iyi okullarda en iyi üniversitelerde ücretsiz okuyabiliyor, barınabiliyorlardı. Her makama gelebiliyorlardı. Şimdi güya çok daha zengin bir Türkiye’de yoksul bir ailenin içine doğmuşsanız hiçbir şansınız yok. Tek başına bu bile cumhuriyetten geriye ne kaldığının kanıtı. Yıllar içinde cumhuriyetin kazanımları yok edildi. Cumhuriyet yok edildi. Bilimsel laik eğitim kalmadı… Bunları söyleyebilirsiniz. Ama Cumhuriyet Türkiye’sinin sonuna gelindi demek, içinde cumhuriyetin artık geri kazanılamaz olduğu tınısını taşıdığı, mücadele azmi yerine pes etme duygusunun önünü açabileceği için benim kabul edebileceğim bir ifade değil.

14-28 Mayıs seçim sonuçları Kemal Kılıçdaroğlu üzerinden tartışılıyor. “Kazanacak aday” lafı yine dolaşıma sokuldu. Fatih Altaylı, “Saksıya koysanız o yüzde 48’i alırdı” diye yazdı. Hâlbuki seçimler öncesi Kılıçdaroğlu üzerinde geniş bir mutabakat sağlanmıştı. Ama alınan oy kazanmaya yetmedi. Ne diyorsunuz mesele Kılıçdaroğlu’nun aday olması mıydı?

Türkiye’nin bir değişim ihtiyacı olduğu kesin. Bu ihtiyacın sosyal demokrasi iddiası taşıyan ana muhalefet partisi için geçerli olduğu da kesin. Ancak, değişimi bir lider değişimi, vitrin değişimi olarak görmek büyük bir hata. Değişime özünde karşı çıkmanın bir biçimi.

Şimdi Kılıçdaroğlu’nu beceriksiz, tekrar "kazanamayacak aday" hatta neredeyse hain ilan edenlere bakıyorum. Seçim kampanyası sürecinde, birkaç istisna dışında bu kesimdekilerin ezici çoğunluğu öve öve bitiremiyordu. Altılı Masa'nın mimarıydı, bir araya gelmesi hayal bile edilemeyen kesimleri bir araya getirmişti, bir kalp işareti yapıyor kalpleri ısıtıyordu, herkesi kucakladı diye herkes onu kucaklıyordu… Ne oldu?

Şimdi, bir yenilginin bütün faturasını ona yıkmak, o değişince çok şey değişeceğini sanmak kadar büyük yanlış yok.

Şunu da sormadan edemeyeceğim; Altılı Masa'nın diğer liderleri nerede şimdi? Sonuçta onların payı yok mu? Onlar başka hiçbir şekilde kazanamayacakları kadar vekillik kazandıkları için kazanan taraftalar mı?

Mesele Kılıçdaroğlu’nun aday olması değildi. Adaylığından önce gelen ve daha temel meseleler vardı. Genel olarak muhalefet açısından ve özel olarak da CHP açısından.

CHP açısından temel sorunun, eğer kendisini bir sol-sosyal demokrat parti sayıyorsa, "kendisi olmaktan” çıkarak başkalaşmak, on yıllardır “memleketin yüzde 70’i sağ ve muhafazakâr, iktidar olmak için biz de öyle olmalıyız” fikri ve zikriyle siyaset yapmak olduğunu düşünüyorum. İktidardan indirmek istedikleriyle ben de sizin kadar, hatta sizden çok dindarım, sizden iyi milliyetçiyim diye mücadele ederek, siyasal iklimin o renklere boyanmasına katkı sundular, milliyetçi-muhafazakâr hegemonyayı pekiştirdiler ve seçmen de bu ideolojilerin asıl temsilcilerinden uzaklaşmadı.

Milliyetçi ve muhafazakâr, özellikle de AKP’nin tabanını oluşturan yoksullarla görüşmekten, gündelik hayat içinde sıkı ilişkiler kurmaktan tabii ki imtina etmeyeceksiniz. Tersine daha çok görüşeceksiniz. Ama bunu biz de milliyetçiyiz, biz de dindarız diyerek yapmanız gerekmiyor. O insanların sorunlarını, toplumsal sorunları önceleyip, yerelde onlarla birlikte sorun çözücü ağlar, örgütlenmeler yaratarak yapacaksınız.

CHP’li belediyelerin tam da bu anlamda yaptığı çok başarılı işler vardı. Bence kampanyanın ağırlıklı noktasında o hikâyeler olmalıydı, ama bunlar neredeyse hiç yoktu.  

'AKP’YE OY VEREN MİLYONLARCA İNSANA GİTMEYİ HİÇ DÜŞÜNMEDİLER'

14-28 Mayıs seçimlerinde de ortaya çıktı ki, Erdoğan iktidarı seçimlere bütün devlet güçlerini ardına alarak giriyor. Keza Erdoğan iktidarı medyanın yüzde 90’nına egemen durumda. Medyanın bu ve 21 yıllık AK Parti iktidarları döneminde daha baştan adaletsiz yapılan seçimlerde oynadığı rolü anlatabilir misiniz?

Medyanın algı yaratmadaki rolü malum. Türkiye’de demokrasinin “d”sinin hüküm sürdüğü herhangi bir ülkede görülemeyecek bir medya ortamı var. Medyanın yüzde 90’ı 24 saat iktidar adına propaganda yapıyor, yalan söylüyor, muhaliflere ceza üzerine ceza yağdırılıyor. Bu ortamda, muhalefetin toplumun bir kesimine ulaşacak imkânı yok.

Sosyal medyada yankı odaları oluşmuş herkes yalnızca kendi sesini duyuyor ve dünyayı da öyle sanıyor.

İktidar medyasına dair çok şey söylendi. Ancak, muhalif medyanın da kendine bir çuvaldız batırması lazım. Bu seçim kesin kazanıldı havasını yaymakta onların da rolü büyük. AKP’ye oy veren milyonlarca insana gitmeyi, onlarla röportajlar yapmayı, onların mahallelerinde araştırmalar yapmayı, onları anlamayı ve anlatmayı hiç düşünmediler. Sonra, sürpriz! Nereden çıktı bu insanlar, nasıl oldu da bunca zamma ve yoksulluğa karşın böyle bir tavır aldılar… Gazetecilik bunları da sorgulamayı, anlamayı ve anlatmayı gerektiriyordu. Hala gerektiriyor.     

Cumhurbaşkanı Erdoğan 21 yıllık iktidarları döneminde kendisine bağlı bir seçmen kitlesi yarattı. Görüldü ki, bu seçmen kitlesi soğan-patates pahalı diye bir çırpıda Erdoğan’dan vazgeçmiyor. Yıllar içinde bu seçmen kitlesinin oluşmasında, onu küçümseyen, hafife alan, cahil, makarnacı diye niteleyen ve yer yer ötekileştiren, muhalefetin de bir sorumluluğu yok mu? Muhalefetin bu yüzde 52 ile ilişkisini sorgulaması gerekmiyor mu?

Evet tam da böyle. Asıl sorgulanması gereken bu. Bir değişim olacaksa, onun yerine bunu genel başkan yapmakla olmayacak. Bunları sorgulayarak olacak. Daha sınıf temelli, daha sorun temelli ve daha sorun çözme odaklı bir siyasetle olacak.

70’lerin devrimcileri, ülkenin en iyi üniversitelerinde okurken ve önlerinde göz kamaştırıcı bir gelecek varken, 24 saatlerini yoksul gecekondu mahallerinde geçirerek siyaset yapıyorlardı. Yoksulları sadece görmüyorlar, onlarla kendi gündelik hayatları içinde görüşüyorlardı. Onları konuşmuyor, onlarla konuşuyorlardı. Böyle çalışınca oralarda olağanüstü bir toplumsal dönüşüm, politikleşme yaşandı. 12 Eylül o sürecin varacağı noktayı görerek geldi ve tüm o mahalleleri, oranın insanlarını ezdi.

Halkın yüzde 70’i muhafazakâr, milliyetçi! Karadeniz öyle! 70’lerde farklı değildi ki. Ama o Karadeniz’de, aynı halkın içinde, biz de milliyetçiyiz demeden ve sosyalizmi anlatarak büyük bir güç olmuştu devrimciler. Sonuç olarak, evet, siyaset yapma tarzı ve kitlelerle ilişki kurma biçimi sorgulanmalı. Değişmeli. Benim değişimden anladığım siyaset yapma tarzı ve örgütlenmenin bu çerçevede köklü bir değişime uğraması.  

‘MUHALEFET 18. FİL OLMALI’

Muhalefet cephesinde bir umutsuzluk havası hakim. CHP kurultaya giderken, HDP eş başkanları başarısız olduklarını açıklayarak bir dahaki genel kurulda aday olmayacaklarını açıkladı. 2002’den bu yana katıldığı neredeyse bütün seçimlerden başarılı çıkmış bir Erdoğan gerçeği önümüzde duruyor. En umutlu olunan 14-28 Mayıs seçimlerinde de başarı elde edilemedi. Muhalefet bundan sonra ne yapmalı, nasıl bir yol izlemeli?

Bu sorunun yanıtını aslında az önce verdim. Tekrar altını çizebilirim ama muhalefetin şimdi teselli bulduğu bir şeyi ben de söylemeliyim. Erdoğan bu seçimi de kazandı. Kazandı ama kendisi ilk kez ikinci tura kalarak, partisi önemli ölçüde oy kaybederek, geçmişte asla yanına yaklaştırmayacaklarıyla (ideolojik gerekçelerle değil, büyüklendiği için) ittifaklar kurmaya mecbur kalarak, büyük şehirleri kaybederek kazandı.

Muhalefet bundan sonra ne yapmalı sorusuna da buradan hareketle yanıt vereyim. İşte teselli bulduğu bu noktaları abartıp bunlarla avunmamalı. Böyle yaparsa önümüzdeki yerel seçimler de felaket olur. Ekonomik krizin ya da deprem karşısındaki beceriksizliklerin tek başına seçim kazandıracağı hayaline kapılmamalı. Tersine ekonomik kriz yoksulları daha fazla iktidara, AKP’ye bağlayabilir. Öyle işleyen bir boyutu da var. Yoksulluktan kurtulmak gibi uzak ve zor bir hedeften daha yakın olan sürdürülebilir yoksulluk. Yoksulların yoksulluklarını sürdürerek hayatta kalmalarını sağlayana tutunmaları.

Muhalefet ne yapmalıya, yukarıda söylediklerime ek olarak, birçok kez köşemde yazdığım bir şeyi söyleyerek “18. fil olmalı” diye cevap vereyim. Ne demek 18. fil olmak? Sorun çözmek demek. Bir Hint masalı. Hindistan’da bir adam ölmek üzereyken üç oğlunu çağırıp vasiyet etmiş. 17 fili varmış. Yarısını büyük oğluna, üçte birini ortancaya, dokuzda birini de küçük oğluna bırakmış. Babaları ölünce çocuklar birbirlerine düşmüşler. 17 filin bir türlü yarısını bulamıyorlar, üçte birini alamıyorlarmış. Onların kavgası bütün köye yayılmış. Bir gün yaşlı bir bilge, fili üzerinde o köyden geçerken kavgaya gürültüye tanık olmuş. Nedenini sormuş. Anlatmışlar. “Kavga etmeyin” demiş, “Benim filimi de alın, paylaşın.” Şimdi 18 filleri varmış. Yarısını büyük oğlan almış, 9 fil. Üçte birini ortanca almış, 6 fil. Dokuzda birini de küçük almış, 2 fil. 9+6+2=17 fil. Yaşlı bilge kendi filini tekrar almış ve gitmiş. Bütün köy de peşinden!

Kıssadan hisse. 18. fil olmak sorun çözmek demektir. İnsanlar ancak sorun çözenlerin peşinden gider. Muhalefet, illa da sol, kitleselleşmek istiyorsa 18. fil olmak zorunda.  

‘SELAHATTİN DEMİRTAŞ TÜRKİYE SİYASETİNİN ÖNEMLİ BİR DEĞERİ’

HDP/YSP’nin seçim kampanyasına Edirne Cezaevi’nden destek sunan Selahattin Demirtaş, aktif politikayı bu aşamada bıraktığını açıkladı. Demirtaş, Cumhurbaşkanlığı adaylığına hazır olduğunu, ancak bu önerisinin parti yönetimi tarafından reddedildiğini de duyurdu. Demirtaş’ın kararını ve önerisini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Selahattin Demirtaş Türkiye siyasetinin çok önemli değerlerinden. Onun siyaseti bırakması hem HDP için hem de Türkiye için büyük bir kayıp olur. Cezaevi süreci Demirtaş’ı çok daha olgunlaştırdı, bir siyaset bilgesine dönüştürdü. Şimdi, geriye dönük değerlendirmelerin kolaylığı içinde, CHP’de bile, HDP/YSP aday çıkarsaydı daha iyi olurdu diyenler var. Bunu tartışmanın artık bir anlamı yok. Demirtaş aday olmadan da oldukça etkili oldu. Dışarıdaki birçok politikacıdan daha fazla. Bundan böyle de her nerede ve nasıl konumlanırsa konumlansın, siyasette etkin olacaktır. Olmasını istemek de gerekir, çünkü onun varlığı siyasete ve memlekete iyi gelecektir.