Bir istifanın düşündürdükleri

Tam da Ahmet Şık’ın bahsettiği üzere egemenlerin kolay yönetimi için geliştirdiği bir “algı”ya maruz kaldıysanız, verili sistemde sizin için adalet arayışı beyhude bir çabadır. Ancak sahip olduğumuz pozisyonların konforuna aldanarak, adaletin ve hukukun bir gün herkese lazım olacağı gerçeğini göz ardı etmenin şahsımızı aşan sonuçları oluyor.

Google Haberlere Abone ol

Cengiz Yürekli*

Demokratik bir ifade kanalı olarak bu yazı, geniş bir seçmen ailesine mensup olmanın edilgen konforuna yaslanıyor. Aynı sebep ile yer yer çoğul bir dil kullanma ukalalığını da barındırıyor olabilir. Ancak konunun kamuya mal olmuş, toplumun beklentisini karşılamaya aday kişi ve kurumların sorumlulukları ile doğrudan ilgisi, bu durumu kanımızca tolere edebilir. Ayrıca bu husus bahse konu kişi ve kurumların eleştiriden muaf olmadığı gerçeğini hatırlatması bakımından da önem arz ediyor.

Öncelikle politik bir istifa hadisesini, barındırdığı gerekçeler itibari ile haklı ve haksızlığının ötesinde etki ettiği sonuçlar bakımından da tartışmak gerekir. İktidar pozisyonuna sahip kişilerce gerçekleştirildiğinde istifa eyleminin etik bir değeri olduğundan söz edilebilir. Ancak iktidarın tekçi yapısına karşıt ve sistemin şiddetine maruz bir oluşumun yıpratılmasına katkı sunacaksa, bilinçli bir çaba yahut muhasebesi yapılmayan fevri bir hareket ile de ilgili olabilir. Ki bu durumda sonuca etkisi bakımından her iki seçenek arasında herhangi bir fark bulunmuyor.

Tarafımızca bahse konu edilen, milletvekili Ahmet Şık’ın HDP’den istifa kararıdır. Ahmet Şık’ın, parti içi uzlaşılmaz bir noktada, parti içi üstlendiği görevlerinden ya da son tahlilde milletvekilliğinden istifa seçenekleri arasında niçin HDP’den istifa tercihinde bulunduğunu bilmiyoruz. Yüz bini aşkın oyun temsiliyetini üstlenen Şık’ın kendisine inananlara hangi gerekçeleri sunacağı, kendi sorumluluğu. Seçim çalışmasında olduğu gibi istifa kararını açıklamak için de seçim bölgesinde yoğun bir çaba içerisine girip girmeyeceğini bize zaman gösterecek. Ancak inandığı değerler için mücadele etmekten sakınmadığı hepimizin malumu olan Şık’ı itibar suikastına maruz bırakmak da kabul edilemez. Öte yandan Şık’ın kişisel duruş ve tutumuna olan güvenle mevcut kararın olası politik sonuçlarını görmezden gelmek de mümkün değil.

İstifa kararının bu denli tartışmaya konu olmasının tabii ki de Ahmet Şık’a duyulan beklenti ile ilgisi var. Ancak bununla sınırlı olmayıp, bir okuma olarak siyasal konjonktür ve HDP’nin çekilmek istendiği pozisyon ile de doğrudan bağlantılı. Statükonun sürdürülebilirliği açısından mevcut güçler dağılımında bir tıkanma yaşandığı ve sistemin teşhir olduğu bir gerçek. Demokratik muhalefetin değişim ve dönüşüme zorlayan mücadelesinin yanı sıra statükonun bekası adına içeriden sistem güçleri tarafından da bir değişim dayatılıyor. Buna göre teşhir olunan muhafazakar ve laik güçlerin yerine yeni yüzler ikame edilmesi öngörülemez kırılmaların engellenmesi için kaçınılmaz görünüyor. Bu durum, AKP’nin siyaset sahnesine çıktığı süreci hatırlatmakta olup sonucu sistem içi aktörlerin güç mücadelesi belirleyecek. Tabi bu durumdan Kürtler de muaf tutulmuyor. Sınır ötesi operasyonlar, sınırlama ve tecrit etmeye yönelik ilişkiler bir boyutu oluştururken, HDP’nin değişime zorlanarak sistem içine çekilmesi ve elimine edilmesi bir yöntem olarak görünür durumda. Asimilasyonun, imha ve inkarın uygulanabilirliği açısından işlevsel bir yanılsama olan, ismi konulmayan liberal eğilim burada tehlikeli bir yol olarak beliriyor. Kürt halkına koşulları olmamasına rağmen parlamento sınırlarına çekilmiş bir demokrasi anlayışı dayatılıyor. Bu amaca erişim için yoksul halkın oluşturduğu taban ile politik öncüler arasındaki sınıfsal reflekslerin farklılaşması da bir araç.

Böylesi siyasal bir tabloda gündeme gelen istifa kararına gerekçe olarak Ahmet Şık, HDP kongresinden çok kısa zaman önce usulen parti organlarına da sunmuş olduğunu varsaydığımız röportajını işaret ediyor. Bahse konu röportajda özetle; hiç kimsenin hayır diyemeyeceği, her kesimin kendisinden bir şeyler bulabileceği genel geçer söylemlerin dışında öne çıkan bazı hususlar da mevcut. Temel gerekçelerinden biri olarak parti içi bürokrasi ve statüko şikayet konusu. Şık, ülkenin içinde bulunduğu kaotik ortamdan çıkış adına ne gibi örgütsel ve eylemsel öneriler geliştirdi de, bu öneriler yakındığı bürokrasi tarafından engellendi… Bu hususları bilmemiz mümkün değil. Eğer verileri mevcut ise sergilenen tutum sonuç olarak bireysel de olsa, tutarlı bir demokrat pratiğidir.

HDPli bir seçmenden HDP tartışmalarına katkıHDPli bir seçmenden HDP tartışmalarına katkı

Ancak bu ihtimalin yokluğunda, mevcut durum kolektif çalışamamanın ürünü ise toplumun bu duruma zerre kadar kıymet atfetmeyeceği öngörülebilir. Bu durumda sunulan gerekçeler HDP’nin kriminalize edilme çabalarına katkıdan öte bir anlam ifade etmeyecektir. Sorun, HDP’nin çoğulcu yapısı gereğince zaruri olan kolektivizmi bürokrasi olarak tanımlamak ile ilgili ise, bunu ihtiyaca cevap olmamanın gerekçesi yapmak sorunlu bir politik anlayış olsa gerek. Demokrasi kültürünün, örgütlülüğün doğasında bulunan disiplin anlayışını boşa çıkaracak şekilde yorumlanması da zorlama bir yaklaşım olur.

Bu yanılsama, örgütlenme ve ifade kanallarının daraltıldığı, demokratik alternatiflerin hayata geçirilemediği verili durumda, niyetten bağımsız iktidarın baskı araçları ile aynı sonucu üretme potansiyelini doğurabilir. Umarız ki bu tartışmalar, HDP’ye dönük art niyetli bir politikanın bileşeni durumuna getirilmez.

Anılan röportajında Şık, 7 Haziran 2015 sürecine ilişkin HDP stratejisini ve başarısını yüksek bir olumlamayla sahipleniyor. Ancak ülkenin içinde bulunduğu finansal krizin parti tarafından Kürt sorunu ile ilişkili olarak açıklanması temel eleştirilerinden birini oluşturuyor. Kendisince Türkiye toplumunun “kahir ekseriyeti tarafından negatif bir algıya sahip” olduğunu iddia ettiği “Öcalan üzerindeki mutlak tecridi hedef alan açlık grevlerinin, HDP’nin 7 Haziran vaadini imkansız kıldığını” ifade ediyor. Politika yapma iddiasını taşıyan biri olarak elbette bir kısım çıkarımlarda bulunmak, bunun siyasetini oluşturmak en doğal hakkı. Hatta bu kendisinden beklenendir. Ancak bu durum, çıkarımlara kaynak oluşturan bilgilerin doğru aktarımı ve yorumu sorumluluğunu da beraberinde getirmektedir. Her şeyden önce 7 Haziran süreci ve HDP’ye ilişkin olarak herkesin bildiği, gizli saklı olmayan ama ısrarla gözden ırak tutulan gerçeğin adını koymakta fayda var. HDP’nin oluşum süreci, fikri alt yapısı, bütün ayak diremelere karşın parlamento grubunun HDP’ye geçmesi ve seçimlere parti olarak girilmesi, Öcalan’ın ısrarlı önerilerinin sonucudur. Bu tartışmalar kamuoyunda çokça yer aldı. Belki HDP’nin kurumsallaşma ve kitleselleşmesinde ciddi katkıları bulunan aktörler de imkanları dahilinde tekraren ifade edebilirler. Ayrıca çokça bahsedildiği üzere 7 Haziran’dan farklı kahramanlıklar çıkarmanın, nostaljiler oluşturmanın da anlamı yok. Bu süreci oluşturan objektif koşullar, Öcalan’ın merkezinde bulunduğu ve 99’dan beridir “İmralı’yı barış adası yapacağım” biçiminde dile getirdiği çabaların ürünüdür.

Kürt demokrasi tarihi yalnızca parlamenter mücadeleyle sınırlı ele alınamaz; kaldı ki böylesi bir sınırlama dahi otuz yıllık tarihinden soyutlanarak son iki yıla sıkıştırılamaz. İnsanların yaşamlarını feda ettiği, yüzlercesinin aynı motivasyonla bedenlerini ölüme yatırdığı açlık grevlerini, “HDP’nin kucağında bulduğu” bir süreç olarak değerlendirmek, HDP’nin kendini var ettiği direnç noktalarını hiçleştiren bir tanımlamadır. Annelerin polis şiddetine maruz kaldığı görüntüler hafızalarda yer etmişken, demokratik taleplere sahip çıkmak yerine, iktidarın dahi kabullendiği hukuksuzluğu görünmez kılmak anlaşılır değil. Bu yönlü bir yaklaşım, kendisine karşı sorumlu olunan kitlenin hassasiyet ve reflekslerini anlamamaktır. Kürtlerin temel gündemi olan mutlak İmralı tecridine karşı tek itiraz cümlesi kurmamak ya da Rojava’ya yönelik saldırılara ilişkin suskunluğu tercih etmek muhtemeldir ki bu anlamama halinin de sonuçları oluyor.

Ayrıca Şık, Kürt halkının çağrılarına kulak tıkamanın gerekçesi olarak Türk toplumundaki negatif algıyı gösteriyor. Algılar çoğunlukla belli bir yaratımın ürünüdürler, gerçekliğe tekabül etmezler. Algılar üzerinden popülizm yapabilirsiniz, ancak uzun erimli demokratik bir siyaseti inşa etmeniz mümkün değildir. Türkiye toplumunda hareket noktanızı algılardan kuruyorsanız Türk, sünni-İslam ve eril bir siyaset anlayışını da meşru görebilirsiniz. Kaldı ki Öcalan’a dönük yaklaşımda ille de algıları referans verecekseniz, 2013-2015 arası Newroz meydanlarını, ulusal ve uluslararası medya organlarını, politik şahsiyetlerin söylemlerini esas almanız hakikate yakın bir tutum olacaktır. Görece demokratik bir ortamın oluşmasını sağlayan bu sürecin bozulmasından bütün tarafları, kişileri kendinizce mesul tutabilirsiniz. Ancak 5 Nisan 2015 tarihinden itibaren tek sözünün dışarıya ulaşması dahi engellenen Öcalan’a negatif sorumluluk yüklemek her şeyden öte kronolojik olarak mümkün değil. Olsa olsa önyargıların şekillendirdiği yanılgılı bir tercih olabilir.

Bu noktada ciddi bir hukuk insanı olması ve eleştiri kültürüne bağlılığına olan inancımızla Rıza Türmen’in ismini zikretmekte bir sakınca görmüyoruz. Kendisi gerek insan hakları alanındaki uzman pozisyonu, gerekse de özellikle son dönem tahakkümcü hukuk anlayışına karşı sergilediği duruş ile hepimiz için örnek teşkil etmektedir. Ancak henüz elit laik kadroların pozisyon yitimine uğramadığı zamanda, AİHM yargıcı olarak formüle ettiği bakış açısı ülke aydınının demokrasi ve hukuk anlayışı açısından bir göstergedir. “Davaya esas olan olgular incelendiğinde yargılamanın adil olmayışının karar üzerinde bir etkisi olmamıştır. … Bundan dolayı 6. maddenin bütün gereklilikleri yerine getirilmiş bile olsaydı ceza değişmezdi.” şeklinde formüle edilen bakış açısını hangi bütünsellik içinde değerlendirirseniz değerlendirin demokratik hukuk anlayışına hizmet etmez. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin zikredilen 6. maddesi bağımsız ve tarafsız mahkemede yargılanma hakkından, avukata erişim, mahkemeye erişim, silahların eşitliği gibi ceza hukukunun temel ilkelerini kapsar. Öcalan’ın 1999 İmralı yargılamalarının AİHM’e taşınması neticesinde verilen kararda ilgili argüman karşı görüş olarak yer almıştır (Öcalan v. Türkiye Davası, Başvuru no. 46221/99- Türmen muhalefet şerhi). Türmen’e ait bu muhalefet şerhinin içeriği, Öcalan’ın yeniden yargılanma talebinin reddinde yerel mahkemelerin gerekçe oluşturmasında epey işlevsel olmuştur.

Ahmet Şık'ın istifasıAhmet Şık'ın istifası

Bu bakış açısı, özellikle 15 Temmuz sonrası ceza yargılamalarının fikri dayanağını oluştururken aynı zamanda cumhuriyet tarihi boyunca muhaliflere reva görülen egemen hukuk yaklaşımını da yansıtıyor. Buna göre egemen olma ve hükmetme ayrıcalığına sahipseniz, durduğunuz yerden suç ve suçlu tayin etme hakkını kendinizde görüyorsanız adil yargılamanın ya da maddi gerçeğe erişim çabasının bir önemi yok. Öteki iseniz tam da Ahmet Şık’ın bahsettiği üzere egemenlerin kolay yönetimi için geliştirdiği bir “algı”ya maruz kaldıysanız, verili sistemde sizin için adalet arayışı beyhude bir çabadır. Ancak sahip olduğumuz pozisyonların konforuna aldanarak, adaletin ve hukukun bir gün herkese lazım olacağı gerçeğini göz ardı etmenin şahsımızı aşan sonuçları oluyor. Bu yönlü bir değerlendirmede eşit haklar temelinde bir yaklaşımın ısrarcısı olmak, Kürt sorununda çokça söylendiği üzere demokrat olmanın temel ölçütüdür. Bu sebeple, Türkiye’nin batısının hassasiyetlerine duyarlı olun serzenişinden ziyade kolektif ve bireysel hakların tanınmasına çağrı yapması Şık’ın kendisinden beklenirdi.

Keza röportajında yaslandığı üzere, Türkiye’de Kürt sorunundan kaçmanın kullanışlı araçlarından biri de ekonomik kriz söylemidir. Krize çözüm olarak geliştirilen reçetelerin Kürt sorunu varlığını korudukça başarıya ulaşma şansı yok. Ancak bu husus söylem sahiplerince yüzleşilmeyen bir durum olagelmiştir. Bu yaklaşım savaş ve ekonomi diyalektiğinin sonucu olarak ekonomik krizi görmek istemez. Kürt sorununun çözümsüzlüğüne odaklı savaş politikası birçok maddi değerin yitimine sebep oluyor. Doğrudan gerçekleşen bu kayıpların yanı sıra esas olarak Kürt politikası ekonomik ve politik tavizlerin en büyük gerekçesini oluşturuyor. Bölge ülkeleri ve küresel sistemin yürütücüleri ile girilen ilişkiler, tavizler ve yakınlaşmalar bu temelde gerçekleşmektedir.

1926 tarihli Musul ve Kerkük’ten vazgeçme, 1999 tarihinde Öcalan’ın teslimi için başta Mavi Akım projesi olmak üzere imza edilen anlaşmalar, güncel olan S-400 tartışmaları yalnızca çok sınırlı örneklerdir. Kürt sorununun kendince halli için verilen tavizler içe daralma sonucunu doğurmakta, dışarıya bağımlılıkla beraber sosyal, ekonomik ve politik kriz hallerini sürekli kılmaktadır.

Bundan öte, bir bahane olarak Kürt’e "ekonomik kriz var, sen sus, taleplerini geri çek" demek pek de makul bir tutum olmasa gerek. Kürt insanı ucuz iş gücü olarak, coğrafyası da ucuz pazar olarak ele alınmış, yer altı ve yer üstü kaynaklarının kullanımında kendisine irade tanınmamıştır. Sıkıyönetim, köy boşaltmaları, mera ve yayla yasakları neticesinde temel geçim kaynağı olan hayvancılık ve tarım faaliyetleri anlamını yitirmiştir. Keza benzer sebeplerle bir gelir kaynağı olarak ticaretin koşulları kalmamıştır. Ekonomik olarak sürekli kriz halinde tutulan bir toplum ve coğrafyadır söz konusu olan. Kapanmaz yaralardan biri olan Roboski katliamı her daim bu gerçeği hafızalarda canlı tutacaktır. Bu realiteyi inkar eden ya da binbir türlü “ama”lı cümle ile sönümlendirmeye çalışan her yaklaşım refaha erişse bile, Nazi Almanya’sının var ettiği zenginliğin bir taklidi olacaktır. Ayrıca bu yaklaşımın ne pahasına geliştiği ve yol açtığı sonuçlar, acılar orta yerde duruyor. Savaş ve tecrit politikasını sürdürebilmek aynı zamanda militarist bir kültürü diri tutmayı da gerektirmektedir.

Kürtler şüphesiz dünyanın merkezinde yer aldığını iddia etmiyor. Her sorunun kaynağı olmadığı gibi her çözümün anahtarı da değil. Ancak kendi politikalarını hayata geçirebilmek için emperyal ülkelerce parça parça edilmiş, özyönetimden yoksun şekilde bölgesel güçlerin insafına terk edilmiş bir halk olduğu da inkar edilemez. Dört ayrı ulus devlet egemenliğinde kendi dilinden, kültüründen, yönetiminden ve hatta varlığından soyutlanmıştır. Metropollere yaşanan göçler, Avrupa, Kafkasya, Orta Asya’daki Kürt diasporaları yalnızca bunun çileli bir sonucundan ibarettir.

Bu acılı yaşamın öğretici bir özelliği olsa gerek; bu halk yoksulluğuna rağmen bireysel kazanımların kolaycılığına kaçmaksızın kolektif onur adına hareket etti. Yıllarca parlamenter temsiliyete erişememesine rağmen canı pahasına sandık başına gitti. Özgürlük ve barış yolunda taş üstüne toz zerresi koyarım diyen her kim olsa ona kapısını açtı, imkanlarını seferber etti. Dişiyle tırnağıyla var ettiği kurumlarında yer alan, politik yelpazenin bütün kanatlarına mensup kişilerce umudunun boşa çıkarıldığı, yüz üstü bırakıldığı da oldu. Somut örneklemeler vermek mümkün olsa da bunun bir kazanımı olmayacaktır. Söz konusu olan halkların bugünü ve yarını olunca bu örnekler deryada damla olmaktan öte anlam ifade etmiyor. Bu halk her kim olursa olsun mütevazi katkılarını beklemiş, elden gelen desteği esirgemeyeceğini defalarca kanıtlamıştır. Ezilenlerin ortak çatısı altında etnik kimlik, inanç, cinsiyet, kültürel ve farklıca toplumsal tabakaların ortak amacı bunu gerektiriyor. Öcalan’ın yıllardır ısrarla vurguladığı üzere söz konusu olan bir halkın varlık sorunu olduğu kadar aynı zamanda bir ülkenin demokrasi sorunudur. Bu sorunun yegane çözüm yöntemi de, adresi de bellidir. Algı ve yanılsamalardan özgürleşebildiğimiz oranda barış ve demokrasi umudu çok daha güçlü olacaktır.

*Avukat, HDP seçmeni

Etiketler HDP istifa Ahmet Şık