Yaşlı ve yavaş*

Yaşlılıkla yüzünü gösteren sükûnet, hayata dönük sevinci kısmadan, “yaşama duyulan açlığın yeni bir tezahürü” de olabilir. Hızlı olamadığı için artık yavaşlayan, hareket ve sükûn oranları azalan yaşlı insanın farklı çözünürlükte bir varoluş imkânı üzerine düşünmesinin bir yoludur. Büyük parçalı varoluş bileşenlerini değil, daha küçük olanları duymaya dönük bir gayrettir.

Google Haberlere Abone ol

Özgür Taburoğlu

David Lynch, The Straight Story (1999) adlı filminde, yaşlı bir adamın yıllardır görmediği kardeşini motorlu bir çim biçme makinesi ile ziyaret etmesini anlatır. Film, hızlanmış bir zamanda yaşlı adamın manzara duyusu gibi yavaş ilerler. Kamera, adamın duyularına öykünür ve sükûn içinde bakmayanların fark edemeyeceği tabiat unsurları arasında gezinir. Bu sırada yaşlı adamla uyum içindeki seyirci de yolun duyusunu kaybetmeden yavaşça yer değiştirir. Yolculuk boyunca herhangi bir olağanüstü olay gerçekleşmez. Ama bu hızda seyreden bir yolcu, artık unutmaya başladığı geçmişini yeniden hatırlar. Yaşlandıkça kenara çekilmiş, unutulmaya yüz tutmuş yetileri de yeniden ortaya çıkar.

Bay Straight’in yaşlı bir insanın duyumsal dünyasını anlatması gibi, Mina Urgan da Bir Dinozor’un Anıları‘nı yaşlı bir kadının bitmeyen neşesi içinden yazar. Biraz kenara çekilmesi, başkaları gibi kendisine dönük beklentilerini de aşağı çekmesi, onun için daha az telaşlı ve mutlu bir hayatı mümkün kılar. İnsani yetilere fazla gelen hızlı bir dünyanın derdi gevşer ve alışkanlıkların güvenli çevrimi içerisinde huzurlu bir hayat yüzünü gösterir. “Sükûnet sanatı” da ancak böyle bir zeminde mümkün olabilir. O zamana kadar zihnen ve bedenen aralıksız yer değiştiren, kendi varoluşuna dair yerleşik bir bakış açısı yaratamayan bir kadın, yaşlılığın getirdiği sakinlik sayesinde belli bir yerde durabildiğini fark eder. Hafıza ve duyular zayıflamış olsa da, ilginç şekilde bu yetiler daha da sarahat kazanabilir. Duyular zayıfladıkça başka bir boyutta daha vazıh olmaya başlayabilir. Geç dönem yaşlılık yıllarının sıhhatsizliğinden uzak olduğunda, zaman ve mekân duygusunda bir keskinleşme de ortaya çıkabilir.

Marcel Proust, “aceleci bir çağda”, otomobil ve demiryollarının “uzun uzun seyre dalma zevkini ortadan kaldırdığını” dile getirir (2002: 227). Bu yolculuklar sırasında beden sükûn içinde olsa da, ona eklenmiş protezler hareketini sürdürür. Bir aracın insafına kalmış ve hızla icra edilen bir yolculukta temaşanın saflığı kaybolur. Protezlerle çevrelenmiş bir dünyanın hızı içinde bir kabine kapatılan yolcunun çoklu duyum olanakları sadece görmeye indirgenir. Proust’un gerçek bir deneyimin parçası ve süre (durée) kaynağı saydığı gayriiradi hafızanın verimiyse, kokuları, dokunuşları, sesleri, tatları da yardıma çağırmakla olanaklıdır. Özellikle kokuların ve tatların hafızanın çok derin katmanlarını kımıldatabileceğini düşünür. Oysa görüp işittiklerimizle kurulan imgeler, hafızanın derin katlarını karartır. İradi olmayan hatırlama, temaşanın doğası gereği, belirsiz bir süre beklemeyi gerektirir. Koku ve tatların peşinde olduğu mazi parçasının ne zaman geleceği belli olmaz. Beckett’e göre Proust, bu türden deneyimleri yapıtı boyunca “on bir ya da on iki” kez yaşar (2016). Çok sayıda kitap cildini dolduran satırlar bu anlar için bir ön hazırlık gibidir. Geçmiş zaman bu kadar nadiren yüzünü gösteren bir süre gibi şimdiye taşınabilir. Böyle müstesna hatıralar, diğer hafıza verilerini de temellendirir, onların sahicilik dayanağı olur. Örneğin çaya batırılan bisküvi ile geri dönen Combray’ın manzarası olağan zamanlarda anımsandığı gibi olmayabilir.

Yaşlılıkla beraber, geçmişe ve şimdiye farklı bir yerden bakmak olanaklı olabilir. Mina Urgan’ın anlattığı gibi, meslek hayatı, cemiyet telaşı, cinsel hayat baskısı geri çekilince, bedeni ve zihni çekiştiren kuvvetler uzaklaşınca, geçmiş ve şimdi arasında daha verimli ve neşeli bağlantılar kurulabilir. Sükûn içindeki yaşlı bir kadın bu sayede, cumhuriyet sonrasının tarihini yeniden anlatır; bazen de icat eder. Geçmiş ve şimdiye dönük etkin temaşasına, hem hafızası hem de muhayyilesiyle karışır. Onun durduğu yere hatıralar daha kolayca sokulurlar sanki. Yaşlı bir kadının hareket ve sükûn oranlarıyla kararlılık kazanan bir varoluşa çok sayıda mazi parçası isabet eder. Anlama ve anlatma yetilerinin niteliği artar; gündelik hevesler, arzular, beklentiler, ödevler fazla araya karışmaz. Proust’un hep peşinde olduğu Bergsoncu süre duygusunu tecrübe etme ihtimali artar. Yaşlı bir kimsenin sükûneti içinde yakalanan zaman, Byung-Chul Han’ın “diskroni” dediği meyilden kurtulur. Özgün salınımına kavuşan zaman, kendi hareket ve dinginlik oranları içinde bir süreklilik elde eder; derinlerde salınan gizli bir rakkasın hükmü altına girer.

Wilhelm Schmid’in “yaşlanma sanatı” dediği ve “bilinçli sürdürülen” bir etkinlikle yaşlılık, bir “yaşama sanatı” gibi anlaşılabilir (2018). Yaşlı insan, bir hınç yükünü sırtlanmadan, gençlere “diklenmeden”, “sakin bir sükûnet” arayışı içindeyse, hayata ilişkin farklı bir dolgunluk ifadesine kavuşabilir. Zamansal esneme ve büzülmelerden bağışık serinkanlı bir duruş yaratabilir; geçmişe bakınca “depresyona” girmeden ama muhtemel melankoliyi de kovmadan. Yaşlılığın farklı yüklemleri de bu sayede yüzeye çıkabilir. Bedensel ve ruhsal yetilerini kaybetmekle değil de, farklı bir insan kipiyle var olmanın arayışı mümkün olabilir. Yaşlılık üzerine düşünmeyi sadece gerontolojiye bırakmadan, kendi farkını duymanın imkânları açılabilir. Yaşlılık, klinik bir başlık içerisine veya bir çeşit madun kimliğine yerleştirilmeden, başka türden bir yetişkinlik, kemâle erme vesilesi gibi tasvir edilebilir.

Coetzee, Yavaş Adam romanında, yaşlılığını maluliyet gibi yaşamak durumunda kalan bir adamın içine karıştığı yeni zaman ve mekân duyusunu anlatır. Bir bacağını kaybettiği için zorunlu olarak yavaşlamış bir adamın, düşünceleriyle bedeni arasındaki geçişlilik içinde etrafında olanları farklı şekilde görmesini hikâye eder. O güne kadar kendisine yeten yalnız bir adamın birkaç günde gerontolojinin nesnesi olmasının yarattığı ani dönüşümü tasvir eder. Paul, zamanında önlemlerini almadığından, Schmid’in sükûnetle yaşlanmak dediği süreci tecrübe edemez. Ama gelmekte olan yaşlılığa direnç gösteren bir zamanın sakinleri için maluliyete hazırlıklı olmakla ölüme hazır olmak anlamdaştır. İçeriden bakınca kendisini hep daha genç gören, arzulamayı sürdüren bir beden bakıma muhtaç hale gelmeden yaşlı olduğunu anlayamaz. Sürekli “hissettiği yaşta” davranmasını tembihleyen bir söyleme kulak veren, böyle bir maluliyet durumunda yaşlılığı bir hınç duygusu içerisinden deneyimler. Romanda Castello, aşkla dâhil olduğumuz bir hayatın içinde bakıma muhtaç olmanın yarattığı ani geçişi tarif eder:

Bizim gibi ihtiyarlar aşka ihtiyaç duymazlar. Bizim bakılmaya ihtiyacımız var: Arada sırada titrediğimizde elimizden tutulmaya, önümüze bir fincan çay konmasına, merdivenden inmemize yardım edilmesine. Zamanı gelince gözlerimizi kapatacak birine. Bakım aşk demek değildir. (2012: 139)

Yaşlı insan, içindeki ve dışındaki yaşıyla denk düştükçe yakaladığı bir sükûnet içinde, sadece sürmekte olan bir geçmişe değil, geleceğe de temas eden bir sürenin içerisine girer. Yeni bir zaman duyusu kendi tabiatını, mekânını ve varoluş olanaklarını da yaratır. Süratli bir dünyada böyle bir yavaşlama sayesinde, birçok gündelik görüngüyü paranteze alabilir, türlü arzu nesnelerinin kendisinde telaş yaratmasına engel olabilir. Bu yeni zaman duyusuyla beraber, Gaston Bachelard’ın dile getirdiği “sürenin diyalektiği” de sesini duyurur; olumlu ve olumsuz görüngüler bu diyalektik içinde yeniden sıraya girerler. Bay Straight veya Mina Urgan’ın başlarına geldiği gibi, orta yaşlıların veya gençlerin karşılaşmadığı türden varlıklarla etkileşim aralıkları açılır. Hatta yaşlı birey öyle sentezler yaratabilir ki, Beckett kişileri gibi yaşını unutmuş bir varlığa da dönüşebilir. Zaman duyusuyla, zihinsel iklimiyle, “hissettiği yaşta” olma ayrıcalığına kavuşabilir. Çeşitli bedensel icralara zorlayan bir yaşamın beklentilerinden kısmen kurtulup, zihinsel ve ruhsal bir âlem inşa edebilir kendisine. “Yavaşlayıp, kuvvetlerini daha ekonomik kullanınca” yaşam farklı nitelik ve nicelikte bir çözünürlük elde eder. Sözgelimi “reaksiyon süresi düştükçe” temaşa kabiliyeti artar. Eylemlerin yerine olaylar hakikat kıymeti kazanır.

Yaşlı ve yavaş fail, sükûnet sanatı yardımıyla, artık tadilatı zorlaşan, tasfiye olmaya başlayan bir bedenin yarattığı umutsuzluğu bir neşe vesilesi yapmaya aday olur. Schmid, çözülmekte olan bedenin ve zamanla zihnin, Spinoza’nın sonsuza karışan, ölümsüz bedenleri, cisimleri gibi, başka biçimlerde, yeni yaşamlara eklenmesini sevinçle kabullenir. Ölüm, bir bakıma “varlık uykusu” olarak, beden azalarının başka bir ilişki içinde yeniden Ben diyebileceği, farklı bir bileşim içerisinde yenilenmesi umuduna dönüşebilir. Tek değişen, bu benliğin odağının artık farklı olmasıdır. Varoluş imkânları ölümle birlikte, “transhümanist” bir yaklaşımla, diğer varlıklar arasında yeniden paylaştırılır; ben’in kendisine ayırdığı “enerjiler” serbest kalır ve yeni iyelikler kazanır. Başka bir zaman ve mekân içinde varoluş kendisini bu çevrim içinde bozup yeniden bütünler.

Schmid’e göre sükûnet içinde durmanın bir başka yolu da alışkanlıklara teslim olmak, modern ruha içkin derin bir meyil olarak romantik tutkudan uzak durmaktır. Oysa can sıkıntısına katlanamayan romantiklerin, alışkanlıklarla yaşamaya dönük bağışıklıkları düşüktür; özellikle de bedensel etkinliklerde kendisini alışkanlıklara bırakamaz. Diğer yandan yaşamı iradeci bir özne gibi içeriden yapılandırmak yerine alışkanlıklara kendini teslim etmek, izlenimci bir zihin için ferah bir zemin yaratabilir. Zaten artık fazla eğilip bükülmeyen, esnemeyen bir bedenin “alışkanlıkların rayları üzerinde” yer değiştirmesi sağduyulu bir seçim olabilir. “Ayaklar alıştıkları yolu kendi bulurken” iç ve dış manzaraları seyre dalmak kolaylaşır. Eylem, “gayri ihtiyari hareket” gibi bir tarife kavuşunca, romantiklerin ve varoluşçuların müşterek şekilde dile getirdikleri, güç istenci, seçim, kararlılık da yerini daha edilgen yüklemlere, duygulara bırakır; “sarahat” zihne hâkim olur.

Aşina bağlantılar ve akışlar içerisinde sükûnet, farklı bir varoluş kipidir. Böylece yine romantizm menşeli saf bireysel eylemin yerine, kendisini ortak bir ağa, bağa, topluluğa teslim etmiş bir failin fiilleri görünür olur. Alışkanlıklar ağı denilen, toplu bir bünyenin biraz da içgüdüsel devinimidir. Bu sayede ferdi ayrıksılık içerisinden unutulan yakınlıklar, ortaklıklar veya aşinalık duygusu da geri dönebilir. Sükûnetli kişi, etrafındaki dekor ve kadroya ait ritim ile salınmaya başlar. Alışkanlıklar, belirsiz yer ve zamanların beklentilerinden, tanıdık olmayan aralıklardan uzak kalmayı sağlar. Fail, aşina olmadığı varlıklar arasında kendisini sürekli yeniden yapılandırma buyruğundan uzaklaşır.

Yaşlılıkla yüzünü gösteren sükûnet, hayata dönük sevinci kısmadan, “yaşama duyulan açlığın yeni bir tezahürü” de olabilir. Hızlı olamadığı için artık yavaşlayan, hareket ve sükûn oranları azalan yaşlı insanın farklı çözünürlükte bir varoluş imkânı üzerine düşünmesinin bir yoludur. Büyük parçalı varoluş bileşenlerini değil, daha küçük olanları duymaya dönük bir gayrettir. Temaşa etmek ve alışkanlıklara kibirle yaklaşmamak, “her bir molekülü” ziyan etmeden kıymetini bilmektir. Böyle bir yavaşlık, hafızanın farklı bölümlerinden mazi parçalarını çıkarıp getirmeye (veya icat etmeye) dönük bir meyil de yaratır. “Yaşamın dolaşık iplikleri” arasından farklı hatıra serileri geri döner. Geçmiş zamanın şimdiye yığdığı düğüme yavaşlıkla yaklaşan bir el, mazi ipliklerinin daha da dolaşmasına engel olur.

Eylem yetisindeki zorunlu geri çekilme, seyirlik olaylara yer açar. Biraz geride durarak seyreden, sözgelimi parkta arkasına yaslanıp, tabiatın ve cemiyetin biri diğerine ulanan fiillerini izlemeye başlar. Fazla hareket etmeden, kendini ifade etmekten çok duymak ve düşünmek arzusuyla var olur. Konuşmaktan çok dinler; anlatmaktan çok anlamanın yollarını arar. Geri çekilmekte olan etkin bir cinsellik de, dinlemek ve anlamak gibi daha az ifadeci ve mütevazı yüklemlere yer açar. Cinsellik veya zihnî ve uzvî azaları harekete geçiren diğer dürtüler azaldıkça, yaşlı fail, bir Taocu gibi “deliklerini”, “oyuklarını” daha rahat kapatabilir artık. Etkinliğe çağıran arzular, daha edilgen olanlar ile yer değiştirdikçe yüklemlerin kipi de değişir; daha içedönük, daha döngüsel, kendi ritmini, salınımını, genliğini belli eden edimlere yer açılır. Gece ve gündüze, mevsimlere dönük şuur artar. Bilge Karasu gibi söylersek, “dirim ortaklarıyla”, toprakla temas etmeye dönük eğilimler ayrıcalık kazanır. Işığa, sese, dokunuşa, kokulara dönük hassasiyet, bu dirimi, iyi ya da kötü nitelikleriyle sürekli hatırlatır.

Beckett’in ölümü bekleyen yaşlı kahramanı Malone için, en son ışık ve ses oyunları, anlamdan yoksun nicel duyum parçaları geriye kalır. Zamanın çizgisel meyli bir çevrime dönüşür. Zaman böyle döndükçe, ölüm de ertelenir, şimdiden uzaklaşır. Böyle bir zamana koşut düşünceler, “olmadık ilginçlikte bağlantılara elverir” (Schmid, 2018: 48). “Edilgen davranarak geri durmak”, hızlı ve çizgisel bir zamanda sıkışıp kalmış duyu ve hatıra parçalarını da serbest bırakır. Sükûnete ermeye aday yaşlılar, modernliğin sürekli kınadığı “edilgen kalma hakkını” kazanırlar. Yaşlı, yavaşladığı için temas eriminde ve başka bağlara açık olur. Kendi varoluşunu böyle bir edilgenlik sayesinde genişletebilir. Sükûnetle birlikte ifadeci bir benlik de kenar çizgilerini yitirdikçe, yeni bağlantılar ortasında fazla “ben” demeden var olmak kolaylaşır. Duygular, fiiller, hatıralar, benliğin kapattığı zihin ve bedenin dışına çıkabilir; topluca duyma ve anımsama, anlam ve bağlam yaratma imkânları artar.

Temaşa etmeyi tümüyle edilgen bir fiil saymamak gerekir. Hatta Plotinos, bu yüklemin ne kadar zor olduğunu hatırlatır bize (2006). Simone Weil içinse temaşa, dünyanın nazarına açık olmak, “kötülük”lerin temel kaynağı saydığı güç istencinden en uzak eylemdir. Bir çeşit istememe istenci de sayılabilir. Temaşa ve ondan ayrı sayılamayacak olan tefekkür, mistik öğretiler için de yoğun bir terbiye sonunda ulaşılabilecek marifetlerdir. Hannah Arendt, temaşa ile onun karşıtı sayılabilecek eylem arasında karşıtlık bulur. Kadim bilgelik, temaşa meyli içinden, vita contemplativa gibi bir izlek içinde var olurken, modernlik daha çok vita activa içinden kendisini ifade eder. Bu ayrımın başladığı kültürel odağı, birçok başkasının da kavşağı olan romantiklerde bulmak mümkündür. Onlar, izleyen bir failden, aralıksız eyleyen bir başkasına geçişi tatbiki olarak bedenleştirirler. Vita contemplativa‘nın gerçekleştiği aralıklarda duymak, duygulanmak isteyenden, orada fazla oyalanmadan ifade etmek isteyenlere doğru geçitler açarlar. Özellikle Nietzsche ile birlikte vita activa izleği baskın düşünme ve eyleme yolu olur. Tanrının işaretleri olarak kendisini sükûnetle açan bir doğa yerine, onun eserine kararlı bir şekilde dahil olan bir failin kenar çizgilerini tarif eder. Geriye çekilen ve yavaşlayan bir failin yerini, öne çıkan, hamleli, hızlanan bir başkası alır.

Diğer yandan vita contemplativa türü bir izlek, modernliğin artık distopik bir manzara yaratmaya başladığı büyük dünya savaşları ve faşizm sonrasında ortaya çıkan bir tehlike duyusuyla beraber yeniden yüzeye çıkar. Arendt’in sevmekten vazgeçmediği Heidegger sözgelimi, bu kırılmanın izlenebileceği iki farklı düşünce dönemi ortaya koyar. Varlık ve Zaman‘daki kararlı Dasein, savaş yılları sonrasında âdeta Taocu bir içedönük karaktere dönüşmeye başlar. Bu değişimle beraber, Dasein türü bir var olan, farklı yüklemleri, sıfatları ve ruh hâlleriyle ayırt edilir:

Geç dönem Heidegger’de eylem vurgusu, dünyayla tamamen farklı bir ilişki olan ‘itidal’ lehine geri alınır. İtidal, eyleme geçme kararlılığının tam zıddı bir hareket, hatta ona karşıt bir huzurdur. İtidal, ‘dünyada tamamen farklı bir şekilde ikamet etme imkânı’ sunar. Tereddüt, çekingenlik veya metanet gibi kavramlar da eylem vurgusuna karşı ifadelerdir. (Han, 2018: 92)

Heidegger, son dönemlerinde Dasein, mümkünse derin can sıkıntısından ve endişesinden kurtulma kararlılığı göstermesin ister. O halin içinden çıkma ısrarı daha büyük tehlikelere sebep olur çünkü. Onun bu geç dönem fikriyatı yanında, Simone Weil’in tüm yapıtı vita contemplativa izleğinin en belirgin ifadesi sayılabilir. Samuel Beckett’in edebiyatı da temaşacı kişileriyle bu izi takip eder. Ama bu istisnai örneklere rağmen, iradeci ve ifadeci vita activa izleği karşılaştırılamayacak kadar kuvvetli olmaya devam eder. Hatta çağdaş Fransız düşüncesi içinde Simone Weil oldukça yalnız görünür.

*Bu yazı ilk olarak terrabayt.com'da yayınlanmıştır.

Kaynakça

Arendt, Hannah (1958). The Human Condition, The University of Chicago Press: Chicago & London.Aruoba, Oruç (1994). Yürüme, Metis: İstanbul.

Bachelard, Gaston (2010). Sürenin Diyalektiği, çev. Emine Sarıkartal, İstanbul: İthaki.

Beckett, Samuel (1997b). Malone Ölüyor, çev. Uğur Ün, Ayrıntı: İstanbul.

Coetzee, J.M. (2012). Yavaş Adam, çev. Dost Körpe, İstanbul: Can.

Hadot, Pierre (2006). Plotinos ya da Bakışın Saflığı, çev. Özcan Doğan, Ankara: Doğu Batı.

Han, Byung-Chul (2018). Zamanın Kokusu: Bulunma Sanatı Üzerine Felsefi bir Deneme, çev. Şeyda Öztürk, İstanbul: Metis.

Schmid, Wilhelm (2018). Sakin Olmak: Yaşlanırken Kazandıklarımız, çev. Tanıl Bora, İstanbul: İletişim.

Urgan, Mina (2002). Bir Dinozorun Anıları, İstanbul: Yapı Kredi.

Weil, Simone (2019a). Yerçekimi ve İnayet, çev. Mukadder Yakupoğlu, Ankara: Doğu Batı.