Bir metafor olarak antikahraman korona

Pandemi bize ulusal bazda bir sağlık sistemi kurgulamanın anlamsızlığını gösterdi. Almanya gibi yıllarca hazırlık yapmanız da salgınla etkili mücadele etmeyi sağlamıyor. Etkili, küresel çapta hazırlık ve planlara ihtiyacımız var. Küresel, adil bir sağlık sistemine ihtiyacımız var.

Google Haberlere Abone ol

Cegerğun Polat*

Yaygın kullanımı “korona virüsü” olarak devam eden pandemi etkeni virüs için Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) “SARS-CoV-2”, ortaya çıkan hastalığın da Covid-19 (2019 yılına atıfla) olarak isimlendirdiğini hatırlatmış olalım. Zira öncesi yine bu virüs ailesinin görece sınırlı salgınlarını biliyoruz. Gelecek için korona virüsü ailesinin yeni salgınlara neden olacağını da öngörüyoruz. Komplo teorilerinin ve geleceğe dair “distopik” değerlendirmelerin nereye oturduğuna bakmaya çalışırken hayatımızda zaten var olan ancak kendini bu kadar etkili kılmamış bir proteinden bahsettiğimizi unutmayalım.

Hem edebiyatta hem de gerçek hayatta uzun zamandır varlığını sürdürmekte olan “antikahraman” terimi alışılageldik kahramanların tam zıddı baş karakterleri tanımlamada kullanılmaktadır. Kısaca olumsuz nitelikleri olan baş kahraman şeklinde de ifade edilebilir. Antikahraman gaddarlık, acımasızlık, alaycılık, bencillik, bağnazlık, kötümserlik ve toplum değerlerini küçümseme gibi özellikleri barındırır. Bu deyim postmodernizmden köken almış ve 20'nci yüzyıl sonlarına kadar da kullanılmamıştır. Daha eskilere bakıldığında belki de en ünlüsü Dostoyevski’nin Raskolnikov karakteridir. Edebiyat ya da sinema anti kahraman karakteri ile izleyici, kahraman karakterinde olduğu gibi kendini tam olarak ayıramaz. Anti kahramanın ortaya çıktığı vasat sorgulanır. Peki bu terminoloji ne işimize yarar? Bir metafor olarak anti kahraman korona virüsü için kapitalizmin form değiştiren yüzü neoliberal dünya, salgının temel vasatıdır. İklim krizi, gıda krizi gibi içinde bulunduğumuz sorunların süre ve kapsam alanı olarak daha sınırlısı, daha büyük felaketlerin habercisidir. Sermayenin sınırsız piyasalaştırma hırsının tezahürüdür. Küreselleşmenin ekonomik ve demografik olarak aşırı nüfus hareketleri ile yüksek düzeyde bağlantılı dünyanın yan etkisidir.

Noam Chomsky “Korona virüsünün iyi yanı, belki de insanları nasıl bir dünya istediğimiz konusunda düşünmeye itmesi olacak” derken korona virüsüne anti kahraman rolü vermiş, neoliberalizmi asıl salgın olarak nitelemiştir. İyilik olarak olmasa da “vesile olma” hali diye nitelenecek koşullar ilk pandemi şokunun hızla atlatılmasına bağlı görünmektedir. Pandemi kaynağı olarak Çin’in Wuhan kentinde bir pazarda ortaya çıktığı varsayımı ile konu doğal afet gibi gösterilmiştir. Yaşadığımız çevre, sıkışık kentler, iklim değişiklikleri ve yarattığı çevresel değişiklikler gözardı edilmiştir. David Harvey “Kesin olmak gerekirse virüsler sürekli değişiyor ancak bir mutasyonun hayatı tehdit edici hale geldiği koşullar insan faaliyetlerine bağlıdır.”diyor ve konuyu virüsten başka bir yere getirmeye çalışıyor. Harvey konuyu “antropomorfik ve metaforik olması istenirse Covid-19’un, şiddetli ve dizginsiz bir neoliberal talanın elinde kırk yılı aşkın bir süredir berbat ve istismarcı bir muameleye maruz kalan doğanın intikamı olduğu” şeklinde bağlamaktadır. Tüm bu iç içe girmiş krizler ve küresel kapitalist sistem ilişkisi sistem yürütücüleri açısında tartışılması bile gereksiz bir mevzu olarak görmezden gelinebilir ancak bizler için daha büyük felaketlerin habercisi olarak değerlendirilip acilen bir şey yapmanın gerekçesi de olabilir.

Konu bu kadar sağlık odaklı olunca neoliberal politikalarla inşa edilen küresel kapitalist sistemde nasıl bir sağlık sistemi oluşturulduğunu ve gelecekte neler yapılabileceğini konuşalım. Korona virüsü salgını, pandemi (DSÖ tarafından dünyanın her yerinde görülmesi ile beraber ilan edildi.) halini almamışken yani sadece Çin Cumhuriyeti’nin sorunuyken kaçımızın dikkatini çekmişti bilmiyorum. Aslında çoğumuz için Çin’in üstesinden geleceği, hızla ilaç bulacağı, konuya az biraz vakıf olanların da “1 aya kalmaz aşısını bulurlar” diye geçiştirdiği bir haber olarak kalmıştı. DSÖ'nün süreci yanlış yönetmesinin katkısı ile ülkelerin alarma geçme reflekslerinin de ne kadar yavaş olduğunu görüldü. Asya ülkeleri ve daha önce salgın senaryolarını çalışmış ülkeleri dışında tutarsak, bu salgının pandemi halini almasının altındaki “görmezden gelme” davranışı çeşitli saiklerle ortaya çıktı. Ekonomik gerilim yaratmama ve masraflardan kaçınma bunların başında geliyordu. Gelinen aşamada salgın önlemlerini azaltmaya çalışmaktaki gerekçelendirmeler ise bunu bize net olarak gösterdi.

DSÖ, salgınla beraber yapılan-yapılmayan, değişen-değişmeyen şeylerin toplamının hayatlarımıza etkisini kavramsallaştırdı; “yeni normal”. Uzun süredir korona salgını ile beraber hayatlarımıza ne olacağı tartışılmaya başlanmıştı. Nedendir bilinmez ancak tüm başarısızlığına rağmen DSÖ’nün dillendirmesi önemli bir referans olarak kayda geçti. Hayatımız eskisi gibi olmayacak bu netleşmiş oldu. Peki nasıl bir dünya? Bu soruya kendi mecrasından olumlu yorumlar katarak pek çok kesim, ideoloji sahiplendi. Başrolde virüsün olduğu, korku türünde bu senaryoların birçoğunda “edilgen” pozisyonu ile biz insanlar duruyordu. Otoriter popülist liderlerin, daha baskıcı rejimlerin, sınırlı da olsa görece demokratik liberal yönetimlerin ağırlıkta olduğu dünyamızda acaba bize ikinci bir şans yok muydu? Sosyal bilimcilerin dehşetle izlenen bu tartışmalarına sosyalist cenahtan “tarihe müdahale edilebilecek” daha “etkin” pozisyon alabileceğimizi söyleyen farklı sesler de yükseldi. Biz çapayı buraya atarak ilerlersek yanıbaşımızda devasa sağlık sistemini tartışmaya açabilir geleceğe dair bir projeksiyon yapabiliriz.

1970’lerin sonunda kapitalizmin yapısal krizi ile beraber sosyal devlet olgusu masraflı olmuş ve hizmet sektörünün (sağlık, eğitim başta olmak üzere) piyasalaşması gündemleşmiştir. Reagan'ın “Söz konusu sorun devlet, o zaman devletten kurtulalım” retoriği ile ABD ve İngiltere’nin başını çektiği bir sürece girilmiştir. Neoliberal politikalar olarak şekillenen bu süreç kapitalizme başka bir veçhe katmış, insan ve hakları bağlamında koşulları daha da zorlaştırmıştır. Komünist bloka karşı ortaya çıkan refah devletinin ipi çekilmiştir. Sağlık hizmetleri Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu (IMF) eliyle desteklenen projeler ve yardımlarla dönüşüme uğratılmıştır. Sağlığın temel bir yaşam hakkı olmaktan çıkarıldığı bu süreç sonunda “sağlığın finansmanı” temel hedef alınmış özelleştirme politikaları ile bu yük hizmet alıcının sırtına bindirilmiştir. Piyasalaşması sağlık hizmetini “tüketilebilir bir ürün” halinde algılanmasını sağlamıştır. Bu eşiğin geçilmesi ile beraber; kapitalizmin genel kurallarının uygulandığı, arz-talep dengesinin piyasa koşullarında şekillendiği, tıbbi uygulamalardaki yeniliklerin hızı ve kapsamının buradan ilham aldığı, aşırı medikalizasyonla daha fazla kârın hedeflendiği, kendi kurallarını oluşturan bir sektöre dönüşmüştür. Toplum sağlığı uygulamalarının (hastalığa ilişkin koruyucu önlemler, gebe takibi, çocuk takibi, aşılama, çevre sağlığı, konut sağlığı vb) geri planda kaldığı, piyasa koşullarında kişisel imkan ve tercihlerle şekillendiği bir sonuca ulaşılmıştır. Tüm bu modelleme sosyalist (tartışmaya açık) ülkeler dışında dünyanın genelinde ana hatlarıyla uygulanmıştır.

Ülkemiz de bunun dışında kalmamış, 2003’ten itibaren uygulamaya sokulan “sağlıkta dönüşüm programı” (SDP) ile önemli bir model haline gelmiştir. Aile hekimliği sistemi ile aile sağlığı merkezleri açılmış (ASM), ikamet edilen yerde, belirli bir alanda ve o bölge nüfusunun toplum sağlığı uygulamalarını içerecek şekilde sorumluluğunu alan birinci basamak sağlık hizmetinin mekanları olan sağlık ocakları kapatılmıştır. ASM’ler küçük birer işletme olarak kurgulanmıştır. İşletmenin patronu olan hekim, çoğu yerde dükkandan bozma mekanlarda kira ödeyen, personel çalıştıran, piyasa koşullarının gereklerine göre hareket eden pozisyona indirgenmiştir. Birinci basamak sağlık hizmeti; hedef konulan nüfus, nüfus başına ödenen para, şehrin farklı yerlerinde oturan hastalarıyla birçok uygulamanın telefonla yapıldığı bir sisteme dönüştürülmüştür. Sigorta fonları birleştirilmiş özel hastanelerden hizmet almanın önü açılmıştır. Başlarda sigorta fonlarından yapılan yüksek ödemelerle özel sağlık hizmetlerinde sermaye oluşumu desteklenmiş, fiziksel koşulları yetersiz apartmandan bozma hastanelerin açılmasına izin verilmiştir. Tüm bu özendirme ve bol paraların döndüğü alan artık ticari olarak “sağlık sektörü” adını almıştır. Bu aşamadan sonra başka bir aşamaya geçilmiştir. özel sağlık sektörüne fonlardan yapılan ödemeler kısılmış, özel hastanelerde katkı-katılım payları tedavi giderlerinin ana kalemi haline getirilmiştir. Kamu hastanelerinde ise performans sistemi ile daha fazla hasta, daha fazla işlem denklemine hekimler ve sağlık çalışanları sürüklenmiştir. Bu kısım önemli. Zira pandemi ile mücadelede “avantajlarımız” diye anlatılan şey talihsiz biçimde “fazla hasta görmek”, “uzun çalışma sürelerinde yoğun iş yükü ile antrenmanlı olmak” olarak sıralanmıştır. Üniversite hastaneleri önemli mali sıkıntılara sokularak “işletmecilik” açısından sınıfta kalmanın bedelini tıp fakültesi olma özelliğini yitirerek ödemiştir. İşte bu tarihsel hazırlıkla pandemi sürecine girmiş durumdayız.

Sağlık alanında pandemi ile mücadelede yapılması gerekenleri sağlık çalışanlarının belirli etik ilkelerle büyük oranda yaptığını düşünebiliriz. Fakat bir taraftan da nasıl bir sağlık sistemi üzerine düşünmenin gerekliliği bir sorumluluk olarak üzerimizde. Pandemi bize ulusal bazda bir sağlık sistemi kurgulamanın anlamsızlığını gösterdi. Almanya gibi yıllarca hazırlık yapmanız da salgınla etkili mücadele etmeyi sağlamıyor. Etkili, küresel çapta hazırlık ve planlara ihtiyacımız var. Küresel, adil bir sağlık sistemine ihtiyacımız var.

Otoriter rejimlerin gizlilik ve yalan kültürü bugün yaşadığımız dünyanın esas sonunu getirecek gibi görünüyor. Dünyanın artık aynı devam etmeyeceğini, mevcut düzenin dengeleyici kurumları (DSÖ'nün “yeni normal” söylemi) dahi söylemek durumunda kaldı. Ancak ”dünya nereye gidecek” virajına girmiş durumdayız. Yeni normal dediğimiz durum toplumdan yana daha adil, doğayla uyumlu, yok etmeyen bir yaşamın ilk adımları mı olacak yoksa daha otoriter, baskıcı, dengeyi kendi lehine çevirmek isteyen liderlerin fantezi dünyalarına mı evrilecek? Tarih mücadele etmeden, verili koşulları insanlık adına kazanıma çevirmeden değişmiyor. Bir kahramana ihtiyacımız yok...

*Dr., Kardiyoloji Uzmanı