Erdoğan yönetse nasıl bir ülke olur?

En sert ifadeyle, işçiler cephelerinde geriye çekile çekile kendilerinin ve ailelerinin can sağlığı ya da açlık arasında sıkışıp kaldılar. Enteresan bir şekilde emek gücünün onların canlı olmalarına bağlı olduğu dahi unutuldu.

Google Haberlere Abone ol

Ahmet Gire*

Öncelikle sorum şu Erdoğan’ın yönetebildiğini ya da yönetemediğini nasıl anlarız? GSMH’deki artış grafiğinden mi? Kendi iktidarını devam ettirebilmesi mi? Ya da kamusal sağlığın sağlanmış, insanların refaha ermiş olduğu, huzur dolu bir ülkenin sağlanması mı?

Sinan Birdal’ın 24 Nisan Cuma günü yazdığı yazının başlığındaki soru buydu. Yazı, Foucault’nun tarihte görülen büyük salgınlarda daha görünür olan belirli yönetim rasyonaliteleri arasındaki ilişkiyi vurguluyor ve bu rasyonaliteler arasındaki uyumsuzluğun Erdoğan’ın yönetememesinin nedeni olduğu vurgulanıyor.

Egemen şahıs modeli hükümdarın iktidarının sınırları içinde yaşayan her şeye hükmedebileceği vehmine dayanıyor. Oysa güvenlik modeli nüfusun milyonlara ulaştığı büyük kentlerdeki hayatın yukarıdan ilan edilen fermanlar, kanunlarla yönetilemeyeceği fikrini merkeze alıyor. Kentteki akışların; insanlar, emtia ve doğa arasındaki etkileşimin iradi bir şekilde kontrol edilemeyeceğini ancak bu akış ve etkileşimlerin gerçekleştiği ortamların düzenlenerek bunlara bir yön verilebileceğini iddia ediyor.

Foucault üç yönetim modeli tanımlar. Hükümranlık, disiplin ve güvenlik. Hükümranlık erke dönergeci gibi, yasa-yasaklama aracını kullanarak yasa-yasaklama kudretini elinde tutmaya çalışır. Hükümranlığın amacı hükümranlığın devamıdır. Disiplin ve güvenliğin amacı yönetilen, düzenlenen, kapatılan, akışına bırakılan şeylerin yarattığı faydalı etkidir. Foucault Vestfalya Antlaşması'ndan sonra şekillenen Avrupa devletler sisteminde artık fetihlerin sonunun geldiğini, böylece devletlerin hiç bitmeyen bir rekabete girdiklerini söyler. Böylece hükümranlığa tehdit-hükümranlığı koruma ikilemi rafa kalkar. Artık şeyler, onların yönetimi ve bu yönetimin getirileri vardır. İktidar ilişkilerinin etrafında düzenlendiği bu üç model sürekli birbiriyle iç içe geçer, birbirlerini sınırlandırırlar ya da güçlendirirler.

Ama bugünün Türkiye’sinin anlamak için bu üç modele başvurduğumuzda Birdal’ın da dediği gibi anlaşılmaz bir curcuna görünür. Bu anlamsızlığın en büyük nedeni, bana göre, işçilerin bütün yönetim modellerinin dışında bırakılmasıdır. Güvenlik modelinde harcanabilir bedenlerin olduğu söylenerek kolaylıkla bu durum anlaşılır kılınabilir. Ancak bu da çok kestirmeci bir yanıt olacaktır. Çünkü bu harcanabilir olmanın kendisini istatistiki bilgiye indirgemenin işçiler ve sermaye arasındaki güç ilişkilerini örten bir tarafı var. Bazı ülkelerde zorunlu ihtiyaçlar haricinde üretim dururken, Türkiye’de iş olduğu sürece fabrikalar çalışmaya devam etti. Fransa merkezli otomobil fabrikası Fransa’da çalışmazken Türkiye’de fabrikası 27 Nisan günü üretime devam etme kararı aldı. Burada Marx’ın “İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil, dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar.” sözünü anmak gerekir. Bu önermeyi sadece işçi sınıfı için düşünegelmiştim ancak görünen o ki sermaye de tarihi verili koşullar altında yapıyor.

İşçi sınıfının her düzenlemenin dışında bırakılması nasıl anlaşılabilir? Foucault’nun 1976 yılındaki derslerinde iktidara yönelik başka bir anlama biçimi de var. Burada Clausewitz’in meşhur “Savaş politikanın başka araçlarla sürdürülmesidir.” önermesini alır ve tersine çevirir, böylece politika savaşın başka araçlarla sürdürülmesi olur. Böylelikle gündelik hayata bakıldığında politika; gruplar arasındaki savaş taktikleri, stratejiler, saldırılar ve savunmalar olarak anlaşılır. Böylece her politik grubun aktör olma potansiyelinin baştan önü tıkanmamış olur. Foucault’nun savaş üzerinden mevcut iktidar dağılımını tarihselleştirmek için başvurduğu bu kavrayış, pandemi boyunca yaşananlara bakmak için kullanabilir. Böylece iktidarın politikalarının belirli modellerle ilişkisini değil, bir amaç uğruna denediği, başarıya ulaştığı, beceremediği, geri çektiği, bir daha öne sürdüğü hamleler olarak görebiliriz.

Böylece işçilerin nasıl Foucault’nun yönetim modelleri dediği modellerin hepsinin kapsamı dışında bırakılabildikleri anlaşılır hale gelir. Hükümet için ana hedef, birçok kez birinci ağızdan ifade edildiği gibi üretimin kesintiye uğramamasıdır. Böylece sermaye pandemi süreci boyunca artı değeri vakumlamaya devam edebilecektir. Bürokratik elit ve yönetim açısından da vergiler toplanmaya devam edecektir. Yani bütün devlet politikalarını bu amaca yönelik stratejideki taktikler olarak okuyabiliriz. Özellikle kapsam dışı bırakılanlara bakıldığında bu hamleler çok daha iyi anlaşılır. Bilindiği gibi Türkiye’de pandemi sürecinde işçiler her şeyden istisna tutuldular. Eğer şirketler ellerinde iş yoksa işlerini kapattılar. Devlet herhangi bir yaptırım açıklamadı, yayınladığı bütün düzenlemelerden işçileri muaf tuttu. İşçiler neredeyse pandemi öncesiyle aynı koşullarda yaşıyorlar. Bütün karantina uygulamalarının istisnaları oldular, 20 yaş altına sokağa çıkma yasağı gelirken işçi olan 20 yaş altı insanlar bu sınırlamadan yasak tutuldular, nüfusu belirli kategorilere ayırarak ona müdahale eden güvenlik teknolojisinin de dışında bırakıldılar. İş akışlarına pandemi nedeniyle müdahale edilmedi. Şehirler arası yolculuk yasağı iş sebepleri dışında yasaklandı. Bunun gibi birçok muaf tutulma sonucu salgın işçiler arasında üç kat daha hızlı yayıldı. Yayınlanan kanunlarda, ekonomik paketlerde ya da başka buyrukların hiçbirinde işçinin biyolojik bedeninin korunmasına yönelik bir amacın izi görünmüyor.

Bütün #evdekal çağrılarının yüze çarpan saçmalıkları ya da virüs hafta içi dinleniyor hafta sonu yayılıyor geyiklerinin içerdiği ironi böylece anlaşılır. Özellikle Türkiye’deki pandemi yönetimi ile dünyanın geri kalanı arasındaki yarığın, üretim temelinde bu denli derin olması; Türkiye işçi sınıfı ile sermaye arasındaki güç eşitsizliğinin de dünyaya oranla ne kadar dengesiz olduğunu gösterdi.

Zayıf olan işçiler bu noktada ne yapabildi? Ellerinden pek bir şey gelmedi. İşyerinde ciddi ve yakın bir tehlike söz konusu ise, 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun “Çalışmaktan Kaçınma Hakkı” başlıklı 13’üncü maddesi gereği işten kaçınma hakkını kullanabilenler oldu. Devletin de istatistiki olarak çok iyi bildiği gibi bu hakkı kullanabilecek örgütlü işçiler üretimin oldukça sınırlı bir kısmıdır. Öte taraftan sanayi bakanlığı hiç fabrika görmemiş gibi 1.5 metre mesafe ile çalışmayı zorunlu kıldı. Sanayi üretiminin belirleyici üretim aracı makineler ve bantlar hiç de bir buçuk metre arayla çalışılabilecek şekilde tasarlanmamıştı. En kısa bantta en fazla müdahaleyi yapabilecek şekillerdeydiler. Ancak almış olduğu pozisyon ve stratejik hedefi gereği yasa gücünden yoksun bir yasayı dile getirdi.

En sert ifadeyle, işçiler cephelerinde geriye çekile çekile kendilerinin ve ailelerinin can sağlığı ya da açlık arasında sıkışıp kaldılar. Enteresan bir şekilde emek gücünün onların canlı olmalarına bağlı olduğu dahi unutuldu. Böylece gerçekten politik mücadele taraflardan birinin oldukça zayıf olduğu bir savaş ilişkisi olarak kavranabilir hale geldi.

Ben soruyu değiştirme taraftarıyım. Uzun vadeyi düşünebilmek için elimizde bir veri de yok. Erdoğan yönetemiyor mu diye sorduğumda “yönetebildiğini nasıl anlayabileceğimi” bilemiyorum. Ancak mevcut güç ilişkilerini, politik mücadeleleri ve işçilerin pandemi yokmuşçasına hayatlarına kaldıkları yerden devam ettiklerini görünce hükümet ve çıkarlarını savunduğu sınıfın salgın koşullarından en az kayıpla çıktığını ve kazandığını söyleyebilirim.

*Yıldız Teknik Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Doktora Öğrencisi

Etiketler ekonomi işçi pandmi