Korona ve siyasal pandemi

Korona için alınan önlemleri, devreye sokulan politikaları, korona bahane edilerek gerçekleştirilen ve nüfusun büyük çoğunluğunun evde olması fırsat bilinerek uygulamaya koyulan kararlarla nasıl bağdaştıracağız? Korona, yaklaşan felaketlerin bilgisiyle hazırlanan bir kılıf mı, uydurulan bir mit mi, yoksa totaliter, otoriter yönetimin yakaladığı, belki de gökte ararken yerde bulduğu bir fırsat mı?

Google Haberlere Abone ol

Zeynep Sönmez*-Ateş Alpar**

"Sömürgeci toplumun ‘en iyi’ aydınları bile sömürgeler hakkında fili tarif eden körler gibi konuşurlar." - Fanon

Korona kendini önemli bir tehlike olarak duyumsattığında ve #evde kalmak sıkça tembihlenmeye başladığında devletin hastalığın yayılmasını durdurmaya yönelik bazı hayati tedbirleri aldığı düşünülmüştü. Çünkü toplumun evde kalabilecek kesimlerinin toplumsal hayattan çekilmelerinin sokağı rahatlatacağı ve hastalığın bulaşıcılık oranını düşüreceği söylenmişti.

Bu süreci, sokağa çıkma yasağı ilan edilmesinin, günlük yevmiye ile çalışan işçilerin çalışmak zorunda olduklarının, işten çıkarmaların yasaklanması gerektiğinin tartışılması izledi. Herkesin evde kalma, kalırken de ücretli izinli sayılma hakkı yoktu. Kimse salgının karşısında eşit değildi.

Örneğin gıda ve sağlık başta olmak üzere, ulaştırma ve haberleşme gibi bazı temel sektörlerde çalışanların #evde kalmaları mümkün değildi. Ekonominin çarklarının dönmesi ve salgından sonra büyük bir mali krizin yaşanmaması için AKP iktidarı sokağa çıkma yasağı ilan etmekten kaçındı.

Onca sorun varken ve insanlar ölürken iki günlük hafta sonu tatilinde denenen sokağa çıkma yasağının sonrasında devletin tepesinde yaşananlar, ibretlik bir çekişme, restleşme tablosu olarak filler tepişirken çimenler ezilir sözünü hatırlattı.

Şimdilerde ikinci sokağa çıkma yasağının arifesindeyiz ve gün geçmiyor ki en az korona kadar tehlikeli, öldürücü, sonuçları acı olan olaylarla karşılaşmayalım.

Kamusal yaşamın büyük oranda özel yaşam içine çekilmesinin fırsat bilinmesi ile iktidarın kısıtlamaları artırarak hak ihlallerine dönüştürmesi, ilk olarak Kürt illerindeki sekiz belediyeye kayyım atanması ile kendini gösterdi. Demokratik yollarla başa getirilen yöneticilerin hakları gaspedildi.

Yardım kampanyaları kamplaştırıldı.

Dernekler Kanunu'nda yapılan değişiklikle örgütlenme özgürlüğünün önüne bir set daha çekildi.

Sığınmacı ve göçmenler ülkeyi terk etmeleri için tarih verilerek yol kenarlarına bırakıldı.

İşçiyi değil, işvereni destekleyen, neoliberal politikaları gözeten ekonomik adımlar atıldı. İşten çıkarmalar hızlandı, işçilerin yasal #kaçınma haklarını kullanmaları engellendi. İşverene, işçiyi ücretsiz izne çıkarma/zorlama ayrıcalığı tanındı.

Salda Gölü’nde tahribatın önü açıldı.

Sınır ötesi operasyonlar durdurulmadı. İdlip’te çatışmalar devam etti, Mahmur kampı bombalandı ve yine sivillerin öldüğü haberleri geldi.

Koronadan ölenlerin cenazeleri kaldırılmadı; cesetleri apar topar, sanki bir hayatları olmamış gibi, yasları bile tutulamadan gömüldü. Usulünce gömülme hakkı için ölümü göze alan Antigone’nin öfkesi, iktidarla hesaplaşmanın ağırlığından modern zamanlarda virüse kurban edilmenin dayanılmaz hafifliğine havale edildi. Yetmezmiş gibi, dile getirmeye bile utandığımız, bugüne kadar duymadığımız, görmediğimiz, akıllara durgunluk veren uygulamalara tanık olduk: Bir anneye üç yıl önce ölen oğlunun, Agit İpek’in kemikleri PTT kargo ile gönderildi.

Ceza infaz yasası eleştirilere ve uyarılara karşın kabul edildi. Yasayla çıkanlar arasında Alaattin Çakıcı gibi bir ismin olması, iktidarın krizi fırsata çevirmeye çalıştığının göstergesidir. Düşüncelerinden dolayı içeride tutulanlar, akademisyenler ve bazı gazetecilerin yasa kapsamına alınmaması ise hukuka erişimin eşitsizlik üzerinde var olduğunun ifadesidir. Mahpusta, geride kalanlar ölüme terk edilmiş, devletin ve toplumun lanetlileri ilan edilmiş oldukları düşüncesiyle baş başa kalmışlardır. Diğer yandan, 60 yaş ve üstü mahkumlar, çocuk mahkumlar ile hasta tutsaklar için cezaevlerinin sıhhi şartları son derece belirsiz ve tekinsizdir.

Vicdanımızı, ahlâkımızı, insanlığımızı nerede kaybettik, ne zaman? Bu soruları sormaktan yorgunuz.

Korona için alınan önlemleri, devreye sokulan politikaları, korona bahane edilerek gerçekleştirilen ve nüfusun büyük çoğunluğunun evde olması fırsat bilinerek uygulamaya koyulan kararlarla nasıl bağdaştıracağız? Korona, yaklaşan felaketlerin bilgisiyle hazırlanan bir kılıf mı, uydurulan bir mit mi, yoksa totaliter, otoriter yönetimin yakaladığı, belki de gökte ararken yerde bulduğu bir fırsat mı?

Üzerimize düşen nedir?

Dayanışma sözcüğünü söylene söylene yalan haline gelmiş anlamından arındırmalı ve enseyi karartmamalıyız. Benjamin’in, “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’ istisna değil, kuraldır…gerçek olağanüstü hali yaratmak bize düşen bir görevdir,” sözünü akılda tutmalı, tahakkümün sömürü ilişkileriyle kurulup güçlendirildiğini gözden kaçırmamalıyız. Sivil ölüme terk edilmenin farklı bir boyutunu yaşayan yoksul, işsiz, mülteci, evsiz, kadın, çocuk, LGBTİ+ ve kuir bireyler için şartların zorlaştığını, bu felaket ile eşitsizliklerin belirginleştiğini fark etmenin, işçi sınıfının hak gaspına uğradığı, sömürüldüğü ve yalnızlaştırıldığı gerçeğini görmenin önemini kavramak gerekiyor.

*Yazar

**Fotoğraf sanatçısı