Korona karşıtı milliyetçilik: Popülist dilin absürtleşmesi

Bu kriz döneminde devlet, bizim ona kurban olacağımız aşkın bir varlık değil, ortak sorunumuzu çözmesini beklediğimiz bir araç. Etkisi zaten zayıflamakta olan popülist dilin son günlerde işlevini tümüyle yitirmesinin altında da bu yatıyor zaten.

Google Haberlere Abone ol

Doğancan Özsel*

“Milletimiz nice saldırıları, dertleri göğüslemeyi başarmıştır. Allah'ın izniyle bunun da üstesinden gelecektir.” Covid-19 hastalığının ülkemizde görüldüğünün resmen doğrulanmasının ardından yapılan ilk grup toplantısında Erdoğan’ın konu hakkındaki değerlendirmesi buydu. Bu hamasi sözlerin peşi sıra başka saldırıları da sıralamaya koyuldu cumhurbaşkanı. Buna göre İdlip’te de saldırılar gerçekleşmekte, Tel Rıfat bölgesinde ise saldırı teşebbüsleri gözlenmekteydi. Dahası, esas tehlikeli saldırı içeriden geliyordu. Bizi içimizden vurmayı amaçlayan bu saldırının öncüsü ise Kemal Kılıçdaroğlu’ydu, yani “CHP’nin başındaki zat.” Saldırı kelimesinin hovardaca kullanıldığı konuşma bu minvalde sürdü ve elbette yoğun alkışlar eşliğinde sona erdi.

Demek ki devletin en tepesinden gelen bu resmi görüşe göre korona, karşı karşıya olduğumuz saldırılardan yalnız birisiydi. Biz, tıpkı geçmişte olduğu gibi yine göğsümüzü siper edecek, yine zafere ulaşacaktık. Nitekim iktidar ortağı Devlet Bahçeli de Çanakkale Deniz Zaferi vesilesiyle yayınladığı mesajında bu minvalde bir değerlendirmede bulundu ve “Türk milletinin bu virüs kuşatmasını da yaracağına inanıyorum” şeklinde bir açıklama yaptı.

Farkında mısınız bilmiyorum ama sağ-popülist liderlerin söylemleri gün geçtikçe daha öngörülebilir oluyor. Kurulan cümleler konu fark etmeksizin neredeyse hep aynı. Bu liderlerin (hatırlaya)bildikleri tek dil bu. Metin yazarlarının işi de sanki şablon bir metnin öznelerini değiştirmekten ibaret. Karşımıza sık sık absürt benzetmelerin, çok anlamlı gibi duran ama aslında hiçbir anlama gelmeyen sloganların ve “gereği yapılacak” tarzında totolojik ifadelerle dolu konuşma(ma)ların çıkması da bu nedenle. Elinde yalnız çekiç olanın karşılaştığı her sorunu çivi sanması gibi, hangi konuda konuşurlarsa konuşsunlar, aslında hep savaştan, çatışmadan, direnişten ve ufukta bizi bekleyen kutlu zaferden bahsediyor, garip vurgularla her konuşmalarını bir savaş narası gibi bitiriyorlar. Bugün gündemde tüm dünyaya yayılmakta olan yeni bir virüs mü var? O da elbet milli birlik ve beraberliğimizi tehdit eden bir kuşatma ve savaşılması gereken bir düşmandır. Bize düşen de bir yandan bu kuşatmayı yarmak, öte yandan da düşmanla iş birliği yapanlara aman vermemektir.

Ne var ki salgın küreselleştikçe, bu gibi sözlerin eski ağırlığının çok uzağında olduğu ve kimseyi ikna edemediği de ayan beyan ortaya çıkıyor. Toplumun geneline yayılmakta olan krizin şaşırtıcı bir etkisi bu. Kendi gündelik yaşamlarımız için duyduğumuz somut endişe arttıkça, iktidar ilişkilerini örten hamasi örtü de giderek çürüyüp dökülüyor ve kriz, siyasal yabancılaşmamızı tersine çeviren bir dinamiği ortaya çıkartıyor. Bu dinamik mutlaka beraberinde demokratikleşmeyi getirmek zorunda değil. Zira hamasete kayıtsız bir biçimde de olsa, bu kriz anında yine çareyi kurumsallaşmış iktidar yapılarında arıyoruz. Armağan Öztürk’ün Gazete Duvar’da yayınlanan “Korona Günlükleri: Devlet ve Kapitalizm, her şey buharlaşıyor mu?” başlıklı yazısında da dediği gibi, toplumsal yıkım anlarında devlete yönelmekteyiz ve bu bakımdan Hobbes haklı. Üstelik pek çoğumuzun güvenlik ile özgürlük arasında bir seçim yapmak zorunda bırakıldığımızda ilk seçeneğe meylettiğimiz de muhtemelen doğru.

Öte yandan korona krizi ile birlikte yüzümüzü yeniden kurumsallaşmış iktidar ağlarının merkezi olan devlete dönüyor olsak da, bu kez devletle kurduğumuz ilişki kriz öncesinden çok farklı. Devlete kutsallık atfeden ve “devlet yaşasın” diye bireyi yaşatan ideolojik bir dolayım yerine, kriz boyunca devletle olan ilişkimiz son derece yalın ve araçsal. Belki bu bakımdan da Hobbesçu bir durumu deneyimliyoruz. Toplumsallık temelinde kurulmuş yapay bir iktidar mekanizması olarak devletin doğasını örten ideolojik angajmanlar bu süreçte anlamını büyük oranda yitirmiş durumda. Öyle ki Covid-19 Türkiye’de görülmeye başladığından bu yana İdlip’te ölen ve yaralanan askerler sosyal medyada ufak bir kıpırtıya bile yol açmıyor. Aynı acı haber on gün önce gelse kendilerine de şehitliğin nasip olması için Twitter üzerinden dua edecek olanlar şimdilik kendi sağlıklarını korumakla meşguller. Bu kriz döneminde devlet, bizim ona kurban olacağımız aşkın bir varlık değil, ortak sorunumuzu çözmesini beklediğimiz bir araç. Etkisi zaten zayıflamakta olan popülist dilin son günlerde işlevini tümüyle yitirmesinin altında da bu yatıyor zaten. Bugün hemen hepimiz devlete araçsal bir biçimde yaklaşıyor, Sağlık Bakanı’nın veya Erdoğan’ın konuşmalarını dinlerken somut verileri öğrenmeyi ve etkili politikaları duymayı bekliyoruz.

Sözün özü, eskinin dilini işlevsizleştiren derin bir krizin içerisinden geçmekteyiz. Yarının ne olacağını kestirmek zor. Ancak dünün bir tekrarı olmayacağı, olamayacağı görülüyor. Toplumsal krizlerin derinliğinin bir göstergesi de normal şartlarda işlevsel olan iktidar söylemlerinin bir anda etkilerini yitirmesi ve güç ilişkilerin eskiye nazaran çok daha berrak bir biçimde karşımıza çıkmasıdır. Covid-19’un tetiklediği krizin derinliğini buradan kestirmek mümkün.

*Doç. Dr. Munzur Üniversitesi

Etiketler salgın korona Covid-19