Avrupa Birliği, göç ve psikolojik eğilimler

Avrupa’da göçten kaynaklı olarak kendisini tehdit altında hisseden kesimler -ki bunlar sayısal olarak da çoğunluktalar- artık en büyük siyasi güç haline geldiler. Göçler nedeniyle beliren demografik değişiklikler, Avrupalıları kaygı ve endişeye sürüklerken, medeniyetlerinde meydana gelmesi muhtemel transformasyon ise panik yaşamalarına neden oluyor.

Google Haberlere Abone ol

Özgür Çoban*

Avrupa’da bugünlerde politik bakımdan oldukça önemli ve geleceği şekillendirme potansiyeli taşıyan gelişmeler yaşanıyor. Anti-Brüksel, anti-İslam, anti-küreselleşme ve anti-göç ekseninde politika yapan güçler ivmelenmeye ve siyaseti domine etmeye devam ediyor.

Örneğin, Macaristan’ı nepotizm ve kleptokrasi bataklığına boğazına kadar gömülmüş bir otoriter olan Viktor Orban yönetiyor. Orban, ülkesinde sadece yerli Macarları istiyor, o nedenle demokratik kanallara her geçen gün daha fazla faşizm pompalıyor. Hollandalılar, Fransızlar, İtalyanlar ve Almanlar, sınırlara duvar çekmeyi ya da ne bileyim elektrikli tel örmeyi isteyen neofaşist partilerle uğraşıyor.

Bununla birlikte bölgesel politika yapan siyasi odakların da hayli güç kazandığı bir süreçten söz ediyoruz. Güçlü mikro-milliyetçi siyasi akımların arkasında sürüklediği İskoçya, Katalonya, Flaman bölgesi ya da Korsika halkları bağımsızlık istiyor. Sosyolog Bruno Latour’un da vurguladığı gibi “Avrupa yalnız, zayıf ve hiç olmadığı kadar bölünmüş durumda”.

Bu kısa panoramanın ardından asıl konumuza gelelim. Göçe bağlı öfkenin büyümesiyle birlikte artan sosyal kutuplaşma ve şu anda Türkiye-Yunanistan sınırında yaşanan mülteci hareketliliği –Avrupalılar her ne kadar paniklemiyor gibi görünseler de- yeni politik depremlerin ve bunların tetikleyeceği bir dizi istikrarsızlığın habercisi olabilir. Avrupa Birliği’nin göçe ilişkin şu saate kadar ortak bir politika geliştirememiş olmasının, yaşanabilecek sıkıntıları aşmada bariyerleri yükselteceğini göz ardı etmemek gerekiyor.

Mültecilerin, Avrupa’ya geçişlerinin önündeki en önemli engel, 2015’teki büyük göç sonrası neofaşist partilerin önlenemez yükselişlerinin merkez siyaset cenahında yarattığı panik hali olacaktır. Nitekim Alman Federal Meclisi’nde, Hıristiyan Birlik (CDU/CSU) ve Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nden (SPD) oluşan koalisyon hükümetinin, “Yunanistan sınırından bakıma muhtaç 5 bin mülteci alalım” istemli önergeye ret oyu vermesi buna işaret ediyor kanımca. İktidar milletvekilleri ret gerekçelerini açıklarken, “Almanya’nın mülteciler konusunda tek başına hareket etmesinin, AB şemsiyesi altında oluşturulması planlanan ortak göç politikalarını baltalayabileceğini” ifade etmeleri, sözünü ettiğimiz “ortak göç politikası eksikliğine” dikkati çekmek arzusundan kaynaklanıyordu sanıyorum. Alman Federal Meclisi’ndeki bu oylama diğer bir yönüyle aşırı sağ partilerin kıtadaki yeni siyasi dinamikleri etkileyecek kadar güçlendiklerini göstermesi açısından da önemliydi.

AŞIRI SAĞIN KİTLESELLEŞMESİ RİSKİ

Ancak dikkat edilmesi gereken bir başka önemli unsur, özellikle Batı Avrupa politik sistemi içerisinde varlığını sürdüren birçok merkez sağ partinin seçim beyannamelerinde yazılı olan otoriter ve dışlayıcı temaların artıp artmayacağı sorunsalı olmalı. Zira merkez partilerde otoriterleşme eğilimlerinin artması, aşırı sağ siyasi yapıların giderek kitleselleşmesi ya da merkez siyasete tüm argümanlarıyla birlikte hâkim olmaları sonucunu doğurma tehlikesi taşıyor. “Bu kadarı da olmaz artık” demeyin. Çünkü demokrasi ve statüko karşıtı duruşları olan, radikal söylemleri benimseyen partilere ilgi ve desteğin her geçen gün arttığı yadsınamaz bir gerçek artık. Genel itibarıyla refah şovenizminin geçer akçe olduğu, bireysel özgürlükler konusunun ise giderek gündem dışı kaldığı bir süreçten bahsediyoruz.

Avrupa’da yabancı kökenli insanların kimlik bilinci geliştirme konusunda yaşadıkları sıkıntılar da sosyal kutuplaşmanın büyümesine neden oluyor. Göçmenlerin kimlik inşa süreçlerinde salt etnik kökenleri değil içerisinde bulundukları toplumda yüz yüze geldikleri ötekileştirmenin sosyal koşulları da etkili oluyor. İnsanların, ten ya da saç rengi, isimleri nedeniyle kamu dairelerinde dahi her gün onlarca kez ırkçı tacizlere uğramaları –gündelik ırkçılık- daha içe dönmelerine ve etnik/coğrafi ortaklık üzerine bina edilen gettoların büyümesine neden oluyor. Bu gettolar ve ülkede hâkim kültür arasında başlayan itişme, birlikte yaşaması zorunlu olan insanların keskin bir şekilde ayrışması sonucunu doğuruyor. Bu tespitleri bir takım varsayımlardan yola çıkarak yapmıyorum, maalesef tümü ampirik yöntemlerle elde edilmiş sosyolojik olgular.

DAYANIŞMA EKSİKLİĞİ DEĞİL ÇATIŞMA

Avrupa’da göçten kaynaklı olarak kendisini tehdit altında hisseden kesimler -ki bunlar sayısal olarak da çoğunluktalar- artık en büyük siyasi güç haline geldiler. Göçler nedeniyle beliren demografik değişiklikler, Avrupalıları kaygı ve endişeye sürüklerken, medeniyetlerinde meydana gelmesi muhtemel transformasyon ise panik yaşamalarına neden oluyor. Bu nedenle AB bünyesinde gündemi meşgul eden, göçmenlerden kaynaklı krizi salt “dayanışma eksikliği” mottosuyla kodlamak tanımlayıcı olmuyor. Etnik ve dinsel dayanışma içerisinde olan Avrupalılar ile insani sorumluluklarını yerine getirmek isteyen Avrupalılar arasında yaşanan bir çatışmadan bahsetmek daha doğru olur kanımca.

Siyaset Bilimci Karen Stenner “Otoriter Dinamik” adlı çalışmasında, “Otoriter yönetim isteği sabit bir psikolojik özellik değil. Daha ziyade, kendilerini gitgide daha çok tehdit altında hisseden bireylerin tahammülsüz hale gelmesine yol açan bir psikolojik eğilim” tespitinde bulunuyor. Bu tespiti, aşırı sağın Avrupa toplumlarında neden yükseldiğini özetlemesi açısından oldukça değerli buluyorum.

PSİKOLOJİK OLGULAR BELİRLEYİCİ OLACAK

Sonuç olarak, Avrupa’nın yeni bir göçmen dalgasına hazır olmadığı görülüyor. Evet, artık daha tecrübeliler, özellikle Almanya açısından söylüyorum, göçmenlerin yarattığı sıkıntıları çok iyi organizasyonlarla hasarsız bir şekilde atlatmayı başardılar. Ancak ya işin psikolojik boyutu? Örneğin, aşırı sağın yeni gelecek göçmenlerle birlikte daha da yükselmesi bir karşıdevrime neden olabilir mi? Zira Avrupa’da sürekli “sağ popülist” diye kodlanan partilerin tamamı tam anlamıyla gerici.

Stenner, göçün Avrupalılar için “normatif bir tehdit” olduğunu da söylüyor. Yani göçle birlikte insanlar o ana kadar içerisinde yaşadıkları toplumsal ve ahlaki düzenin dejenere olacağı kaygısına kapılıp, radikal ve otoriter eğilimleri olan antidemokratik partilere yöneliyorlar. Bu sosyolojik gelişme, aynı zamanda AB’nin mücadele etmesi gereken alanı da işaret ediyor. Neresinden bakarsanız bakın, endişeyi köpürten bu durum ile ona paralel yükselen ırkçılığa ilişkin kimsenin elinde bir reçete yok. Bu nedenle, bir potansiyel göç öncesinde, AB politikalarını ekonomik ya da sosyal imkânların ötesinde toplumsal psikolojik olguların belirleyeceğine inanıyorum. AB’nin, vatandaşlarının göç kaynaklı psikolojik gerilimlerini tolere edebilme kabiliyeti, anti-Brüksel anlayışa sahip neofaşist partilerin yükselişini de göz önünde bulundurursak, birliğin bir bütün olarak uzak geleceğe taşınıp taşınamayacağı sorusunun da yanıtı olacaktır aynı zamanda.

*Gazeteci