Üretememekten kaynaklanan cari fazla

Net pozisyonun artıda olması ve cari fazla vermek her ülkenin makroekonomik hedefidir. Fakat konumuz Türkiye olunca işler biraz değişiyor. Çünkü bizi gelişmiş ülkelerden ayıran ciddi bir fark var. O da ihracatımızın ithalata bağımlı olması.

Google Haberlere Abone ol

Görkem Güven*

Cari fazla veriyoruz; şenlik ateşleri yakılsın... Fakat aynı zamanda işsizlik oranımız artıyor, kapasite kullanım oranımız düşüyor ve dış ticaret açığımız artıyor. Bu işte bir yanlışlık var gibi değil mi? Ekonomi teorisyeni olmanıza gerek yok. İkili-açık teorileri, MB bilançoları ya da ödemeler dengesi ilişkilerini anlamanız da gerekmiyor. Bilmemiz gereken tek şey sürdürülebilir cari fazlanın yalnızca üreterek verilebileceğidir. İhracatımızı ithalat bağımlılığından kurtaramadığımız müddetçe, ancak üretemediğimiz dönemlerde cari fazladan bahsedebiliriz.

Öncelikle kısaca bu terimlerin ne olduğunu anlamaya çalışalım. Cari işlemler dengesi içinde dış ticaret dengesi (ihracat-ithalat), turizm gelir gider dengesi, yurt dışı müteahhitlik hizmetleri, yurt dışında işçi dövizleri ve faiz ödemeleri ile kâr transferleri kalemleri bulunur. Dolayısıyla cari işlemler dengesi esasen ekonominin reel kesiminin mal ticareti ve üretici faktörlerinin döviz gelir ve giderlerinin dengesini vermektedir. Kamuoyunda daha çok kullanılmakta olan dış ticaret açığı kavramından daha geniş bir tanımlama içermekte olduğundan, bir ülkenin döviz açığının belirlenmesinde de önemli bir gösterge olarak değerlendirilmektedir (Erinç Yeldan, 2010). Cari işlemler hesabı ülkenin mal ve hizmet ihracatını ve ithalatını gösterir. Mal ihracatı ile mal ithalatı arasındaki farka dış ticaret dengesi denir. Bu fark negatif bir değer ise ticaret açığı, pozitif bir değer ise ticaret fazlası söz konusudur. Mal ve hizmetler birlikte ele alındıklarında, mal ve hizmet ihracatı ile mal ve hizmet ithalatı arasındaki farka cari işlemlere dengesi denir. Bu fark negatif bir değerde ise cari işlemler açığı, pozitif bir değer ise cari işlemler fazlası söz konusudur (Tümay Ertek, 2005). Çok kabaca, cari açığınız varsa yabancı ülkelere borçlu, cari fazla konumundaysanız yabancı ülkelerden alacaklı konumdasınızdır. Dolayısıyla net pozisyonunun artıda olması ve cari fazla vermek her ülkenin makroekonomik hedefidir.

Fakat konumuz Türkiye olunca işler biraz değişiyor. Çünkü bizi gelişmiş ülkelerden ayıran ciddi bir fark var. O da ihracatımızın ithalata bağımlı olması. Yani ürettiğimiz ürünlerin ya kritik parçalarını ya da hammaddesini yurtdışından alıyor olmamız. TCMB’nin yayınladığı rapora göre ithal girdi oranımız %61.8. Bu da demek oluyor ki 100 TL’lik ihracat yapabilmek için 61.8 TL’lik ara malı ya da hammadde ithal etmemiz gerekiyor. Ortalama bir veri olan %61.8’lik ithal girdi payı, otomotiv, kimya, ilaç, elektronik gibi gelişmiş endüstrilerde çok daha yüksek. Yaptığımız ihracatta ürettiğimiz katma değer, montaj, paketleme ya da üretim formüllerinin masif uygulamalarını gerçekleştirmekten ibaret kalıyor. Sanayi ürünleri ihraç edebilmek için üretmemiz, üretmek için de ithal etmemiz gerekiyor. İmalat sanayinin ihracattaki payı azalınca, daha az ithalat yapmış oluyoruz. Böylece ihraç ürün yelpazemizdeki yerli hammaddeler, doğal kaynaklar ve tarım ürünlerinin payı artıyor. Bunlar yapısal olarak ithalat gerektirmediği için dış ticarette oransal bir iyileşme yaşadığımız algısı yaratıyor.

Merkez Bankası verilerine göre, Türkiye’de ihracatın yükseldiği dönemlerde ithalat endeksleri de yükselmiş ve bu dönemlerde birim ihracat değerini arttırmak için ithalat yapılmıştır. Yine aynı dönemde işsizlik oranlarının da düşük olduğunu görüyoruz. 2011-2014 arası bu dönemde üretimin daha fazla olduğu ihracat birim değerimizin 110 bandında olduğunu görüyoruz. Fakat geldiğimiz noktada 90’ın altında seyrediyor. Bu duruma sevinmek, ekonomide eylemsizliğe sevinmektir. Serbest ticaretin olduğu bir dünyada üretmek ve ihraç etmek için ithal etmeniz gerekiyorsa, sağlıklı bir enflasyon ve yönetilebilir döviz kurları olduğunda üreticiler buna yönelecektir zaten. Belirsizlik atmosferi, yatırım maliyetlerinin yüksek olması ve ithalat kaynaklı döviz borcunun bir gecede iki katına çıkmayacağını garanti edemediğiniz müddetçe, sanayici üretimden geri duracak, bu da genç işsizliğinizin %27’lere dayanmasına neden olacaktır. Bir ülkede sanayicileri, 'Üretin ve girişim yapın' çağrıları ile ekonomiye kazandıramazsınız. Zira bu insanlar alacakları ticari riskin, pervasız ekonomi politikaları ve anlık çıkışlarla ticari bir kayba dönüşmesini istemezler. Bu nedenle önce mevcut durumu tüm açıklığı ile kavramak ve anlaşılır bir biçimde ifade etmek gerekir.

Cari fazla verdiğimiz iddiasının altında yatan endişe verici “üretememek” gerçeğini ifade ettikten sonra, işsizlikle ilgili bir konuya da değinip yazımızı tamamlayalım. Ekonomi yönetimi artan işsizlik oranlarını haklı çıkarmak için sık sık iş gücüne katılım oranına değiniyor. İş gücüne katılım oranı, toplam çalışabilir nüfus içerisinde çalışmak isteyen, istihdama katılan insanların oranını gösterir. İş gücüne katılmak isteyen insanların sayısının artmış olması, yükselen işsizliğin nedeni olarak gösterilmektedir. Kısaca iş bulamayan insanların sayısının artmasının nedeni iş arayan insan sayısının artmasıymış gibi ifade edilmektedir. Matematiksel bir haklılık payı olmakla birlikte, kimse çıkıp da “peki iş gücüne katılım oranının yükselme sebebi nedir?” diye sormuyor. Hayat pahalılığı, ailelerin tek bir maaşla insani ölçüde geçinemiyor oluşu ve sadece temel ihtiyaçlarını karşılamak için dahi aile bireylerinin tamamının çalışmak zorunda oluşu gerçeği hiç konuşulmuyor. Kadınlarımızın iş gücüne katılımı ve iş hayatında rol oynamaları son on yılın en güzel olayı. Fakat çalışmak istenci ile çalışmak zorunluluğu arasında ciddi bir fark var. Dört kişilik bir aile iki kişinin azami emeği ve asgari ücreti ile ancak kıt kanaat geçinebiliyor. Bu da iş gücüne katılımın artmasına, insanların hiçbir sosyal güvence talep etmeden çalışmalarına neden oluyor. İşsizlik yalnızca ekonomik bir problem değildir. Toplumun çalışan sınıfını tahakküm altına alan, işverenin tüm dayatmalarına karşı savunmasız bırakan bir olgudur. İş gücü arzı arttıkça fiyatı düşer, koşullar işveren tarafından tek taraflı olarak belirlenir ve liberal ekonominin tarif ettiği gibi iş gücü piyasası, emek arzı ve talebinin serbestçe karşılaştığı bir mecra olmaktan uzaklaşır. Hayatta kalmak için emeğini satmak zorunda kalan insanların tahakküm altına girdikleri sosyal bir fenomen haline gelir.

Öte yandan iş gücüne katılımdaki %6’lık artışa karşılık aynı oranda işsizlik artışı olduğunu iddia ediyorsanız, 2012’den bu yana ekonominin büyümediğini de itiraf etmeniz gerekir. Eğer ekonominin büyüdüğünü iddia ediyorsanız, iş gücüne katılan bu oranın bir kısmının istihdam edilmiş ve döngüsel işsizliğin sabit kalmış olmasını beklerdik. Öte yandan kriz dönemlerinde “discouraged workers effect” olarak bilinen, insanların zaten iş bulamayacakları ümitsizliği ile iş aramaya kalkışmadığı ve istihdama katılımın kendiliğinden azaldığı bir dönem yaşanır. Bu etkiyi de görmezden gelmeye devam ediyoruz. %27’lik bir genç işsizliğin olduğu bir atmosferde geçici çözümler bulunmaya çalışılacak ve ilk çare olarak ya kamusal ya da dönemsel hizmet sektörü imdada yetiştirilecektir. Kamusal istihdam bütçe açığına, yurt içi hizmet sektörü istihdamı da dış ticaret açığına yol açacaktır. Kötü günlerin bir kısmı geride kalsa da, iyi günlere henüz yaklaşamadığımız ne yazık ki gün gibi ortada…

* Fon Yönetimi Uzmanı