Yargıda zayıflık neden sevilmez?

Hakimin güçlü anına yönelik eleştiri daha cılız kalırken nasıl olup da zayıflık anını kaldıramıyoruz? Neden zayıflığı hemen görünür hale getiriyoruz? Neden güçlü olan ile mesafemiz aynı kalırken zayıf olanın üstüne çullanıyoruz? Neden zayıfın kusurunu kapatamıyoruz? Neden güçlünün gücünü tamamlamak istiyoruz? Neden zayıflığına katlanamıyoruz? Neden zayıflığına şefkat duyamıyoruz?

Google Haberlere Abone ol

Orhan Gazi Ertekin

Genç bir hakim “mahkemeye düşen” bir film yıldızı ile fotoğraf çektirmekten kendini alıkoyamamış. Dahası fotoğrafı paylaşmanın naif içgüdüsüne karşı koyamayarak o çok iyi bildiğimiz; güçle sarmalanmış korunaklı dünyasından aniden çıkıp kendini sokağa, zayıfların dünyasına, hassas olduğumuz, korunaksız durduğumuz meydana atıvermiş birden bire. Akıllı, olgun ve 'stratejiden anlayan' insanların, hele hakimlerin pek yapmayacağı-yapmasının beklenmediği bir bireysel zaaf anı bu. Bir “yakışıksız”lık sorunu esas olarak. Tabii ki hakim katı, kararlı ve mekindir ve öyle görünmelidir. Değil mi? Bazen hangisinin doğru olduğu şüphelidir. Gerçekte katı olduğu için mi katı ve kararlı görünür hakim? Yoksa kendi gerçeğini saklamakta usta olduğundan mı o görüntüye bürünür? Peki güçlü ve kararlı olması beklenen hakimin zayıf olduğu bir anın birdenbire hepimizin önünde faaş olması bizde ne tür duygular uyandırır ve ne tür tepkiler doğurur? Devlet işlerinin olağan ve nesnel bir biçimde, kendi mehabetine uygun şekillerde ilerlemesi gerektiğine ilişkin inancımız mı belirler tepkilerimizi? Yoksa güçlü ve zayıfa yönelik reflekslerimiz mi?

HAKİMİ ZAYIFLIĞINDA YAKALAMAK 

İktidarların temel sorunlarından birisi her daim zaaf ve zayıflık olmuştur. Çünkü güç daima eksiklik korkusu ile gelir. Peki güç ve iktidar dışında kalanlar bu zaaf anı ile nasıl ilgilenir? Bu soru bugünlerde tüm toplumda dehşet yaratan kararlar veren hakimlerin bir zayıflık anına gösterilen tepkiyi asıl dikkat çekici olan şey haline getiriyor. Hakimin güçlü anına yönelik eleştiri daha cılız kalırken nasıl olup da zayıflık anını kaldıramıyoruz? Neden zayıflığı hemen görünür hale getiriyoruz? Neden güçlü olan ile mesafemiz aynı kalırken zayıf olanın üstüne çullanıyoruz? Neden zayıfın kusurunu kapatamıyoruz? Neden güçlünün gücünü tamamlamak istiyoruz? Neden zayıflığına katlanamıyoruz? Neden zayıflığına şefkat duyamıyoruz?

İKTİDAR DERSLERİ 

Zaaf gösteren veya “yakışıksızlık” yapan hakimle yüzleşmemiz olağanüstü açıklıkta iktidar dersleri sunuyor bize. Ders çok yönlü: Bir defa iktidarların zayıflık anını kaldıramadığı çok açık. Ama iktidar dışındakilerin eksiklik ve zayıflık ile ilişkilenme biçimi sadece devletin değil hepimizin iktidar kurucu, hukuk kurucu birer aktör olduğumuzu da ele veriyor aslında. Böylece zaafına yenilmiş, bireyse bir sergilemenin peşindeki bir hakime karşı bizim tepkimiz ile devletin cevabının huzur içinde buluştuğu bir yer doğuyor hukuk düzenimiz içinde. Nitekim HSK hakim hakkında soruşturma başlattığını duyurdu hemen. Hakim hakkında soruşturma açtıran şey bizim tepkimizdi kuşkusuz. Aksi halde bir adliyenin koridorunda çabucak tüketilecek bir olay olarak kalacaktı tabii ki.

Sorun tam da burada başlıyor. Yargı yönetimi ile nasıl ve ne çabuk buluştuk? Buluşabildik? Nasıl ortaklaşabildik? Derdimize nasıl hemen cevap verdiler? İşte şimdi gerçek soruları bulduk diyebiliriz. İlk ders şu olmalı herhalde. Güç aslında bir vehimden başka bir şey değildir. Çünkü en güçlü olduğunuzu düşündüğünüz, bir film yıldızını yargıladığınız anda birden bire kırılgan ve en zayıf hale geliyorsunuz.

Gelebiliyorsunuz. Hele de bugünlerde esaslı bir güç vehminin, yani sorgusundan sual olunmayan hakimliğin ilk zaafiyet anında şehvetle nasılda tepelendiğini görmek bu gerçeği yüzünüze çarpıyor hemen. İkinci ders, neden HSK ile örneğin Kavala davasında veya Selçuk Kozağaçlı davasındaki “kararlılık” ve “güçlülük” gösterilerine karşı buluşamadığımız ile ilgilidir. Buradan da bellidir ki bizi HSK ile bir hakimin zayıflığı konusunda bir araya getiren şey bir hukuki ilkenin veya mahkemenin mehabetinin veya yakışık alır bir hakimlik kültürünün yerli yerine iadesi değildir. Bizi güç ve iktidar ile bir araya getiren, buluşturan şey bir “zaaf”, bir “zaafiyet” ve bir “yakışıksızlık” ile karşı karşıya kalmamızdır. Kavala ve Selçuk Kozağaçlı davasında bir araya gelemememizin nedeni de budur. Ve gelelim bu meselenin asıl dahil olduğu yere...

YARGIDA ÇOCUKLAŞMA 

Bu tartışmamız yönünden asıl mesele şudur: Türkiye yargısı özellikle 15 temmuz sonrası bir “çocuklaşma” sürecinin içine girmiştir. Meslek sahiplerinin yüzde ellisinden daha çoğunun topu topu iki üç yıllık kıdem sahibi olduğunu en başta söyleyelim. Ama daha önemlisi iktidarın “serbestlik” dünyası ile mesleki kültürün edinilmesi sürecinin iç içe geçtiği bir olgunlaşamama hali ile de karşı karşıyayız: Bu hakimler açısından ne demektir peki? Şu demektir: Hakim bir yandan her türlü oyunun, operasyonun, tezgahın oyuncusu olabilecek, buna gönülden hazır İken aynı anda oyun duygusunu yitirmeyen bir çocukluk hali yaşıyor demektir. Bugünün yargısının dehşeti birazda buradan geliyor aslında. Her türlü zulmü yapabilecek hakimler yaptıklarının ciddiyetini kavrayamayacak bir çocukluk kültürünün içinden yükseliyorlar. Bu da bugünlerde hem HSK'nın hem de hepimizin bu olay nezdindeki şikayeti olan mekan kültürü (mekin olma) ve protokol bilgisini gereksiz bir teferruata dönüştürüyor.

Çok uzatmayayım. Ben “yakışıksızlığı” geçiştirmekten yanayım. Hakimin zayıflığına şefkat göstermekten, ama kararlılığına karşı mücadele etmekten yanayım. Kişisel kusuru örtmekten yanayım. Ama kurumun kusurlarını ifşa etmekten yanayım. Dehşetin ortasında dağılmadan ve kemalatla yürüyerek, yakışıksızıkları affederek, ama karşı koymanın çocukça heyecanını asla ergenlere bırakmadan ilerleyerek...