Medyada başlangıç ayarlarına dönüş

Ortada hem medyanın hem de ticaretin doğasına uymayan tuhaf bir durum vardı. Hepimizin öngördüğü bir gerçeği Demirören yönetiminin es geçmiş olması mümkün değildi. Elbette onlar da sadece bu satın alma işleminin kendisinin bile Hürriyet’i değer kaybına uğratacağının farkındaydılar. Peki neden girilmişti bu işlere, kim için?

Google Haberlere Abone ol

Ulaş Altuner*

Geçen hafta gözüme ilişen bir haberde, Hürriyet gazetesinin tirajının 40 binin altına düştüğü iddia ediliyordu. Haberi okuduktan sonra gözlerimi kısıp bir süre uzaklara baktım. Hatıralar sardı dört bir yanımı. Ne yalan söyleyeyim, biraz canım da sıkıldı. Bu haberi okuyan, belli bir yaşın üzerindeki bütün PR sektörü çalışanlarının da benzer şekilde iç geçirdiğini tahmin ediyorum.

Bundan birkaç yıl önce, halkla ilişkiler ajanslarının müşterileri nezdinde basın, Hürriyet ve diğerleri şeklinde ayrışıyordu. Düzenlediğiniz basın toplantısına bir sebeple Hürriyet temsilcisi katılmamışsa ya da servis ettiğiniz bülten her yerde çıktığı halde Hürriyet’te yer alamamışsa, ajansla müşteri arasında büyük kriz çıkardı. Hem de ne kriz! Şefler, müdürler, yayın yönetmenleri devreye sokulur, kibrit kutusu kadar mürekkep payı uğruna koca koca insanlar yalvar yakar olurdu. Hürriyet’te sağlam bir röportaj çıkaran PR’cının havasından geçilmezdi. Bir hafta yılan gibi dolaşırdı ofiste.

O dönemde koskoca halka ilişkileri medyada görünürlük seviyesinde pazarlayan, 10 liralık işi 3 liraya yapan kimi ‘butik’ ajanslar, doğru düzgün bir iletişim stratejisi vaat edemediklerinden, kimi zır cahil müşterileri “sizi Hürriyet’te çıkarırız” diyerek tavlardı. ‘Hürriyet’te çıkamadık’ diye dört başı mamur iş yapan ajansına yol veren ‘görmemiş’ şirketlerin sayısı da az değildi.

Örneğin bir pazar günü, amiral gemisinin güvertesinde gezinmek isterseniz, envai çeşit hafta sonu ekiydi, broşürüydü, föyüydü, promosyonuydu derken, gazeteyi bayiden eve götürmek için kamyonet tutmanız gerekirdi. Tirajı neredeyse 400 binlere erişen gazetenin ekonomi ve spor bölümleri çoğu günlük ulusal gazeteden daha kalındı. İlan vermek için sıraya girmek gerekiyordu. Öyle bir Hürriyet’ti o Hürriyet.

Tiraj kaybı noktasında Hürriyet’e özgü bir durum yok aslında. Gazete tirajları 2013’ten beri durmadan ve süratle eriyor. Konda’nın 2019’un başında yayınladığı “10 Yılda Ne Değişti” başlıklı araştırmaya göre Türkiye’de gazete okuyanların oranı 2011’de yüzde 68 iken, 2018’de yüzde 26’ya kadar gerilemiş durumda. 2017’de ulusal gazetelerin toplam tirajı 3 milyonu aşıyorken sadece bir yılda 2 milyon 200 binlere inmiş.

Gidişat, bazı önemli gazeteleri basılı olarak çıkmayı bırakıp dijitale dönmeye mecbur bıraktı. Bu da çözüm olmuş gibi görünmüyor. Çünkü görülüyor ki bir gazete kapandığında okurları topluca dijital versiyona transfer olmuyor.

Tirajlardaki ve okuma oranlarındaki düşüşte kağıt fiyatlarının, ilan sayısının azalmasının, ekonomik durumun etkisi var tabii ki. Ancak bu görkemli erimeyi sadece bunlarla açıklayamayacağımız aşikâr.

Yazıya Hürriyet ile başlamamın nedeni Hürriyet’in sadece bir gazete değil aynı zamanda büyük bir marka ve Türkiye’nin basın tarihinde önemli bir simge olmasıydı. 24 Haziran seçimleri öncesinde AKP iktidarının medyanın hâlâ tampon bölge işlevi üstlenen kesimine yönelik son hamlesi için Hürriyet’in ve aynı daire içindeki diğer kurumların zaptı gerekli görülüyordu.

Seçimlerinden çok kısa bir süre önce Demirören Grubu, o dönem tirajı 300 bini aşan Hürriyet’i ve Doğan Grubu’nun elindeki diğer medya kuruluşlarını devraldı. Normal şartlar altında Türkiye’de pek çok kez gerçekleşen toptan medya imparatorluğu satışlarından biri gibi okuyabilirdik bunu. Ancak o dönemin koşulları buna müsaade etmiyordu.

Ortada hem medyanın hem de ticaretin doğasına uymayan tuhaf bir durum vardı. Hepimizin öngördüğü bir gerçeği Demirören yönetiminin es geçmiş olması mümkün değildi. Elbette onlar da sadece bu satın alma işleminin kendisinin bile Hürriyet’i değer kaybına uğratacağının farkındaydılar. Peki neden girilmişti bu işlere, kim için?

AKP’nin medyayı ele geçirme ve yönetme meselesini özellikle son 10 yılda epey yanlış değerlendirdiğini görüyoruz. Medyayı kontrol altında tutarak, insanları elekten geçmiş ve ‘kutsanmış’ bilgilerin havuzunda yıkamak, sunulanın alternatifini görmelerini engellemek çalışan bir yöntemdir. Ama 20'nci yüzyılın ilk yarısında. Bugün değil.

Parmağınızı şaklatarak bütün gazetelere aynı manşeti attırabilir, bütün köşe yazılarının aynı başlık ve aynı içerikle çıkmasını sağlayabilirsiniz ama yaydığınız enformasyonun defolarının fark edilmesi günümüz koşullarında en fazla üç dakika sürer.

Medyayı parselleyip kendi iktidarını sağlamlaştırma aracı olarak kullanan sadece hükümetimiz/hükümetlerimiz değil. Dünyanın her yerinde siyasetin başvurduğu bir metottur bu. Ama onun da yolu yordamı, adabı vardır. Bir kere inandırıcılık- itibar denkleminde projelendiriliyor olmalıdır bu çalışmalar. İktidarın günlük eylemlerini alenen savunmak, her yaptığının doğru olduğunu ilan etmek için değil orta ve uzun vadede algıyı yönetmek için bir plan çerçevesinde yapılır bu işler.

Mesela ABD’de yok mu iktidar yanlısı gazete, gazeteci? Âlâsı var. Ancak orada başka türlü yürüyor işler. Partinin ‘profesyonel’ medya ilişkileri kadrosu daha iktidara gelmeden başlatıyor ilişki yönetimini. Gemiye almayı planladıkları gazetecileri neden kendilerini desteklemeleri gerektiği konusunda bilgilendirip ikna ediyorlar. Bunu da bir görüşmede yapmıyorlar. Gazeteler itibarlarını, dolayısıyla da varlıklarını sağlama almak istiyorlar bu süreçte.

Bir uzlaşma sağlanıyor. Bir strateji belirleniyor. İktidarın temsilcileri gazetecilere kapalı kapılar ardında kendi ellerinden çıkmış beyanatları ‘al bunu bu şekilde yayınla’ diye dayatmıyorlar. O gazetecileri partinin resmi sözcüsü gibi konuşturmuyorlar. ‘Akaryakıt fiyatları güncellendi’ gibi abuk sabuk başlıklar attırmıyorlar. İşi onların uzmanlığına bırakıyorlar. Gazetecilik yapmaları için imkân ve alan tanıyorlar. ‘Sen bizim yararımıza olacak haberleri gündeme taşı biz de seni bilgi ve her türlü kaynakla destekleyelim’ diyorlar. Gazeteci de algıyı muhalefetin aleyhine değiştirebilecek ancak dayanağı olan, tümüyle gerçek değilse bile inandırıcılık taşıyan haberler, yazılar yayınlıyor. Yeri geliyor aynı gazetecilerin aynı iktidarı çok sert eleştirdiğini, patakladığını görüyorsunuz. O da aynı şekilde, inandırıcılığı beslemek için yapılıyor.

Madem iktidar yanlısı medya iktidarı destekleyenler dahil kimse tarafından izlenmiyor ve itibar görmüyor, tüm gücü elinde bulunduran iktidar ne diye konvansiyonel medyayı kontrolünde tutmak için bu kadar çok enerji ve kaynak sarf ediyor?

İki nedeni var. Birincisi, bu destekleyici yapılanma AKP açısından her zaman ve tümüyle yararsız değildi. Bir dönem bu ilişkiler yukarıdaki örneğe paralel bir çizgide ilerledi ve özellikle referandum dönemlerinde çok iyi çalıştı. Bir revizyon dalgasıyla ve biraz tadilatla sistemin yeniden işlevsel hale gelebileceği düşünülüyor.

İkincisi ise iktidarların medyayı sadece mevcut durumu sağlamlaştırmak için değil toplumsal hafızayı ve geçmişi inşa etmek için de kullanması. Sözlü tarih, bugünlerin tanığı olan hafızalarla birlikte ölüp gittiğinde arşivlerde görülecek bir bugün tasviri yaratmak yani.

İKTİDAR MEDYA MAKİNESİNİ KAPATIP AÇACAK

Yıllar yılı tek ses çıkarması için emek emek akort edilen medya nihayet sadece muhalif kesime değil iktidarı destekleyenlerin bile belli bir bölümüne illallah dedirtti. AKP 23 Haziran'dan bu yana muhteşem medya makinesinin mavi ekranına bakıyor. Böyle durumlarda ilk başvurulan çözüm makineyi kapatıp açmaktır.

Daha önce de yazmıştım. AKP yönetimi kendi medyasına yaptığı bunca yatırımı çöpe atacak değil ancak artık reset düğmesine basma zamanının geldiğini gördü. Sistemi yeniden başlatıp en azından kendi taraftarlarına daha gerçek görünen yeni bir modeli denemek isteyecektir. Bu dönüşümü gerçekleştirmek için medyada bazı taşların oynaması, eskiyen ve kutuplaşmayı derinleştiren bazı yüzlerin yenileriyle değiştirilmesi, hatta medyadaki sahiplik yapılarında bile bazı değişiklikler yapılması gerekebilir.

AKP, ne iki kez üst üste yenildiği Ekrem İmamoğlu’nun ne de ümmet bölücü yeni yapıların daha büyük ve kalıcı bir tehdide dönüşmesine göz yumabilir. Toplumun farklı kesimlerinin teveccühüne mazhar olan bu figürleri artık trol saldırılarıyla, pelikan gagalamalarıyla yıpratamayacağı gerçeğini seçimden hemen sonra tespit ettiler. Yeni dönemin iktidarı sarsma potansiyeli yüksek siyasi aktörlerinin itibarını infaz için farklı bir strateji geliştirildiğini varsayabiliriz.

Tam olarak nasıl şekilleneceğini göreceğiz ancak önceki dönemden alışkın olduğumuz, artık AKP’nin kendi tabanının bile yemediği, dezenformasyona ve manipülasyona dayalı yaklaşım büyük bir ihtimalle aşamalı olarak rafa kalkacaktır. Yeni AKP medyası bunun yerine somut, izi sürülebilir kusurlu hareketler üzerinden muhalefete kalıcı hasar verecek içerikler üzerinde durabilir. Kuvvetle muhtemeldir ki öncelikli hedefi de iktidarın önündeki en hacimli engel olarak görünen muhalefet ittifakında çatlak oluşturmak olacaktır.

Bütün bunlar, okuru olmayan gazetelerle, izleyicisi olmayan televizyon kanallarıyla yapılamaz. Topluma bir normalleşme hissi aşılamadan hiç yapılamaz. Bu yüzden AKP’nin yıllar süren çabalarla etkisizleştirdiği ve havuza kattığı medya organlarını kendi eliyle hayata döndürmeye çalıştığını da görebiliriz.

*İletişim Uzmanı