Ayşe Erkmen’in Tünel’deki sanat yapıtı yine yolcu

Şimdi geldik en can alıcı soruya: Sanat yapıtını tahrip eden kim? Görünen fail müteahhit. Ancak bu görüntü yanıltıcı. Gerçek fail o değil. Yapıtı tahrip eden oradaki inşaatı gerçekleştiren müteahhit değil, kamudur. İlk başta inşaata ruhsat verirken burada gene bir kamu malı olan bir sanat yapıtının olduğunu, bunun korunması için etrafında tedbir alınması gerektiğini bilmeyen (veya bildiği halde alınacak önlemleri söylemeyen) ilçe belediyesidir.

Google Haberlere Abone ol

Korhan Gümüş

Fotoğraflardan da anlaşılacağı gibi, şehrin kamusal alandaki nadir güncel sanat yapıtlarından biri, Ayşe Erkmen’in Tünel Meydanı’ndaki “Açık Sütun” adlı eserinin taşıyıcılarının bir bölümü büküldü, hasar gördü. Meydanın simgesi haline gelmiş bulunan anıt pervasızca çekilen bantlarla inşaat alanının sınırlarının içine dahil edilmiş durumda. Hafriyat kamyonlarının önünde bir engel gibi duruyor ve hasar görüyor.

2005 yılında “Yaya Sergileri’ kapsamında düzenlenen çevresindeki bir sanat yerleştirmesi ateşe verildiği için büyük hasar gören yapıt, sanatçının uğraşları ile restore edilerek tekrar yerine konabilmişti. 1993 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) tarafından açılan bir yarışma sonucu şehrin bir çok noktasına yerleştirilen 10 sanat yapıtından ne yazık ki günümüze çok azı kalabildi.

BU HEYKELİN SAHİBİ KİM?

Önce zannedersem bu soruyla başlamak gerekir. Evet, heykelin müellifi Ayşe Erkmen ama sahibi yarışmayı düzenleyen, çağrıyı yapan, yapıtı uygulatan İstanbul Büyükşehir Belediyesi. Dolayısı ile sanatçının “aman benim çalışmama zarar vermesinler” diye orada, eserinin başında nöbet tutması sorumluluğu yoktur. Bu sanat yapıtını koruma sorumluluğu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nindir. Nitekim geçen sefer anıt beklenmedik bir saldırı sonucunda hasar gördüğünde aynı şey olmuş, onarımı için İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne sanat yapıtının kendisine ait olduğunu hatırlatmak gerekmişti.

PEKİ HEYKELİ TAHRİP EDEN KİM?

Şimdi geldik en can alıcı soruya: Sanat yapıtını tahrip eden kim? Görünen fail müteahhit. Ancak bu görüntü yanıltıcı. Gerçek fail o değil. Yapıtı tahrip eden oradaki inşaatı gerçekleştiren müteahhit değil, kamudur. İlk başta inşaata ruhsat verirken burada gene bir kamu malı olan bir sanat yapıtının olduğunu, bunun korunması için etrafında tedbir alınması gerektiğini bilmeyen (veya bildiği halde alınacak önlemleri söylemeyen) ilçe belediyesidir.

Bir daha söyleyeyim: Yapıtı tahrip eden oradaki bilinçsiz müteahhit, inşaatçı falan değil, kültürel eserleri kayda geçmeyen, bunu göz göre göre yapana da seyirci kalan kamudur. Sanat yapıtının tahrip olmasına yol açan görünen fail, müteahhit değil.

İşlevini yerine getirmeyen kamudur. Kendi sanat kurumlarını taşeronlar eliyle yöneten, fikir ürünlerini özel alana, hayırseverlik kurumlarına hapseden, patrimonyal ilişkiler ve piyasa aktörleri tarafından ele geçirilmiş olan kamudur.

Bu nedenle görevini ihmal suçunu işleyen, değeri ölçülemeyecek bir kamu malına, bir anıta, bir sanat yapıtına zarar verilmemesi için önlemler almayan, ruhsat verirken kayda geçmeyen, önlemleri aldırmayan, yapılanları denetlemeyen sorumlular hakkında suç duyurusunda bulunmak gerekir.

SANAT YAPITLARI NEDEN YOK EDİLİR?

Bu bir kaza, tekil bir olay olmadığına, onlarca sanat yapıtı sistemli bir şekilde yok edildiğine göre asıl sorulması gereken soru budur. Acaba neden kutsal kişilerin, devlet büyüklerinin heykelleri dışında güncel sanat yapıtları yok ediliyor? Neden onların varlığına müsaade edilmiyor? Tıpkı sanatın müzelere hapsedilmesi gibi, kamusal alandaki “sivil”, yani iktidarla ilişkisi olmayan yapıtlara karşı bir tepki var? Tepki olmasa bile, ciddiye almama, korumama, özensizlikle hasar verme gibi davranışlar sistemli olarak ortaya çıkıyor?

Burada önemli bir sorun olduğunu düşünüyorum. Evet, dünyanın her tarafında sanatla (özellikle güncel sanat söz konusu olduğunda) kitleler arasındaki iletişim meselesi sorunludur. Ancak meseleye bir de öbür taraftan bakılabilir: Basmakalıp işlere göre güncel adı verilen sanat izleyicilerin, kitlelerin beğenisi ya da talebi ile ortaya çıkmadığına göre, burada önce değer sisteminin nasıl oluştuğuna bakmak gerekir.

Absürt görünse de asıl meselenin anlaşılması için şunu söyleyeceğim: Yaygın olarak kitlelerin beğenmediği (hatta yöneticilerin nefret ettiği) yapıtlar dahi özel müzelerde, sanat alanlarında hak ettikleri gibi korunurlar. Sanat yapıtlarının korunması, öncelikle fikir özgürlükleri ile ilgili bir sorunsaldır.  Sanat yapıtları, diğer düşünce ürünleri ile aynı statüdedir. Yapıtların tahribi, düşüncesi beğenilmeyen kişilere yapılan saldırı ya da düşünceyi ifade özgürlüğüne yapılan müdahalelerle aynıdır. Korunmalarında kamusal sorumluluk bulunur.

Peki ya fotoğraftaki görüldüğü gibi, sanat yapıtı özensizlik veya farkında olmamak yüzünden tahrip ediliyorsa? Zannedersem işin püf noktası da tam burada. Fikir ürünleri, sanat ve mimarlık yapıtları tam da bu nedenle, düşünceyi ifade özgürlükleri üzerindeki kamusal sorumluluklar yerine getirilmediği, özgürlükler güvence altında olmadığı için kendiliğinden gibi gözüken bir süreçte yok edilirler.

FAİLLER ARASINDA BAŞKA KİMLER VAR?

Beyoğlu biliyorsunuz SİT alanı. Yani sıradan vatandaşlar olarak evinizin kiremidi kırılsa, koruma kurulunun izni olmadan değiştiremiyorsunuz. Yani “çivi bile çakamıyorsunuz.” Peki bu inşaatı yapan kişi bu işi plansız projesiz mi yapıyor? Hayır, karşısında zebellah gibi bir Koruma Kurulu var. Koruma kurulundan inşaat izni alabilmek için etraftaki kültürel miras, eğer varsa anıtlar ile ilişkisinin de analiz edilmesi, gösterilmesi gerekiyor. Bu da otomatik bir iş değil, açık uçlu olması gereken, keşfe dayanan bir kamu işlevi. Değer sistemi bu kamu işlevi ile oluşur. Düşünün bir Koruma Kurulu şehrin en değerli meydanlarından birindeki bir anıtın hemen yanı başında yer alan bir inşaat projesini onaylıyor. Ama onaylarken sanat yapıtının bile farkında bile değil. Bu durumda belediyelerdeki sorumluluktan çok daha büyük bir ihmal, değeri ölçülemeyecek bir kamu malına zarar verme cürmüne teşebbüs var. Müteahhit bu zararı vermeseydi dahi, kamu adına sorumlu olduğu koruma işlevini ihmal eden koruma kurulu suç işliyor. Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan görevini ihmal ederek kamu malına zarar verilmesine yol saçan koruma kurulunun üyelerinin derhal görevden alınmalarını ve haklarında soruşturma açılmasını talep etmek gerekir.

Üstelik, dediğim gibi bu tekil bir olay değil. Nasıl daha önce yer kaplamaları değiştirilirken Galatasaray Meydanı’nda yer alan Şadi Çalık’ın “Cumhuriyet’in 50. Yılı Anıtı” sorumlular tarafından etrafında hiç bir önlem alınmayarak, tahrip edilmeye çalışıldıysa... Şaşıracaksınız ama Koruma Kurulu’nun onayını alan Galatasaray’daki meydan düzenlemesinin mimari projesi anıtın özgün bir parçasını oluşturan zeminin üstüne 40 cm kaplama yapılmasını içeriyordu! Ayrıca anıt kayda bile geçmemişti, gövdesi üzerine hurda ve moloz atılmıştı, kırıklar oluşmuştu. İşin trajikomik tarafı, bugün de Cumhuriyet 50. Yıl Anıtı’nın içine araç park ediyor ve çevresi polis barikatlarıyla kuşatılmış durumda!

Cumhuriyet’in 50. yılı Anıtı’nın böyle bir muamele görmesini kabul edecek miyiz?

Bu olay göründüğünden çok daha vahim.

Şimdi aynı aks, şehrin temsil sahnesi üzerindeki bir başka örneğe gidelim. Türkiye’nin hiç şüphesiz en önemli anıtı, Taksim’deki Cumhuriyet Anıtı’nın parmaklıklarına bir bakın. Türkiye'nin en önemli anıtını, Taksim'deki Cumhuriyet Anıtı'nı ne hale getirdiler. Ünlü heykeltıraş Canonica'nın heykelinin bir parçası olan ünlü mimar Mongeri'nin yaptığı parmaklıklar… Soğuk demir işçiliği ile yapılmış 1. milli tarzındaki parmaklıkları söküp yerine bu kaynakla birleştirilmiş ezik büzük demirleri koydular. Üstelik de defalarca nasıl restore edileceğini göstermemize rağmen. Kimsenin de sesi çıkmadı, Koruma Kurulu, SİT Alanı, bunların hepsi havagazı. İçinde bulunduğumuz kamusal ortama “bu bir pespayelik rejiminin ürünü” deyip geçebilirsiniz. Kültürsüz, sanatsız, mimarlıksız bir kamusal alan kalıyor geriye.

Durum çok tehlikeli ve göründüğünden vahim. Kamu tarafı yalnızca atık üretiyor. Neyi yönetse; mekanı, meydanları, şehri, doğayı, sanatı, her tarafı çöpe dönüştürüyor. Çünkü güncel sanat, mimarlık, düşünce… bunların her biri bu rejim içinde artık kamu alanında yaşayamıyor, nefes alamıyor. Tamamen filantropi (hayırseverlik) alanına, sermayenin alanına hapsedilmiş durumda. Bu sanatçıların, mimarların değil, halkın sefilleştirilmesi demek. Patrimonyal ilişkiler kamusal alanı, kurumları yok etti. Olan şehre, halka oluyor.

Anıtın üzerine bant gerilerek inşaat alanına dahil edilmesi bir vurdumduymazlık değil, sanki bir meydan okuma. Şöyle söyleniyor: “Siz enteller, böyle abuk işler yapanlar, sizin sanat dediğiniz, bize zorluk çıkaran şeyi tanımıyoruz. Bakanlığıyla, Belediyesiyle, Koruma Kurulu’yla…”