Bahreyn-İsrail hattında neler yaşandı?

Lübnan el Ahbar gazetesi 27 Haziran tarihli nüshasında “Manama ruhuna Fatiha” başlığı atsa da, olay bitmemiş görünüyor. Konferansın ikinci gününde alkolsüz içecekler ve envai türlü et yemekleri eşliğinde süren organizasyon, İsrailli ve Arap davetliler arasında inanılmaz samimi ilişkiler kurulmasına vesile olmuş. Damat Kushner ise, umut, iyimserlik ve vaat pompalıyordu...

Google Haberlere Abone ol

Faik Bulut

25-26 Haziran’da Ortadoğu’nun kaderini etkileyecek iki önemli gelişme yaşandı Bahreyn ve İsrail hattında. İlki Bahreyn’in başkenti Manama’da “Refah İçin Barış” (tam adı Kalkınma İçin Barış Çalıştay Atölyesi) başlığı altında gerçekleştirilen Amerikan-İsrail ortak yapımı projeydi. “Asrın Barışı” diye pazarlanan bu planın “ekonomik ayağı” sunuldu katılımcı Arap yetkililerine. Maksat, on yıllardan beri siyasi ve askeri bağlamda çözülmeyen Filistin meselesini, dolar gücüyle ve rüşvetle İsrail lehine halletmek. Bu arada başta Körfez ülkeleri olmak üzere Arap ülkeleriyle İsrail arasında, şimdiye kadar gizli sürdürülen ilişkileri aleniyete dökmek, açıkça çok boyutlu ilişkiler gerçekleştirmek. İkincisi de özellikle Filistin, Suriye, Türkiye, Lübnan ve İran’ı yakından ilgilendiren Kudüs Konferansı'ydı. ABD, Rusya ve İsrail’in milli güvenlik danışmanları John Bolton, Nikolai Patruşev ve Meir Ben Şabbat bir araya geldiler. İsrail Başbakanı Bünyamin Netanyahu, ev sahibi olarak açılış konuşması yaptı. Ana gündem İran ile Suriye idi.

Yeniçağ gazetesi yazarı Ahmet Takan şunları yazdı: “Suriye’deki ‘askeri varlıklar’ da tartışıldı. Nereden mi biliyorum? Açık kaynaklardan öğrendim. İsrail Başbakanı diyor ki; ‘Üçümüz de (İsrail, Rusya ve ABD) barışçıl, istikrarlı ve güvenli bir Suriye görmek istiyoruz. Buna ulaşmak için ortak bir hedefimiz var: 2011'den sonra Suriye’ye gelen hiçbir yabancı kuvvetin orada kalmaması... Bu ortak hedefe ulaşmak için yollar olduğunu düşünüyoruz. 2011’den sonra giren tüm yabancı güçlerin Suriye’den ayrılması Rusya için, ABD için, İsrail için ve Suriye için iyi olacak.”

Musevi cemaatine hitap eden Şalom gazetesi yazarı Karel Valansi, olayı yakından takip etmiş. Muhtemelen İsrail’deki kaynaklarına da dayanarak şöyle bir belirleme de yapmış: “Suriye’nin ana gündem maddesi olduğu bu toplantıda basına açık dile getirilmeyen iki önemli konu daha vardı; Golan Tepeleri ve Türkiye’nin Suriye politikası. Bu iki konunun kapalı kapılar ardında eni konu tartışıldığına emin olabilirsiniz.” Valansi, genel çerçeveyi nesnel biçimde çizmiş sayılır. Fakat değerlendirmesinin satır aralarındaki diplomatik bir üslupla çubuğu, ABD-İsrail bakış açısına doğru eğmiştir.

Her iki tespitten hareketle, sormak lazım: AKP iktidarının bu iki ciddi gelişme hakkında açık bir tutum belirlememesi ilginç değil midir? Yoksa Cumhurbaşkanı Erdoğan, bu meseleyi, Japonya’daki G 20 Zirvesi'ne katılan Trump ve Putin ile görüşerek mi halletmeyi düşündü?

Biz, Kudüs Konferansı'na dönelim: Üç ülke, farklı maksatlarla bu toplantıyı katıldı: ABD, Suriye’de kaybettiği uygun zemini tekrar yakalayabilmek istedi. Rusya, bölgedeki kazanımlarını ABD ile İsrail’e kabul ettirmeyi hedefledi. Bu arada Amerika’nın stratejik müttefiki İsrail’i biraz daha kendine çekme denemesi yaptı. İsrail ise, hem iki süper devletle eşit seviyede olduğunu kanıtlamayı hedefledi hem de bölgedeki vazgeçilmezliğini, kendine sorulmadan bir şey yapılamayacağını göstermeye çalıştı. Bu arada İsrail, iki süper devletin yanı sıra özellikle Mısır ve Körfez ülkelerinin desteğini alarak İran’a karşı hareket edebileceğine dair önemli bir mesaj da vermiş oldu. Söz gelimi Başbakan Netanyahu, ilk kez açıkça şunu itiraf etti: İsrail, yüzden fazla kez İran’ın Suriye’deki faaliyetlerini engellemek için operasyon gerçekleştirmiştir. Fakat Netanyahu’nun beklentisinin tersine; ABD, Rusya ve İsrail temsilcileri arasında ortak bir zemin yakalanamadı. Bununla birlikte Suriye’nin ve bölgenin geleceğini tartışmak için toplanan ABD ile Rusya, İsrail’i de yanlarına aldılar. İsrail lehine önemli bir nokta sayılır. Görüşmelerden dişe dokunur ortak bir karar çıkmadı. Lakin Kudüs’ten çevre ülkelere verilen önemli bir mesajdan söz edilebilir. İsrail, bölgesindeki gelişmeleri etkileyebilecek önemli bir aktördür. İsrail’in bölge için önemi stratejiktir.

Amerikan temsilcisi Bolton, İran’ın saldırganlığının yol açtığı tehlikeye dikkat çekti. Gel gelelim Rus temsilci Petruşev, İran’ın bölgedeki faaliyetlerini ve politikasını savundu: “Üçlü konferans, bölgedeki başka ülkelerin de (yani İran’ın) çıkarlarını gözetmek durumundadır. İran’ın bölge güvenliğinin ana tehdit unsuru olduğu fikri doğru değildir, kabul edilemez. Tahran ile terörle mücadelede işbirliği halindeyiz. İran, Suriye’de istikrarı sağlayan önemli bir güçtür. İsrail’in güvenlik endişelerini anlıyoruz. Amerikan dronu, İran hava sahasına girdiği için vurulmuştur. Dolayısıyla başka güçlerin bölgedeki çıkarlarını görmezlikten gelirsek, arzulanan sonucu alamayız.” Böylece Rus temsilci, Netanyahu ve Bolton’un görüşlerine itiraz ederek ülkesinin tutumunu belirledi.

Petruşev’in ABD ve İsrail’e uyarı niteliğinde bir mesajı daha oldu: “Suriye’nin kendi toprakları üzerindeki egemenliği, uluslararası camiada kabul görmüş şekliyle sağlanmalıdır!” Yani Suriye’ye müdahale yanlıştır. Görüş ayrılıklarına rağmen Rusya, hem ABD hem de İsrail ile dengeli bir diyalog içinde görülüyor. Suriye’de İran’a yönelik İsrail hava operasyonları, Putin’in onayı olmaksızın gerçekleştirilemezdi. Rus lideri, Amerika’nın arka bahçesi İsrail’e el attıktan sonra onu kolay kolay bırakmayacağa benziyor. Ortadoğu’da değişmekte olan dengeleri idrak eden İsrail ise, üç ayaklı siyaset izliyor: Bir yandan, öteden beri Batılı büyük devletlerin (özellikle Anglo-Sakson emperyalizminin) bölgedeki ileri karakolu işlevini sürdürüyor. Diğer yandan ABD’nin son on yıldaki gerilemesini göz önüne alarak Rusya ve Çin ile ilişkilerini geliştiriyor. Üçüncü noktada bölge devletlerinin istikrarsız politikalarından istifade ederek, kendi devletini ABD ve Rusya gibi süper devletlerin seviyesinde görmeye/göstermeye çalışıyor. Kudüs’teki ABD, Rusya ve İsrail temsilcilerinin 25 Haziran’da katıldıkları toplantıya başkanlık ve ev sahipliği yapan Başbakan Netanyahu, açılış konuşmasında bu amacını dile getirmiş oldu.

Buradan Bahreyn’in başkenti Manama’da gerçekleştirilen “Kalkınma (veya Refah) İçin Barış” başlıklı konferansına geçelim: Washington Post gazetesinden iki yazara göre; Ürdün Kralı 2. Abdullah, konferansa katılması için Suudi Arabistan ile Amerikan yönetiminin ağır baskısına maruz kalmış. Fakat Ürdün, seçenek yelpazesini geniş tutmuş. Çünkü Kral Türkiye, Katar, Rusya, Irak ve İran gibi ülkelere yönelik daha fazla açılım siyaseti uygulayacakmış. Ayrıca Ürdün açısından “Asrın Anlaşması” diye dayatılan ABD-İsrail barış projesinin uygulanması, bir şekilde Ürdün’ün aleyhine olacakmış. Mesela “Dönmesi planlanan/tasarlanan Filistinli mültecilerin yerleştirilmesi için düşünülen alternatif yurt, aslında Ürdün’ün egemenliğinde olan topraklardan başka bir yer değilmiş. Bu ise, ülkenin demografisinin değişmesi ve milli kimliğinin yok edilmesi; dolayısıyla içeride sosyo-politik bir felakete yol açması demekmiş.”

Başka bir kaynaktan edindiğim bilgiye bakılırsa, konferansa gönderilecek üst düzey Ürdünlü bir temsilci şöyle demişti. “Manama’da önümüze konulan her öneriye otomatik olarak evet demeyeceğiz; oluruna ve olmazına bakarak kendi kararımızı vereceğiz…” Nitekim konferansın toplandığı zamana denk düşen başka bir açıklama, Ürdün Kralı ile Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas’tan geldi. Telefonla görüşen iki liderin ortak tutumu açıktı: Birleşmiş Milletler’de alınan ilgili kararlar doğrultusunda, işgal edilen Filistin toprakları üzerinde bağımsız Filistin Devleti’nin kurulması ve başkentinin de Doğu Kudüs olması.

Asrın Barışı planı, aslında yeni sayılmaz. Amerikan yöneticileri 50 yıldan beri bunu yapmaktadırlar. Gerald Ford, özellikle mekik diplomasisinin simgesi sayılan Dışişleri Bakanı Henry Kissinger aracılığıyla, J. Carter (Camp David Anlaşması), R. Reagan, Baba G. Bush (Madrid Konferansı), B. Clinton (Oslo Çerçeve Anlaşması) bunun tipik örnekleri. Bahsedilen yöneticiler, 1970’lerden bu yana kafalarındaki planları Ortadoğu’da uygulamaya koyuldular; her biri, öncekinin kaldığı yerden devralarak kendi tasavvuru ve ülke çıkarları uyarınca “barış planı” diye bir şeyler sundu. Ancak belli mesafe alınmasına rağmen Filistin meselesinin özü iyi anlaşılmadığından, daha doğrusu, gerçekte İsrail lehine düzenleme yapıldığından istenen sonuca varılmadı. Filistin meselesi özünde işgal edilmiş topraklar üzerinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulması, Doğu Kudüs’ün başkent yapılması; şimdilerde sayısı 6 milyonu bulmuş olan Filistinli göçmenlerin kovuldukları anayurtlarına dönmeleri ve neredeyse 50-70 yılı bulan sürgünde uğradıkları zararların tazmin ve telafi edilmesidir. Netice-i kelam; adil çözümün bu ana kuralına uymayan, önceki başkanlardan çok daha açık ve pervasız biçimde İsrail’e arka çıkan, hatta İsrail’in iç siyasi dengelerinde bile ırkçı ve fanatik sağcı Netanyahu’yu diğer siyasi rakiplerine tercih eden Trump’tır. Onun, piyasaya sürdüğü planın siyasi çözümünde başarılı olamayacağı çok açıktır. Nitekim Filistin halkının yüzde 98’si, “Yüzyılın Anlaşması”na karşı çıktı. İşgal altındaki Filistinlilerle dünyanın dört köşesine yayılmış 6 milyon göçmenin büyük çoğunluğu da Bahreyn’deki konferansı protesto ettiler. Ürdün, Kuveyt, Lübnan, Irak, Cezayir gibi ülkelerde de yoğun kitle protestoları yaşandı.

Amerika, her yönetim değişikliğinde veya dönemsel çıkarları icabı Ortadoğu’yu deneme tahtasına çevirmeyi deniyor. Neredeyse uluslararası stratejisinin ilk testini Ortadoğu’da yapıyor; testin sonuçlarına göre farklı tutumlar alabiliyor. Buna karşılık, başta ABD olmak üzere Batılı devletlere göbekten bağımlı veya bir şekilde muhtaç olan Arap ülkeleri arasında söz ve eylem birliği yoktur. Güncel bir örnek: Mısır’da iktidara yakın el Ehram gazetesi yazarı M. Muhammed Ahmed, “Manama ekonomi çalıştayı, şeytan işi pislik değildir. Bölgeyi ihya edecek türden devasa bir pakete Filistin yönetiminin karşı çıkması, ona husumet beslemesi, muhtemelen bu paketin içeriğini yeterince anlayamamasından ileri geliyor.” El Mısri el Yom gazetesinden Amru el Şubeyki, “Manama’daki ekonomik paketi, iflas eden siyasi çözüme alternatif bir ekonomik yöntem” olarak tanımladıktan sonra, iflas etmiş Filistin ekonomisinin baş müsebbibi İsrail ile ikinci dereceden sorumlusu Filistin yönetiminin, artık siyasi çözümde ısrar etmek yerine ekonomik yatırımlara ağırlık vermek suretiyle Filistin halkını bu trajediden kurtarmaya çağırıyor. (26 Haziran 20019 tarihli iki makale) Manama paketinden 9 milyar dolar almayı bekleyen Mısır’da, iktidar yanlısı bazı köşe yazarlarının ABD-İsrail “barış planına” niçin sıcak baktıkları anlaşılıyor! Oysa dolara muhtaç hale gelmiş veya gözü petrodolardan başka bir şey görmeyen bazı Arap yetkililerinin aksine, İsrail’de eski iç istihbarat teşkilatı (ŞABAK) başkanı ve bakanlık yapmış olan Ami Ayalon, “Asrın Anlaşması” adı altında parlatılıp pazarlanan ekonomik paket için, 20 Haziran’da ciddi bir uyarıda bulunmuş: “Ekonomik projeyi öne çıkartmak suretiyle Filistin meselesine çözüm aramak taktiksel değil, stratejik fahiş bir hata olacaktır. Öyle ki bölgemiz yeniden kan gölüne dönecektir. Son 30 yılı yakından izleyenler, daha önce açıklanan Ekonomi Barışı ismiyle piyasaya sürülüp netice alamamış planın aynısı olduğunu göreceklerdir. Trump, Filistin-İsrail çatışmasının yakın geçmişini iyi incelemelidir.”

Washington’daki Arab Alhewar Center (Arap Diyalog Merkezi) Müdürü, Arap aydını Subhi Ğandur’un deyimiyle Arap dünyası “değişken dünya şartlarında ortak çıkar, ortak düşman, ortak hasım ve ortak müttefik/dost” tespitinde başarısızdır; bu başarısızlık, dış ülkelere bağımlılık sonucu olduğu gibi uzgörü (vizyon) ve strateji eksikliğinden de kaynaklanmaktadır. Filistin özelinde somutlaştıralım: “ABD ile İsrail’in Filistin yönetimine karşı sürdürdükleri ekonomik savaş karşısında, Mahmud Abbas’ın elinde iki joker bulunuyor: Zayıflığı ve meşruluğu. Abbas, ‘benim iktidarım çökerse sizin de menfaatleriniz bozulur. Onun için ayakta kalmam şart’ mesajı iletiyor. Ayrıca benim uluslararası camiada meşruiyetim kabul görmüştür’ diyor. Doğrudur. Fakat Abbas şunu bilmelidir ki, bu iki koz da gün geçtikçe zayıflayıp koz olmaktan çıkmaktadır. Çünkü İsrail yönetimi; giderek daha bağnaz bir yola sapmıştır. İktidar, Yahudi ırkçı ve şeriatçıların tekeline geçmek üzeredir. Filistin yönetiminin uluslararası meşruiyeti de eskisi kadar sağlam değil. Eskiden Filistin’e banko destek veren devletler, şimdilerde İsrail lehine tavır sergiliyorlar.” ( Urayb el Rentavi, Ürdün’dek el Düstur gazetesinde yayınlanan 9 Haziran 2019 tarihli makale)

Yukarıdaki yorumu destekleyen iki somut habere bakalım: Dinci-ırkçı Yahudi yerleşimcileri, bütün Filistin topraklarının Araplardan temizlenerek bütün Filistin topraklarının tekrar işgal edilmesine yönelik nabız yoklamaları yapıyorlar. İLHAK adı altında bildiriler dağıtıyorlar ki, Netanyahu üzerinde bir kamuoyu baskısı oluşabilsin. ABD’nin İsrail’deki Büyükelçisi David Friedman, 20 Haziran’da “İsrail’in Batı Şeria topraklarından çekileceğine ilişkin herhangi bir senaryo yoktur” dedi. Esasında Netanyahu’nun başında bulunduğu Likud parti programı, Musevilerin kutsal kitabındaki “coğrafi sınırları” tanrıdan onlara vaat edilmiş topraklar olarak benimsiyor. Bu yüzden, bir önceki makalemizin başlığını “Amerikan-İsrail Planı: Filistin’in Topyekûn Yahudileştirilmesi” koymuştum. Giderek kötüleşen acı durumun ve İsrail-Amerikan barış planının umutsuzluktan öte bir kandırmaca olduğunu idrak eden Filistinli lider M. Abbas, içinde kırıntısı kalmış yurtseverliği hatırlamak durumunda kaldı. Zira ezilen halkının acı çığlığına yansıyan büyük trajedinin getireceği felaketi gördü. Sokağın sesine uydu. Manama’daki “hayal tacirlerine” katılmadı. Filistinli örgütlerin saflarını sıklaştırmalarına yol açan protesto ve boykot dalgası, Amerikalı baş tüccar Trump ile damadı Gerard Kushner’e geri adım attırdı. Filistinli heyet gitmeyince, İsrail de Manama konferansına resmi bir delegasyon göndermedi. Dahası, siyasi çözüm paketinin açıklanması ertelendi; yerine, ekonomik kalkınma paketi pazarlandı. Filistinli yazar Sabır Arif, bu taktik kazanımı “yarım zafer” olarak görüyor. (Ray el Yom gazetesi, 6 Haziran 2019) Filistinli kıdemli siyasetçi ve yazar Bessem Ebu Şerif, Filistin hareketlerinin sadece kendi aralarında değil; aynı zamanda Suriye, Hizbullah gibi direngen kesimlerle ittifak yaptıktan sonra işgal altındaki topraklarda halkla birlikte çok yönlü bir direniş sergilemesini öneriyor. Lübnan’ın başkenti Beyrut, 7 Temmuz ‘da Arap dünyasının önde gelen altı kitle ve sivil toplum kuruluşunun organizasyonuna ev sahipliği yapacak. Büyük halk toplantısı veya forumu adı altında alternatif çözümleri tartışacaklar.

Aslında ekonomik paket bile matah bir şey değil. 10 yıl içinde Filistin’in altyapısı için 50 milyar dolar harcanacakmış. Bunun 27.5 milyarı Batı Şeria ile Gazze, 9. 1 milyarı Mısır, 7.4 milyarı Ürdün, 6.3 milyarı Lübnan için harcanacakmış. Yapılacaklar arasında şunlar da var: “Sorumluluk taşıyabilen ve esneklik gösteren Filistin” hükümetlerinin idari işlerini kolaylaştıracak maddi (parasal, teknolojik, mali) ve sosyal/siyasal yardımların yapılması. Filistin milli üretiminin iki katına çıkarılması, yeni iş sahaları açılarak 1 milyon Filistinlinin istihdam edilmesi. Yüksek olan çocuk ölüm oranlarının düşürülmesi, yeni hastaneler yapılması ve mevcutların tıbbi aletlerle donatılması. Batı Şeria-Gazze bağlantı otobanı, Gazze’ye büyük liman tesisi, enerji santralleri ve arıtma tesisleri inşa edilmesi. Ürdün-Bahreyn arasında direkt otoban inşaatı. Demiryolu ağının kurulması. Filistin yönetimi, Ürdün, İsrail, Körfez ülkeleri ve Mısır, İsrail arasındaki gümrüklerinde mal ve insan geçişlerinin kolaylaştırılması. Böylece Filistin’de üretilen ürünlerin dünya pazarlarına ulaşmasının sağlanması. Oysa unutulan esas nokta şuydu. İsrail gazetesi Haaretz, 26 Haziran tarihli yorumunda, gümrükteki engellemelerin, tümüyle İsrail’in çıkardığı zorluklardan kaynaklandığına işaret etti. Araştırmacı-yazar Dr. Abdulhayy Zellum ise, aynı tarihli makalesinde, mega ekonomik kalkınma paketi diye göz boyamaya çalışan barış pazarlamacılarına karşı şu acı gerçeği ortaya çıkarmış: “Kushner’in milyarlar akacak dediği paketin meblağı, hepi topu, 39 günlük Arap petrolünün satış fiyatı kadardır!” Daha beteri var: Deneyimli Filistinli politikacı Bessem Ebu Şerif’in gözünden damat Kushner, Manama’da Arap dünyasına hakaret eden bir tutum içindeydi. Zira mega ekonomik proje çerçevesinde harcaması düşünülen 50 milyar dolar, aslında uluslararası kurum ve kuruluşların sunacakları hem kredi hem hibeleriyle Arap petrol krallıklarından tahsil edilecek yardımlardan oluşacaktır. Üstelik barış masasına oturmayan Filistinliler yardımdan mahrum edilecek, toprakları da parayla satın alınarak yani dolarlı rüşvet karşılığında Filistin sorunu İsrail’in isteği doğrultusunda halledilmiş olacak. Ebu Şerif soruyor: Peki, sormazlar mı; kimin malını kime veriyorsun, kimin toprağına kim adına el koyuyorsun? Bu tutum, Arap halklarına hakaret değil mi?

Amerikalı Yahudi diplomat Dennis Ross, Nisan 2019 tarihli Fathom dergisinde şartlı (belki de propaganda icabı) bir iyimserlik içinde görünmüş: “Arap liderler, Asrın Anlaşması’nı uygun görüp kabul ederlerse (ki ABD’nin en büyük arzusu budur), Filistin meselesi konusundaki müzakere zemini hazırlanmış olacaktır. Arapların benimseyecekleri böyle bir tutum, Avrupa Birliği ülkelerini de ikna edecektir. Çünkü onlar da Araplardan daha fazla Filistin yanlısı/ savunucusu olmayacaklar. Bu durumda üstlerine çizik atılıp dışlanmaktan korkacak olan Filistinliler de mecburen görüşmelere katılacaklardır.” Manama Konferansı'na katılan Faslı gazeteci Ahmed Şerai, ABD merkezli National Interest (30 Haziran) dergisinde ekonomi paketini iyimser bir bakışla değerlendirdi: “Kushner, planın ilk raundunu kazanmış görünüyor. Arap yetkililerin desteğini alabilirse, Ortadoğu’nun siyasi ve ekonomik geleceği için büyük dönemeç olacaktır.”

Olguya dayalı gerçekçi değerlendirmelere iki gazetede okuyabiliriz: 29 Haziran tarihli Amerikan gazetesi The New York Times, Kushner’in planı için şu başlığı attı. “Olgularla hiç ilgisi bulunmayan düş ile hayal dolu bir proje!” İngiliz Guardian gazetesi, 26 tarihli nüshasında benzer görüşü savundu: “Amerika, Asrın Anlaşması adı altında Ortadoğu’da gerçekler yerine hayal/evham pazarlıyor. Planın ekonomik paketini öne çıkarmak suretiyle, esas meseleyi gizliyor. Planın ilk aşaması sayılan ekonomik projeler paketi ise başlı başına komik, iç karartıcı ve bir o kadar da gariptir.” İki gün sonra aynı gazetede, daha gerçekçi bir sonuç değerlendirmesi yapıldı: “Kushner, Filistinlilerle barışı gerçekleştiremeyebilir. Ancak Arap ve İsrail yetkilileri, biraya getirip ortak iş yaptırabilir.” Bizce, işte alametleri: İsrail resmi heyeti, Manama Konferansı'na gitmedi ama İsrailli işadamları ve basın mensupları Bahreyn'ib başkentine üşüştüler. Örneğin Sylvan Adams, kral sarayında Prens Nasır ben Ahmed el Halife ile buluştu. Karşılama ve ziyaret çok samimiymiş. Bunun üzerine ikinci buluşmanın İsrail’de olması kararlaştırılmış. Bahreyn Dışişleri Bakanı Halid bin Ahmed Halife, İsrail’deki ŞİPA Hastanesi Başhekimi ve Müdürü Prof. Yizak Karayis ile görüştü. Aynı bakan, İsrailli gazetecilerle söyleşti iki televizyon kanalında görüş belirtti: “ İsrail, bölgedeki tarihi mirasın bir parçasıdır. Dolayısıyla Yahudi halkının aramızda yeri vardır. Manama çalıştayı, kaçırılmayacak bir fırsattır. Yakın gelecekte İsrail ile ortak projeler yapmaya hazırız.” Haaretz gazetesi kadın muhabiri Noa Landau, Bahreyn’deki izlenimlerini aktarırken, basın mensupları olarak hem çok şaşırdıklarını hem de beklenenden daha sıcak bir resmi muamele gördüklerini yazdı. Bahreyn Kralı, kendilerine akşam ziyafeti vermiş; Mercedes'lerle gezdirilmiş ve lüks Four Season otelinde misafir edilmişler. Landau’ya bakılırsa Manama ekonomi paketi, Filistinlilere ütopik bir dünya tasviri yapıyor. Acar gazetecilik yapan iktidar yanlısı Yizrael ha Yom gazetesi muhabiri de, “İsrail ile normalleşme karşıtı” bir derneğe destursuz dalarak İsrail pasaportunu gösterip kendince tepki ölçümü yapmış. Bahreyn halkı, İsraillileri ülkede görmekten ve İsrail ile ilişki kurulmasından hoşnut değilmiş.

Lübnan el Ahbar gazetesi 27 Haziran tarihli nüshasında “Manama ruhuna Fatiha” başlığı atsa da, olay bitmemiş görünüyor. Konferansın ikinci gününde alkolsüz içecekler ve envai türlü et yemekleri eşliğinde süren organizasyon, İsrailli ve Arap davetliler arasında inanılmaz samimi ilişkiler kurulmasına vesile olmuş. Damat Kushner ise, umut, iyimserlik ve vaat pompalıyordu: “Filistin yönetimi, bu konferansı boykot etmekle, halkına yardım konusunda başarısız olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Planımıza sıcak bakan İsrail ve diğerlerini (Arapları), kınayıp kötüleyerek halkın problemleri çözülemez. Oysa yapması gereken şu olmalıydı: Ekonomik pakette öngörülen finansal, sosyal ve yönetsel reformların gerçekleştirilmesine ortak olmak. Her şey bitmiş değil; kapı açık. İsterse katılabilir.”

Bu münasebetle Bahyren’e giderek hem çalıştay kulislerini izleyen hem de çöl safarisi yapan İsrailli bir gazeteci, ülkesine döndükten sonra TV 13 kanalında, elinde Lübnan imalatı Almaza birasıyla konferans salonunda çektiği video karesini yayınlayarak şöyle demiş: “Alkolsüz Almaza birası eşliğinde yeni Ortadoğu projesi!” Buyurun cenaze namazına!