2024'e 5 kala!

1989’da, tıpkı 2019 yerel seçimlerinde olduğu gibi önemli bir başarı elde eden dönemin SHP’si ve “halkçı belediyecilik” söyleminin 1994’ü görmeyerek hızla çöküşünden, bugün ve sonrası için alınacak çok ders var.

Google Haberlere Abone ol

Cemal Salman*

Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ya da Erdoğan iktidarı için her daim öne sürülen argümanlardan biri, Milli Görüş-Refah geleneğinden itibaren, yerelde başlayıp ülke geneline hâkim olan bir hareket olmasıdır. Bunda gerçeklik payı var şüphesiz. Bu yükselişin habercisi 1989, hız ve güç kazanması ise 1994 yerel seçimleri iledir. 1989-99 arasındaki seçimlerde kademe kademe yaşanan dönüşüm, yerel seçimlerden genel iktidara uzanan yolda bugün için de anlamlı veriler ve mesajlar içeriyor.

Neredeyse bütün ömrü AKP iktidarı döneminde geçmiş ve Türkiye’ye elektriği-suyu dahi AKP’nin getirdiğine inanacak durumdaki genç kuşakları geçtim; her gün A yayınına maruz kalmaktan alfabenin gerisini unutacak hale gelmiş hatırı sayılır bir kitle için de o yıllar hafızadan çoktan silinmiş olabilir. Şimdi o yıllarda “belediye” deyince akla sosyal demokratların geldiğini, 1980’li yıllara damga vurmuş Anavatan Partisi (ANAP) ve “akredite” sağın “büyük ittifakı/iktidarı” karşısında 1989 yerel seçimlerini Sosyal Demokrat Halkçı Parti (SHP)’nin deyim yerindeyse silip süpürdüğünü söylesek, sanırım inanan az çıkar. Oysa 1989’da SHP, sekiz büyükşehirden altısını, üç büyük şehir dahil olmak üzere 67 ilin 39’unu kazanmıştı. Bu başarı pek uzun soluklu olmadı. 1994 yerel seçimleri, sosyal demokratların kâh bu büyük destek ve ittifakın hakkını verememeleri kâh kendi içlerinde bölünerek tarihi kayıplara fırsat vermeleri neticesinde, bir önceki seçimin yeni yeni kendini gösteren Refah geleneğine pek çok şehri adeta altın tepside hediye etmelerine sahne oldu. 1994’te Refah Partisi’nin İstanbul adayı olan Recep Tayyip Erdoğan 40 bin oy, Ankara’da gene Refah Partisi adayı olan Melih Gökçek sadece 6 bin oy farkla seçimleri kazanır. 1994 yerel seçimlerinde Refah Partisi, altı büyükşehir de dahil olmak üzere 22 ilde seçimi kazanarak büyük çıkış yapar. İşte AKP’nin devraldığı İslamcı “gönül belediyeciliğinin” İstanbul’da ve Ankara’da 5 dönem-25 yıl sürecek ve 1999 sonrasında AKP’ye genel iktidarı da getirecek yönetiminin başlangıcı, “halkçı belediyeciliğin” elindekini koruyamadığı 1989-1994 kırılmasına dayanır.

İstanbul ve Ankara’da yönetimin el değiştirmesi ancak 2019 baharında oldu. 2019 yerel seçim sonuçlarını, sadece ülkedeki ekonomik kriz ya da son dönem siyasi sorunları belirlemedi. Uzun yıllara dayalı iktidarlarında AKP belediyelerinin artık kendi tabanında dahi “kibir, kayırmacılık, israf, rant” gibi kavramlarla günden güne daha çok anılır hale gelmesi, bir yandan da merkezi iktidarın giderek silikleştirdiği, birer kukla temsilciliğe dönüştürdüğü “yerel yönetim” anlayışı, güncel sorunlarla birleşerek tepkiyi çoğalttı. İstanbul seçimleri sonrası CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, gelinen noktayı “Adalet Yürüyüşü”nden başlayan bir sürecin meyvesi olarak yorumlamıştı. Adalet Yürüyüşü’nün son birkaç yıl siyasi manzarasındaki yeri ve önemi büyük. Bunun hakkını teslim etmek gerekir. Fakat eğer geriye doğru bir okuma yapılacaksa, Adalet Yürüyüşü’nün arkasındaki dalganın, muhalefet ittifakının doğup beslendiği hareketin de 2013’te Gezi olayları ile başladığını söyleyebiliriz. Gezi’yi doğuran şartlar, iktidarın o dönemdeki tutumunun yarattığı kamplaşma ve bunun neticesinde bir araya gelmez denilen kesimlerin giderek bir muhalif blokta toplanması üzerine çokça yazılıp çizildi. Burada tekrara düşmeyelim.

2019 yerel seçimlerinde muhalefetin elde ettiği başarı kadar, hatta bundan daha çok iktidar blokunun yanlış politikaları ya da başarısızlıklarına yoğunlaşmak, başarıyı kalıcı kılacak dersler çıkarmaya daha elverişli. Bugünkü manzaranın çok benzerinin yaşandığı 1989 yerel seçimleri ve sonrasını hatırlamak, bu muhasebeye önemli bir tarihsel referans sunuyor. Siyasi aktörlerden partilerin dağılımına, güç dengelerinden seçmen profiline, pek çok şeyin değiştiği aşikâr. Fakat gene de 1989’da mevcut belediyeleri adeta silip süpüren bir SHP’den 1999’da geçtiğimiz yirmi yılın klasikleşmiş haritasına sıkışmak durumunda kalan, imajı zayıf, “güven vermeyen” bir geleneğe dönüşümün nasıl gerçekleştiği, bugüne de ışık tutan önemli göstergeler içeriyor. Tersinden bir okumayla, 1989’da yüzde 5’lerde oyu var iken 1994’te oyunu dörde katlayan, 1990’lı yıllarda belediyecilikle anılıp sonrasında ülke iktidarına oturan İslamcı geleneğin hem yükselişinin hem son yıllarda kademe kademe kan kaybedişinin analizi de aynı katkıyı sunacaktır. Ben burada ilkini, 1989-1994 dönüşümünü ve bunun 2019-2024 izdüşümünü ortaya koymaya çalışacağım.

2019 yerel seçimleri seçim sonrası Türkiye’de yerel ve genel siyasetin alacağı seyir, bir yanıyla 1989-1999 arasında sosyal demokrat ya da “halkçı belediyecilik” anlayışının nasıl “İslamcı belediyecilik” modeline yenik düştüğünün, bir yanıyla da 2013 ve sonrasında bu rüzgârı tersine çeviren, yerelde ve ülke genelinde yaşanmış bütün kritik kırılma noktalarının özenli bir analizinden hareketle daha rahat okunabilir. Burada, 30 yıl aradan sonra üç büyük şehri ve pek çok önemli şehri kazanan Millet İttifakı’nın (ben bunu genişletip “muhalif ittifak” olarak anacağım) geçmiş ve mevcut hatalardan çıkaracağı her ders, bu sefer kazanılanları koruma yanında yeni kazanımları da beraberinde getirebilir. Aksi durum, bırakalım genişlemeyi, eldekilerin de kaybına zemin yaratacaktır.

23 Haziran seçimlerinin üstünden henüz bir hafta geçti. Muhalif ittifak için henüz “zaferin” tadını çıkarma hissinin daha ağır basıyor olması anlaşılır. Fakat vaktinde söylenmemiş sözün hiç söylenmemişle eşdeğer olduğundan hareketle, daha yolun başında kimi tespit ve hatırlatmaları kayda düşmekte de fayda var:

Her şeyden önce SHP’nin 1989 seçimlerini kime/neye karşı kazandığını hatırda tutmak gerekir. Dönemin iktidarı, 1980 darbesi sonrası ülkeyi açık hapishaneye çeviren askeri-siyasal baskı eşliğinde devleti, belediyeleri, hukuku, toplumu ve nihayet bütün ülkeyi “açık pazara” dönüştüren Turgut Özal’ın ANAP’ı idi. 1983’ten itibaren tek başına iktidar olan Özal dönemi, Türkiye siyasi-ekonomi tarihinde dışa açılma, piyasacılık, özelleştirmeler, hayali ihracat, yüksek borçlanma ve enflasyon ile anılır. SHP, askeri darbe ve Özal iktidarı döneminde hem baskıdan bunalmış kitlelerin hem şehirlerin varoşlarında, gecekondularında rant ekonomisinden en çok etkilenen kesimlerin yöneldiği yer olacaktır. Dönemin SHP’si, Özal’ın piyasacı kıyımı karşısında daha bir yoksullaşan şehir madunlarının “halkçı belediye” ümidini temsil ediyordu.

İkinci olarak, SHP’nin 1989 seçimlerini kazanmasında dönem şartlarının dayattığı “ittifakların” büyük rol oynadığını hatırda tutmak gerekir. Bu ittifakın birkaç önemli bileşeni vardı: Birincisi, bir önceki paragrafta kabaca resmettiğim ekonomik-siyasal-toplumsal baskıdan etkilenen geniş kesimlerin kentli, orta-orta alt sınıf ve ağırlıkla sol-sosyal demokrat kanadı. Bugün “sadık CHP-İyi Parti seçmeni” olarak kodlanan ulusalcı-Atatürkçü-devletçi tabanın bir kesimi de buna eklenebilir. İkincisi, henüz bağımsız siyasal temsil yoluna girmemiş olan Kürtler ya da Kürt hareketi. 1989’da SHP, Kürt oyları ile hem Doğu ve Güneydoğu illerinde hem büyükşehirlerde önemli kazanımlar sağlamıştı. Bugün HDP ya da AKP kalesi olarak görülen Diyarbakır, Mardin, Bingöl, Siirt, Ağrı, Kars, Adıyaman gibi illerde belediyeleri SHP’ye kazandıran, Kürt seçmendi. İttifakın üçüncü bileşeni, sol-sosyal demokrat gelenek için artık “kemikleşmiş seçmen” olarak kabul edilen Aleviler idi. Aleviler, hem 1960’lardan itibaren göçle aktıkları büyük şehirlerde, hem azınlıkta kaldıkları küçük şehirlerde SHP’nin blok tabanı durumunda idi. Dönemin SHP’si; kentli “aydın-demokrat-ulusalcı” kesimler için ilerici cumhuriyet idealini; sol-sosyal demokrat kesimler için 1980 sonrası siyasal travmasının atılmasını; Kürtler için Türkiye solu ve batısı ile barış içinde ve eşitçe bir arada yaşama ümidini; Aleviler için laik cumhuriyet değerlerini ve devletle -biraz da belediyeler üzerinden- kurulacak patronaj bağlarını temsil ediyordu.

Bugünün siyasal manzarası da ekonomik manzarası da 1989 şartlarından çok uzak değil. Uzun zamandır yükü toplumun sırtına binen, kârı bir küçük azınlığın cebine inen “büyük projecilikle”, balon inşaatçılıkla, dışa bağlı borçlanma ve rant çevirimiyle ayakta duran ekonomi, artık taşınamaz hale geldi. Öte yandan, o yılları yaşayanların askeri darbe şartlarıyla karşılaştırdıkları siyasal baskı ortamı, toplumun bir kesiminde yılgınlık noktasına erişti. Bu ikisinin bir araya gelişiyle birkaç yıldır yükselen muhalif dalga, 2019 seçimlerinde çoğu şehrin rengini değiştirerek büyük başarı kazandı. Bu başarıyı getiren söylemlerden “kucaklaşma” ya da “normalleşme” artan siyasal-toplumsal baskıya karşılık geliyorsa, “israfı durdurma” da devletin-milletin parasının savurulmayacağı algısına karşılık geliyordu. Bundan sonraki süreçte her iki sözün de her koşulda arkasında durulması ve hakkının verilmesi gerekir.

Bugün, pek çok yönden kendi siyasal çizgisini esnetmek pahasına bir araya gelerek yerel seçimlerde başarı kaydeden muhalif ittifakın ve bu ittifakın temsilinde kendilerine önemli kredi açılmış olan CHP-İyi Parti temsilcilerinin önünde tarihi bir sorumluluk duruyor. 1989’daki büyük SHP başarısının ardından 1994’te ve 1999’da neredeyse bütünüyle değişen ve sonraki 20-25 yıl için Türkiye şehirlerini ve merkezi iktidarı şeklen “muhafazakâr” ama özünde piyasacı/neo-liberal anlayışa teslim eden halkçı belediyeciliğin çöküşüne neler sebep olduysa, bugün uzak durulması ya da değiştirilmesi gereken şeyler tam da onlardır. Bir çırpıda sıralayalım ki bir kez daha kayda düşülmüş olsun:

> SHP’ye kazandıran, rantçı-piyasacı soygun ekonomisine tepki idi. SHP’ye kaybettiren, bunun yerine halkçı, kamucu, üretken bir model koyamaması oldu. Bugünün ekonomik kriz şartlarında büyük şehirler, bir yandan doyumsuz bir iştahla inşaata açılan, betonlaştırılan, yeni zenginler yaratan ama yoksulluğu büyüten, akıl almaz “çılgın projelerle” günden güne çevresi ve toplumu çürütülen rant çarkları durumunda. Öte yandan 20-25 yılın yoksullaştırılmış, sosyal yardıma muhtaç bırakılmış, kentsel dönüşüm adı altında evinden-konutundan edilmiş, hayat pahalılığından beli bükülmüş, işsizlik-çaresizlik sarmalına sürüklenmiş; kendi oylarıyla seçtiklerinin saltanatına-şatafatına uzaktan bakan, kendi vergileriyle biriken kamu kaynaklarının talanından rahatsız; bir metre yeşile, çeşmeden akacak bir yudum temiz suya, nefes alabileceği bir gram temiz havaya hasret kitleler, bu bunalmışlıktan bir çıkış ümidi arıyor. Rantçı belediyeciliğin bayrak değiştirmiş hali, kimsenin yarasına derman olmayacaktır.

>> SHP’ye kazandıran, askeri vesayeti piyasa sağcılığıyla süsleyen, görünürde liberal özünde baskıcı 1980 sonrası ortam idi. SHP’ye kaybettiren, buna bir alternatif yaratmaktansa 1990’larda bu düzenin bir başka parçası olarak görülmesi oldu. Bugün iktidar karşısında konumlanan muhalif ittifakın Gezi’den, 2015 Haziran'ından, Adalet Yürüyüşü’nden birikerek gelen tepkinin sonucu olduğunu ifade etmiştim. Bu tepkiyi tetikleyen ve büyütense, AKP iktidarının ikinci evresi olarak görülen, 2010 sonrasında devlet aygıtı, yerel yönetimler, özerk kurumlar, medya ve nihayet tüm toplum üzerinde siyasi vesayetin giderek yükselişi, tekçi rejimin ağırlığını artırmasıdır. Medya tetikçilerinin, bürokratlar ya da memurların, siyasetçilerin kendi gibi düşünmeyeni, kendi safında durmayan her kesimi “düşman, hain, terörist” olarak kodlayan ve öyle yansıtan kibirli, baskıcı, ötekileştirici dilinden yorulmuş kesimler günden güne çoğalarak bir ortak paydada buluşabildi: “Muktedirler ve ötekiler” ayrımında “ötekiler” safı epey kalabalıklaştı. Sadece hapse atılan, soruşturmalarla yıldırılan, işiyle-ailesiyle-yaşamıyla tehdit edilen siyasetçiler, gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar, aydınlar, öğrenciler, kamu emekçileri değil; gündelik hayatında kendini dışlanmış hisseden, yaşam tarzını tehdit altında gören, gelecek kaygısı duyan geniş toplum kesimleri de bu paydanın içindedir. Çeşitli toplumsal araştırmalar, yargıya, devlet tarafsızlığına, kurumlara güvenin giderek azaldığını gösteriyor. Bu şartlarda iktidara aday olanlar; bütün bu karanlık tabloyu tersine çevirecek, daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi, asgari evrensel şartları haiz bir yargı, asgari evrensel değerlere saygı duyan bir devlet aygıtı ve siyaset beklentilerine karşılık vermekle yükümlüdür.

>> SHP’ye kazandıran, asker-patron-piyasa destekli sağın karşısında kenarda olanların buluştuğu “halk partisi” görünümüydü. SHP’ye kaybettiren, bir yandan kendi içinde bölünürken bir yandan o beklentiye girmiş ittifak bileşenlerini bir bir ötelemek oldu. Parti içindeki “ulusalcı” kanat, bir sonraki seçimi beklemeden, 1992’de CHP adıyla yolunu ayırdı. Kürt siyasi hareketinin 1990’da kurduğu Halkın Emek Partisi (HEP) kökenli 18 milletvekilini 1991’de kendi listelerinden meclise sokan SHP, çok geçmeden devletçi reflekse yenik düşerek bu ittifaka sırtını döndü ve sonrasında Kürt bölgelerinde hiçbir varlık gösteremedi. 1993’te yakın dönem Alevi toplumsal hafızasının en büyük acılarından Madımak Katliamı yaşandı. O dönemde SHP koalisyon ortağı, Erdal İnönü Başbakan Yardımcısı idi. Artık CHP’ye dönüşmüş partinin 1995’te seçim barajı sınırına, 1999’da baraj altına düşmesinde, Madımak sonrası çekilen Alevi oylarının payı küçümsenemez.

Bugün CHP tabanı ile Saadet kadrolarını, İyi Parti destekçileri ile HDP kitlesini bir araya getiren müşterek, şüphesiz önemli. Bunu sadece “iktidara muhalefet” zemininde bırakmak, bunca yıldır ümitle genişleyen kitleye haksızlık olacaktır. Zira ekonomik krizden siyasal baskıya, özgürleşme ve barıştan sistem dönüşümüne, bürokratik yozlaşmadan uluslararası ilişkilere kadar ülkenin içine sürüklendiği sorunlar yumağı, sadece birkaç belediyenin yahut iktidarın el değiştirmesiyle değil, hatta asıl o noktadan sonra atılacak adımlar, yapılacak işler, uzun soluklu ve muhtemelen ağır reçeteli programlarla ancak düzelebilecek durumda. Burada, muhalif ittifaka omuz vermiş hiçbir kesimin küstürülüp ötelenme lüksü olmadığı gibi, uzun yıllar boyunca mevcut iktidarı desteklemiş ama artık bu ağır reçetenin kendi evine de uzandığını gören kesimlerin de bu onarma, düzeltme, iyileştirme sürecine dahil edilmesi için kafa yorulması, çaba gösterilmesi gerekir.

1989’da, tıpkı 2019 yerel seçimlerinde olduğu gibi önemli bir başarı elde eden dönemin SHP’si ve “halkçı belediyecilik” söyleminin 1994’ü görmeyerek hızla çöküşünden, bugün ve sonrası için alınacak çok ders var.

Tıpkı o dönemde olduğu gibi, bugün de yolsuzluğa, kayırmacılığa, tüketime, neo-liberal yağma ve rantçılığa dayalı ekonomi yerine halkçı-toplumcu, kamucu, şeffaf, makul, üretken ekonomi modeli konulamazsa; tek parti-tek lider anlayışının bütün yetkiyi-gücü tek elde toplamaya dönük merkezileşme, daha çok merkezileşme politikaları karşısında ısrarla yetkileri-gücü dağıtma-genişletme, yerelleşme, yerel özerkliği güçlendirme, yerelde katılımı teşvik etme ve güçlendirme yoluna gidilmezse; kişiler, makamlar, çıkarlar üzerinden değil ilkeler, kurumlar, değerler üzerinden yol alınmazsa; yoksullaştırıcı-aşağılayıcı sosyal yardım belediyeciliği yerine şehirlerde yaşayan her canlının ve bizzat şehrin kendisinin hakları temelinde, hak esaslı hizmet belediyeciliğine dönülmezse; siyasal baskı, bürokratik yozlaşma, her alanda ötekileştirme ve düşmanlaştırma yerine daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi, daha güvenilir hukuk ve daha adil yönetim hissi güçlendirilmezse… Öte yandan Kürtler sadece oy veren koltuk değnekleri olarak görülüp barış ve birlikte yaşam ümidi lafta bırakılırsa; Aleviler her daim çantada keklik kabul edilip bir parmak bal ile görmezden gelinirse; gayrimüsliminden cinsiyet kimliklerine, cümle canlılardan verili-yapılı çevreye, içki içeninden ağzına sürmeyenine, dindarından ateistine, açık giyineninden örtülüsüne, bu toplumun ve bu ülkedeki hayatın bir parçası olan her bir bileşen bir diğeriyle eşit, bir diğeri kadar kıymetli, bir diğeri kadar “kucaklaşmaya” değer görülmezse… Özetle “kucaklaşma” sadece “karşı cepheden oy devşirme”, belediye ekonomisi de “israftan kaçınma” ile sınırlı tutulursa 1989’da “silip süpüren” SHP’nin 1994’ü göremeyişi gibi bugün büyük başarı elde eden adayların da 2024’te aynı akıbete uğramayacaklarını kim garanti edebilir? Siyasette her daim “biz daha çok kucaklarız” ya da “biz daha az israf ederiz” diyen aktörler çıkar ve kimin rüzgârı arkasına alacağı pek belli olmaz. Aksini düşünmek için ya fazlaca zafer rehavetine kapılmış ya da gözü kulağı kapalı bir iyimser olmak gerekir. Oysa şu dönemde siyaset ve ülke gerçekliği ne uzun süreli rehavete ne altı boş iyimserliğe müsait. Tarih diye bir şey varsa -ki var-; ders alıp tekrara düşmemek de meşhur atasözüne bir örnek daha eklemek de bir yol. Hangisinin seçileceğini ise yola düşenler gösterecek.

* Dr., İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi