1919'dan 2019'a yüz yıllık yalnızlık

Samsun’da 19 Mayıs 2019 tarihinde siyasi liderlerin bir kısmının bir araya gelerek verdikleri görüntü, döngüsel tarihimizin hep aynı noktasından poz verdiğimiz algısını güçlendiren bir görüntü sunuyordu. Yüzyıllık Yalnızlık romanındaki kahramanlarda olduğu gibi sesleyenler değişse de sorunlarımıza hep aynı isimlerle ve sıfatlarla sesleniyorduk ve sürekli başa dönüyorduk.

Google Haberlere Abone ol

Ahmet İlhan

Bazı eserler; koskoca bir çağı ya da bir ülkenin upuzun tarihini renkli, güçlü, çarpıcı alegorilerle özetleyen anlamlar taşır. Latin Amerika’nın çarpıcı ve büyülü bir alegorisini sunan Gabriel Garcia Marquez’in kült romanı ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ta, altı kuşak Buendia’lara hep aynı isimle seslenilir. Erkekler Aureliano ve Jose Arkadio; kadınlarsa Remedios ve Amarante isimlerini alırlar. Bu durum anlatı için bir karmaşa yarattığı gibi alegorinin altında saklı gerçeğin tözünü de içerir. Romanda zaman düz çizgisel ilerlemediği gibi ayrımsal işaretlere de sahip değildir. Yekpare ve döngüseldir. Olaylar üst üste yığılmış gibidir. Latin Amerika kültürünün güçlü liderliğe, maçoluğa, serkeşliğe, iktidar hırsına ve şiddete meyilli yapısı da metnin alt okumalarına iliştirilmiştir. Marquez, Latin Amerika’da yaşanan karmaşayı ve durmadan tekerrür eden baskı, yağma, terk edilmişlik ve şiddet iklimini kahramanlarına aynı isimleri vererek ve benzer kaderleri yaşatarak metaforlaştırır. Yüzyıllık Yalnızlık romanında, kadim sorunlar etrafında dönüp duran ve bir yazgıyı tekrar tekrar yaşıyormuş algısı yaratan iletinin 19 Mayıs 1919’dan 2019’a dek süren yüz yıllık öznel tarihimizin temel iletisiyle benzeştiğini de düşündüren güçlü işaretler var.

Samsun’da 19 Mayıs 2019 tarihinde aralarında ciddi sorunlar olan siyasi liderlerin bir kısmının her şeye rağmen bir araya gelerek verdikleri poz üzerinden toplumun bir kesimi bu fotoğraftan birliği, bütünlüğü temsil ediyor anlamı çıkarmış ve bu 'bir'leşmeye övgüler dizmiş; bir bölümü de bu sahneyi, tümüyle geçmişin katı ideolojik ve siyasi duruşunu temsil eden bir görüntü kabul ederek eleştirilerde bulunmuştu. Eleştirilerin çoğu, devletin kuruluş aşamasında ilan edilen paradigmasının ve zaman içindeki pratiğinin çağa uygun, devrimci, yenilikçi gelişmelere bütünüyle kapalı yapısının söz konusu görüntüyle aynen devam ettirildiği üzerineydi.

11 Ağustos 1923'te toplanan İkinci Meclis’te alınan kararla devletin Cumhuriyet oluşunu ilan eden kurucu iktidar, İdris Küçükömer’in deyişiyle, bürokrasinin askeri ve dini tabakalarını kazanmayı yeterli bularak toplumun eski dayanaklarının hemen tamamını ciddi bir direnişle karşılaşmadan dört yıl gibi kısa bir sürede değiştirir. Tümüyle muhalefetsiz bir süreçte kurucu paradigmanın hegemonik bir blok inşa ederek kendine geniş bir manevra alanı yarattığına da şahit olunur. Kurucu kadronun bizzat ideologlarınca bundan sonra yerlerinin kitlelerin arasında ve arkasında değil önünde olduğu ilan edilen yeni süreçte, bu kadrolar toplumsal, sosyolojik, ideolojik ve kültürel mühendislik araçlarıyla ‘cahil halka’ yol göstermeyi hatta gerekirse halkı zorla yola sokmayı elden bırakmazlar. Diğer taraftan kuruluşundan itibaren yönünü iki yüz yıl kadar önce başlayan Batıcılık fikri paralelinde Batı’ya dönen genç Cumhuriyet, Osmanlı’dan devraldığı kadim sorunları da bünyesinde taşıyarak yüzyılın içinde ilerlemeye çalışacaktır. Katı bir tekçilik metaforu üzerine yerleşen kurucu ideoloji, devletçi ve milliyetçi paradigmanın sinir uçları dışarıda hassasiyetiyle çağa uymaya çalışacaktır. Ancak bu sırada Batı dünyası İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından dijital çağa geçiş yapacak ve baş döndüren bir hızla değişmeye ve gelişmeye kapı aralayacaktı. Batılılaşmak iradi bir yönelim gibi görünse de toplumun ve devletin kadrolarının genlerinde, uygar dünyanın değişim dinamiklerine, değişimin anlamsal boyutuna ve referanslarına karşı ciddi bir direniş saklıydı. Bir türlü öze inmeyen, yüzeysel değişimler de ilerlemeyi sağlamadığı gibi derindeki paranoyaları besleyen, açığa çıkaran etkiler yaratıyordu.

Kuruluş akidesine Batılılaşmayı, çağdaş uygarlık seviyesine yükselmeyi iliştiren müesses nizam, örnek aldığı Avrupa ülkelerinin düzeyine gelemediği gibi, bu fikrin kendisi siyasal ve toplumsal ayrışmanın bir dinamiği oldu ve mevcut sorunların kördüğüm olmasına ve bir kısır döngüde bocalayıp durmaya yol açtı. Kurucu akıl, bir hedef olarak belirlediği Batılı uygarlık seviyesine yükselip yükselmemeyi içeriksiz, muğlak ifadelerle tartışadururken Batı dünyası artık mevcut toplumsal organizasyonlarını, siyasi ve ideolojik yapılanmalarını sorgular duruma gelmiş, yeni bir yol arayışına girme noktasına ulaşmıştı. The Times’ın 2 Şubat 2012 tarihli sayısında Dünya Ekonomik Forumu kurucusu Klaus Schwab şöyle seslenir: “Acilen yeni düşünce yolları keşfedilmesi gereken bir çağdayız.” Bizim, ulaşmak için samimi-gayri samimi çabalar gösterdiğimiz uygarlık seviyesinin artık bölgesel, küresel sorunlara çözüm üretme kapasitesini yitirdiği ilan edilir bu sözlerle. Çok çeşitli kaynaklardan doğan farklı krizlerin test edilmiş, güvenli bir çaresinden bahsedilemez elbette ancak bütün bu sorunların mevcut akılla çözülemeyeceğini anlayan Batı'nın yeni bir akıl arayışına girdiği bir dönemin aksine; müesses nizam, yüz yıldır bir patoloji içinde seyreden kronik sorunlarımızın merkezinde, bu patolojik sorunları yetersiz ve yanlış düzenlenmiş bir dil ve mantıkla çözmeye çalışan aklımızın olduğunu bir türlü kavrayamıyordu. Ülkeyi en azından yüz yıllık bir yalnızlığın makûs talihine sabitleyenin yine kurucu iradenin sorgulanamayan sabit aklının verilerine karşı, çağa uygun yeni bir aklın imkânlarına yer vermeyişimiz olduğunu da anlayamıyordu.

Evrimsel süreçler, deneme-yanılma fiilleriyle ilerler. İlerlemeyi engelleyen, çıkmaza sürükleyen deneyimlerden vazgeçerek değişim ve gelişimin önü açılabilir. Uygar dünyaya eklemlenme duygumuzun kırılgan yapısı bu tür olumsuz deneyimlerden ve sıkça tekrarlanan benzer hatalardan korunabilirdi. Tabii eğer, bilginin doğru, nesnel, yaygın yayılımını sağlayıp sorgulayıcı bir akılla geçmişle hesaplaşabilseydik. Samsun’da 19 Mayıs 2019 tarihinde siyasi liderlerin bir kısmının bir araya gelerek verdikleri görüntü, döngüsel tarihimizin hep aynı noktasından poz verdiğimiz algısını güçlendiren bir görüntü sunuyordu. Yüzyıllık Yalnızlık romanındaki kahramanlarda olduğu gibi sesleyenler değişse de sorunlarımıza hep aynı isimlerle ve sıfatlarla sesleniyorduk ve sürekli başa dönüyorduk.

Cumhuriyet rejiminin primat döneminde bir risk algısına dönüşen ve tüm ötekilerin, farlılıkların varlığına karşı geliştirilen ve belli paranoyalar taşıyan savunmacı refleks, düzenin motor gelişiminin temel kası olmuş gibidir. Düzenin derin, içsel yapısı ayrılmaz bir şekilde ‘öteki’ ilan edilenin var olma haline tam bir karşıtlık oluşturacak biçimde adaptasyonunu sürdürmeye devam ediyor. Rejim, genetik kodlarındaki gizli potansiyeli de yine ‘öteki’nin duygusal ve fiziksel imhasına harcıyor. Batılılaşma hedefine bir türlü ulaşamayan kurucu aklın rutinleşen düzeninin çağa adaptasyonu ise ancak katı ideolojik yapısının nişlerinde saklı kısıtlı enerjisiyle orantılı. Yüzyıllık yalnızlığımız, korkulardan ördüğümüz hücrelerimizin içinde paranoyalarımıza düşünsel prangalarla bağlı kötürüm aklımızın eseri.