Söz konusu vatandı ama sonrası da 'Cumhuriyet'...

Devlet-toplum dinamiklerini düşünmeden Milli Mücadele ve sonrasındaki gelişmelerden şimdiki sıkıntılarımıza çözüm reçeteleri yaratmak ancak kurucu ideolojinin neyi yanlış kurmuş olabileceği üzerine düşünüp, yüz sene sonra benzer hatalarda ısrar edilmemesi ile mümkündür. Fanus içinde mitleştirilen erken Cumhuriyet dönemi ideolojisi ve uygulamaları, siyasal İslam otoriterizmine karşı otonom oluşturamaz onu beslemekten öteye gitmez.

Google Haberlere Abone ol

Onur Kınlı*

Herhangi bir olayın ya da kurumsal yapının yıl dönümlerini anma ve/veya kutlama geleneği ellinci ve özellikle yüzüncü yıl dönümlerinde daha bir görkemli hal alır. Bu yıllara erişmemiş olaylar tazelikleriyle yad edilir, kurumlar gençliklerinin verdiği dinamizmle övülürken (kerameti kendinden menkul olarak “Genç Pamukbank iyi banka’dır” gibi) bu yıllara eriştikten sonra kurumlar kökü/geleneği kuvvetli olmakla, olaylar filanca senedir eşi benzeri görülmemiş olmak üzerinden yeniden parlatılırlar. Kuşkusuz ulus-devletlerin kuruluş yıl dönümleri bu geleneğin devlet araçları kullanılarak yaşatıldığı en görkemli hadiselerdir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş serüveni de pek tabii olarak önümüzdeki ay itibariyle yüzüncü yıl anmalarına vesile olarak dört yıl kadar devam edip 2023’te kerevetine çıkacak. Bunda da tuhaf olan bir durum yok. Cumhuriyetimizin yüzüncü yılı şimdiden hepimize kutlu olsun.

Tuhaflık, Cumhuriyetin ilanını takip eden yıllar içinde kurucu önderin Nutuk’u ile başlayan retrospektif tarih inşa aşamasında Milli Mücadele sürecine ilişkin temel metinlerin tahrif, sansür ya da en hafif tabiriyle cımbızlanarak bağlamlarından koparılmasıyla karşımıza çıkıyor. Özetle hepimiz Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde alınan kararların Milli Mücadelenin programını, yöntem ve esaslarını belirlediği bilgisine sahibiz, ancak bu metinlerin orijinalleriyle neredeyse hiç tanışık olmadık. Olamadık desek daha doğru çünkü eriştiğimizi zannettiğimiz metinler de günümüz Türkçesine aktarılma, “sadeleştirme” adı altında yontulmuş. Kabaca bir gözden geçirecek olursak, esas olan Erzurum Kongresi Mukarreratı. Sivas Kongresi’nde bu mukarrerat aynen kabul ediliyor ve buna ek olarak Son Osmanlı Mebuslar Meclisi’nde alınan “Misak-ı Milli” kararları onanıyor.

Bu mukarreratta maksat şu şekilde açıklanmış: “Osmanlı vatanının tamamiyeti ve istiklâl-i millimizin temini ve makam-ı saltanat ve hilafetin masuniyeti için Kuva-yı Milliyeyi amil ve irade-i milliyeyi hakim kılmak esastır.” Görüldüğü üzere, “Kuva-yı Milliye” ruhunun cumhuriyet ülküsüyle uzak/yakın bir alakası yoktur. Hatta monarşisttir bile denebilir. Tek dert, bağımsızlık, saltanat ve hilafet makamının kurtarılmasıdır. Bunu gerçekleştirecek olan milli iradeden kasıt ise bir başka maddede açıklandığı üzere: “Vatanımızın maruz kaldığı âlâm ve hadisât ile ve tamamen aynı maksatla vicdan-ı millîden doğan cemiyetlerin ittihat ve ittifakından hasıl olan kitle-i umumiye bu kere (Şarkî Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti) unvanı ile tevsim olunmuştur. İşbu cemiyet her türlü fırkacılık cereyanlarından külliyen âridir. Bi’l-cümle İslâm vatandaşlar cemiyetin aza-yı tabiiyesindendir.” Sadece bu maddede değil Erzurum Mukarreratı’nın hiçbir yerinde “Türk” kelimesi geçmez. Milletten kasıt “Türk ulusu” değil “Tüm Müslüman vatandaşlar”dan oluşan ümmettir. Sonradan “millet / milli” nin öz Türkçe karşılığı olarak “ulus/ulusal” ile ikamesi, siyaseten bu metinlerin lafzını ve ruhunu değiştirmeye yöneliktir.

Cevval Cumhuriyet tarihçileri niyet okuyuculuğu yaparak bu ifadeleri siyaseten pragmatik bir tercih olarak ele alır. Çünkü genel kanaate göre “Cumhuriyet” fikri an itibariyle sakıncalıdır ve bu nedenle M. Kemal sahip olduğu bu fikrini (amacını) en yakınlarıyla bile paylaşmaz. Bağlayıcı öğe de İslam olduğu için etnik bir vurgudan bu nedenle kaçınılır. İlk argüman Sivas Kongresi’nin yemin metniyle ciddi bir açmaza girer. Çünkü yemin metni “Yüce halifelik ve saltanat makamlarına, İslamiyete, devlete, millet ve memlekete manen ve maddeden hizmetten başka bir gaye ve emelimiz olmadığından ötürü…….namusum ve kutsal saydığım şeyler adına yemin ederim. Vallah, billah” şeklindedir. Yani kongreye katılanlar M. Kemal dahil bu yemini ederek anılan amaçlardan başka bir amaç taşımadıklarını da deklare etmişlerdir. M. Kemal’in aklının bir köşesinde “cumhuriyet” kurma amacı taşıdığını söylemek M. Kemal’e yalancı demek olur ve ayıp olur. Demek ki bu fikir M. Kemal’in aklına en iyi ihtimalle daha sonra gelmiş olacaktır. Siyasal İslamcıların tutunduğu dal olan ‘ümmetçi şiarın bu topraklarda geçer akçe olduğu’ savı da, Sakarya Savaşı öncesi yapılan tespitlerde gözüken elli bine yakın asker kaçağı gerçeğiyle elde kalır. Bütün ordunun iki yüz yirmi bin civarı olduğu düşünülürse bu sayı hayli yüksektir. Demek ki “İslam, hilafet, saltanat” dendiği halde geniş bir kitle tarafından bu çağrıya kulak asılmamıştır. Kimi müftüler Yunan işgal birliklerini, devlet ricali ve mütegallibeyle birlikte şehrin altın anahtarını sundukları tepsiyi tutarak karşılamıştır. Kimileri köy köy, sokak sokak mücadele etmiştir.

“Misak-ı Milli” ise tüm bu sürecin tamamlanması ve bir başarı kıstası oluşturulması bâbında sıkıntılı bir metindir. Sınırlar itibariyle üzerine and içilmiş bir metin var, ama sonuçta metinde yer alan bazı kısımlar elde yok. Vatan toprağının şehit kanıyla sulanmadan düşmana teslim edilmeme ilkesi var, ama Musul’da durum aksini göstermiş. Hikmet Uluğbay’ın Petropolitik adlı eserinde hayli detaylı bir izahını yaptığı üzere elimizde senelerce ödemeler dengesine “alacak” olarak girmiş “satış bedeli” var. Her şeyden önce “Misak-ı Milli” tek taraflı, uluslararası alanda (hukukta) hiçbir bağlayıcılığı olmayan bir metin. Sıkıntı, bu metne çok şey atfedip bu kendinden menkullük üzerine çok şeyin yine retrospektif bir şekilde kurularak hak devşirilmeye çalışılmasıdır.

Bütün bu anılanlar Milli Mücadele’nin önemini azaltır mı? Pek tabii ki azaltmaz. Milli Mücadele, en temelinde diğer tüm ezilen milletlerin yaptığı gibi işgale karşı meşru bir direniş olarak son derece önemlidir. Önemli olması için ya da içinde kahramanlıklar barındırması için ille anti-emperyalist olması gerekmez. Nitekim değildir. Ya da bazılarının iddia ettiği gibi döneminde “tek” olması onu önemli yapmaz. Nitekim “tek” değildir. Litvanya, Letonya, Estonya, Polonya, İrlanda “milli mücadele”leri 1918-1923 yılları arasında gerçekleşmiştir. Çünkü uluslararası “konjonktür” budur. Bazıları I. Dünya Savaşı sonrası memnundur bazıları değildir. Bazıları da “fırsat bu fırsat” der. Ama tüm bunlar “Milli Mücadele”nin “Cumhuriyet”le kurduğumuz doğrusal ilişkisini sorgulatır. Söz konusu vatansa gerisinin teferruat olmadığını gösterir. Sürecin ilk anayasası olan Teşkilat-ı Esasiye’ye göre mülki idare, vilayetlerin özerkliği bağlamında hayli federatif unsurlar barındırırken, aynı iktidar sahiplerinin 1924 Anayasası’yla üniterliğe geçmek gibi bir tercihte bulunmaları, bu tercihlerini de o zamana kadar hiçbir metinde anmamaya özen gösterdikleri “Türk”ü anarak ve hatta tanımlayarak gerçekleştirmeleri egemenlerin iradelerinin de “değişmez” olmadığını gösterir. “Kürt sorunu” bu keyfiyetle başlar. Vatan kurtarmanın siyaset üstü bir tavır değil, aynı zamanda iktidar tarafından siyasetin kurucu öğesi olarak nasıl inşa edildiğini de ortaya koyar.

Sonuç olarak, içinde bulunduğumuz sıkıntılı siyasi atmosferde yüzüncü yıl anma ve kutlamaları bu sıkıntıdan çıkış olarak tüm kesimler tarafından yeniden üretilme ve parlatılma potansiyeli taşıyor. Devlet-toplum dinamiklerini düşünmeden Milli Mücadele ve sonrasındaki gelişmelerden şimdiki sıkıntılarımıza çözüm reçeteleri yaratmak ancak, kurucu ideolojinin neyi yanlış kurmuş olabileceği üzerine düşünüp, yüz sene sonra benzer hatalarda ısrar edilmemesi ile mümkündür. Fanus içinde mitleştirilen erken Cumhuriyet dönemi ideolojisi ve uygulamaları, siyasal İslam otoriterizmine karşı otonom oluşturamaz onu beslemekten öteye gitmez.

Dr. Öğretim Üyesi, Ege Üniversitesi, İİBF, Uluslararası İlişkiler Bölümü Siyasi Tarih ABD