Genç işsizlere anahtar soru: Eğitim mi, deneyim mi?

Meslek yüksek okullarında yüzlerce program farklı meslek kollarının belli birimlerine yönelik eleman yetiştiriyor. Ancak burada iki temel soruyu dile getirmek gerek: Bu okullardan mezun olanların ne kadarı mezun olduğu programlarla ilgili alanlarda istihdam ediliyor? Buna karşılık, bu mesleki alanlarda sektörün ileri gelen kuruluşları ne gibi işe alım koşulları belirliyor?

Google Haberlere Abone ol

Aslıhan Aykaç Yanardağ*

Geçen hafta medyada yer alan haberlere göre üniversite mezunu genç işsizlerin sayısı bir milyonu aşıyor. Türkiye ekonomisinde 2019 yılı beklentileri giderek kötümserleşiyor, toplumun tamamının bu durumdan etkilenmesi kaçınılmazken kadınlar, genç işsizler ve emek piyasasının en alt kademelerinde çalışan vasıfsız ve güvencesiz kesimlerin kırılganlığı da artıyor. Böyle bir durumda ister istemez karşımıza şu soru çıkıyor: Belli bir hayat standardının karşılanması için çalışmak şart, peki iş bulmak için eğitim şart mı?

Durumu daha iyi anlayabilmek için verilere genel olarak bakmakta yarar var. OECD’nin 2017 rakamlarına göre Türkiye’de 15-29 yaş arası gençler arasında ne işte ne de okulda bulunmayanların oranı yüzde 27,2, OECD ortalaması ise 13,2. Türkiye bu oranla 40 ülke arasından yalnızca Güney Afrika Cumhuriyeti’nden önce gelerek 39'uncu sırada yer alıyor. Aynı yaş grubunda cinsiyete dayalı dağılıma baktığımız zaman erkekler için oran yüzde 15,1’e geriliyor ve Türkiye 34'üncü sıraya yükseliyor; ancak kadınlar için aynı oran yüzde 39,9 ve Türkiye yine 39'uncu sırada yer alıyor. Dolayısıyla genç kesimi temsil eden en geniş yaş grubunda istihdam olasılığı toplumun genelinden daha düşük seyrediyor. Daha da kötüsü, Türkiye’de kadınların tamamı istihdam ve işgücüne katılım gibi göstergelerde cinsiyet eşitsizliğine maruz kalırken, genç kadınlar bu grubun içinde daha kırılgan bir grup olarak öne çıkıyor. Sonuç olarak işsizlik en çok gençleri vuruyor, ama gençler içinde de bu durumdan en çok kadınlar etkileniyor.

HER ÜÇ GENÇTEN BİRİ NE ÇALIŞIYOR NE OKUYOR

Her zaman genç ve dinamik nüfusuyla, büyük işgücüyle övünen Türkiye insan kaynağını değerlendirmede, üretimi harekete geçirmede yetersiz kalıyor. Yaş aralığını biraz daraltarak 20-24 yaş grubuna baktığımızda üniversite eğitimine denk düşen kesimin durumunu daha iyi görmek mümkün olabilir. OECD’nin aynı yıl verilerine göre Türkiye’de 20-24 yaş aralığındaki gençlerin yüzde 32,9'u, bir başka deyişle her üç gençten biri reşit birey sayıldıkları bu ilk yıllarda ne eğitim alıyor ne de bir işte çalışıyor. Bunu üç biçimde açıklayabiliriz. Birinci açıklama ekonomik krize bağlı olarak yatırımların azalması olabilir, oysa Türkiye’de genç işsizliği yapısal olarak son yirmi yıldır yüksek seyrediyor, hatta son yirmi yılda belli bir gerileme söz konusu olsa bile OECD ortalamasından, hatta benzer ekonomik sorunlarla karşılaşan ülkelerden daha yüksek seyrediyor. Ekonomide dışa açılma ve buna bağlı olarak hedeflenen doğrudan yabancı sermaye yatırımları vaat edilenin aksine istihdam yaratmada ve uzun vadede gelir dağılımını iyileştirmede etkisiz kalıyor.

İkinci açıklama işgücü piyasasının özgün yapısı ve işgücüne yeni katılan genç insanların piyasada talep gören vasıflara sahip olmaması ile açıklanabilir, oysa bu da kısmi bir açıklama olur, çünkü bugün mesleki eğitim alan gençlerin dahi iş bulamadığını, bulsalar da eğitimini aldıkları alanlarda çalışmadıklarını toplumun her kesiminde ve ülkenin her bölgesinde gözlemleyebiliyoruz. Bunun için özellikle üzerinde durulması gereken bir alan önlisans eğitimi veren yüksek okullar ve meslek yüksek okullarıdır. Bu okullar özellikle meslek lisesi çıkışlı öğrenciler tarafından bir katsayı desteği nedeniyle tercih ediliyor, ideal durumda erken yaşta başlamış uzmanlaşmanın sürdürülmesi amacını taşıyor. Gerçekte ise bu okullar çoğu zaman eğitim sisteminde marjinalleşmiş, alt orta sınıf kesimlerin üniversite hayallerini karşılamadan öteye gitmiyor. Bu okullarda başarılı olan öğrenciler dört yıllık programlara geçiş yaparak lisans mezunu olabiliyor, ancak burada da başarı puanı, kontenjanlar ve bireysel ekonomik faktörler belirleyici oluyor. Meslek yüksek okullarında yüzlerce program farklı meslek kollarının belli birimlerine yönelik eleman yetiştiriyor. Ancak burada iki temel soruyu dile getirmek gerek: Bu okullardan mezun olanların ne kadarı mezun olduğu programlarla ilgili alanlarda istihdam ediliyor? Buna karşılık, bu mesleki alanlarda sektörün ileri gelen kuruluşları ne gibi işe alım koşulları belirliyor? Açıkça sormak gerekirse, önlisans eğitimi mevcut işgücü piyasası koşullarında ne kadar geçer akçe?

Bu nedenle üçüncü ve daha önemli açıklama ise eğitim sisteminin ne demografik yapıyla ne de ekonomik yapıyla işlevsel bir bağ kurmasıdır. Üniversite sayılarımız artıyor, YÖK ihtisaslaşma ve araştırma konularında çeşitli düzenlemeler yapıyor, bina yatırımları artıyor, öğrenci kontenjanları da artıyor ama bu öğrencileri gerek mesleki hayata hazırlayacak gerekse disipliner dereceler kazandıracak bilim insanlarının sayısı, norm kadro, atama ve yükseltme kriterleri ve benzeri kısıtlar nedeniyle artmıyor. Eğitim-Sen’in 2019 yılı Milli Eğitim Bakanlığı bütçe analizine göre, bütçeden Milli Eğitim’e ayrılan payda rakamsal bir artış görünse de bu rakamın merkezi yönetim bütçesine oranı 2018 yılında yüzde 12,13’ten 2019’da yüzde 11,84’e geriledi. Eğitime ayrılan bütçenin GSYİH’ye oranına bakıldığındaysa 2018’de yüzde 2,69’dan 2019’da yüzde 2,56’ya düştüğü görülmektedir. Üniversiteler böyle bir boşvermişlik, kendiliğindenlik hali içinde ne bilimsel işlevlerini yerine getirebilir ne de genç nüfusun insani kalkınma süreçlerini destekleyebilir. Yapısal reformlar ekonomi alanında olduğu kadar eğitim alanında da kaçınılmaz bir adım olarak görülmelidir.

EĞİTİM Mİ DENEYİM Mİ? OKULLU MU ALAYLI MI?

Bu şartlar altında ne okulda ne de istihdamda yer alan genç nüfusun, mesleki donanımını artırmaya çalışan ancak işgücü piyasasının dış çeperinde yer alan meslek okulu mezunlarının ve üniversite eğitimine devam eden potansiyel genç işsizlerin durumu aciliyet gerektirse de kısa vadeli politikalarla çözülemeyecek bir boyuta ulaşmıştır. Eğitimin işgücü piyasasındaki karşılayıcılığı azalmıştır. Bu kitlenin asıl üzerinde durmaları gereken soru aldıkları eğitimle neler yapabilecekleri değil, eğitimin yanı sıra donanımlarını nasıl artırabilecekleri, vasıflarını nasıl geliştirecekleridir. Bunlar için kampüslerde Sürekli Eğitim Merkezleri, Sağlık, Kültür ve Spor Daire Başkanlıkları’nın faaliyetleri, kampüs dışında Halk Eğitim Merkezleri’nin, belediyelerin ve sivil toplum kuruluşlarının çalışmaları, vasıf edindirme programları etkili olabilir. Gelişmekte olan sektörler ve meslek kollarının taleplerine yönelik vasıflara odaklanmak, örneğin yazılım ve kodlama alanında donanım kazanmak, uluslararası firmalara yönelik olarak farklı dil becerileri elde etmek, teknik bilgiye yönelik programların kullanımını öğrenmek alternatifleri artırmaya yarayabilir. Erken bir aşamada deneyim kazanmak söz konusu çabaların çıktılarını görmek açısından önem taşır. Ancak bütün bunlar ekonomideki tıkanıklık ve etkinlikten uzak politika yapımı dikkate alındığında sınırlı bir iyileştirme imkanı sunar. Sorunu kaynağından çözmeden, gerekli sistem değişikliklerini gerçekleştirmeden değişimin yükünü genç işsizlere yüklemek karar vericilerin sorumluluktan kaçabileceği anlamına gelmez.

*Prof, Dr., Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü