Savcı Nurettin Soyer'in hukuk mücadelesi: Gülenciliğin kontrgerillaya terfisinin önlenemeyen yükselişi

Türkiye hukuku 1950’lerle beraber İslamcılığın ve milliyetçiliğin derin devlet operasyonlarının içine dahil edilmeye başlandığı bir süreç yaşamıştır. Soyer’in 1971’deki bu soruşturma ve dava süreci gerçekte devlet ve ordu içindeki kontrgerilla hukuku yanlıları ile karşıtları arasındaki bir çatışmaya tekabül etmektedir. 1950’ler örgütlü İslamcılığın devlet içinde işlevsel hale getirildiği yıllar iken 1970’ler ise devlet protokolüne yerleştirildiği bir dönem olmuştur.

Google Haberlere Abone ol

Orhan Gazi Ertekin*

Türkiye yargısında kontrgerilla karşıtı sadece üç savcıya rastlanılır: Askeri savcı Hava Binbaşı Nurettin Soyer, Savcı Doğan Öz ve Savcı İlhan Cihaner. Nurettin Soyer’in, Gülenciliğin devletin operasyonel aksamına dönüştürülmesi sürecine karşı 1971’de başlattığı ilk müdahale, askeri yargının aşağıdan yukarıya tüm komuta katlarında dolaşarak etkisiz kılınmıştır. Doğan Öz’ün katline giden süreç, 1950’lerin sonu ve 1960’lerin başından itibaren Türkiye hukuk düzeninde yerleştirilmeye başlanan “kontrgerilla hukuku”nu ifşa etme ısrarı ile başlamış, doğru deyişle başlatılmıştır. Savcı İlhan Cihaner’in 1998’de İdil’de başlattığı JİTEM soruşturması ise çeşitli nedenlerle akim kalmıştır. Nurettin Soyer ve Doğan Öz, Türkiye’de kontrgerillanın devlet içindeki inşasına karşı ilk resmi soruşturma çabaları içerisine girmiş, Cihaner ise JİTEM faaliyetlerine ilk dokunan savcı olmuştur. Her üç savcı da kendi onurlarını kurtarırken Türkiye’nin geleneksel “hukuk devleti” tarafından “başarısız” kılınmışlardır. Bu hikâye aynı zamanda Türkiye’nin son yüz yıllık “hukuk devleti” macerasının da hikayesidir. Şöyle anlatalım:

KONTRGERİLLANIN DOĞUŞU

Türkiye hukuku, 1950’lerden itibaren kendi ‘yargı’ ve ‘yargılama’ faaliyetini iki ayrı kulvar içinde örgütlemeye başlamıştır. Birincisi hâkim ve savcılardan oluşan olağan adliye teşkilatı, ikincisi ise önceleri “Seferberlik Tetkik Kurulu” ve 1960-70’lerle beraber ise “Kontrgerilla” olarak adlandırılan, gizli operasyon ve baskı aygıtlarının seferber edildiği olağanüstü teşkilat yapısını içermektedir. Bu anlamda 1950’lerle beraber Cumhuriyet hukukunda olağan hukuk ile kontrgerilla hukukunun birbiri ile uyumlu hareket ettiği bir süreç başlamıştır. Esasen Cumhuriyetin başından itibaren Topal Osman vb.ler göz önüne alındığında bu ikili işlev varlığını korumuş, fakat 1950’lerle beraber yapısal ve kurumsal bir hale gelmiştir. 1950’lerden sonra Türkiye hukuku aynı zamanda bir “kontrgerilla hukuku”dur. Yargı teşkilatı ile kontrgerilla teşkilatı arasında bugüne kadar gelen tarihsel dönemler boyunca sadece ve sadece üç kriz çıkmış olması her iki teşkilat arasında yapısal bir uyumun varlığını da göstermektedir.

İşte o üç krizin kahramanları Nurettin Soyer, Doğan Öz ve İlhan Cihaner’dir. Doğan Öz ve İlhan Cihaner, sonraki çalışmalarımızın gündemi olsunlar. Şimdilik Nurettin Soyer’in Kontrgerilla sürecine yönelik Türkiye yargısı içindeki ilk itirazına bir bakalım…

SOYER'İN GÜLEN DAVASI

Nurettin Soyer 18 Mart-15 Haziran 1971’deki soruşturma süreciyle 54 kişiye cumhuriyete karşı yıkıcı dini faaliyet göstermekten dolayı dava açar. Bu dava, gerçekte kontrgerillanın 1970’lerden itibaren geçirdiği değişimi haber veren önemli bir laboratuvar niteliğindedir ve ciddiyetle incelenmelidir. Özellikle de örgütlü İslamcılığın giderek “devlet İslamcılığı” haline gelmesi ve operasyonel bir anlam kazanması süreci bakımından ciddiyetle incelenmelidir. 1960-70’lerde ordu içindeki çatışma, nereden baktığınıza bağlı olarak, genellikle ya İslamcılığın ya da komünizmin ordu ve cumhuriyete saldırısı şeklinde tasvir edilegelmiştir.

Doğrusu ise şudur: Türkiye hukuku 1950’lerle beraber İslamcılığın ve milliyetçiliğin derin devlet operasyonlarının içine dahil edilmeye başlandığı bir süreç yaşamıştır. Soyer’in 1971’deki bu soruşturma ve dava süreci gerçekte devlet ve ordu içindeki kontrgerilla hukuku yanlıları ile karşıtları arasındaki bir çatışmaya tekabül etmektedir. 1950’ler örgütlü İslamcılığın devlet içinde işlevsel hale getirildiği yıllar iken 1970’ler ise devlet protokolüne yerleştirildiği bir dönem olmuştur. Aynı sürecin bütün kurumlar ve devlet içindeki politik tarafların bire bir çatışmalarının en yoğun ve en yüksek aşamasına yükseldiği bir süreç olması hiç şaşırtıcı değildir. Bu davanın gelişim süreci işte bu ordu ve devlet içindeki çatışmanın nasıl sonuçlandığının da ortaya çıkarılabileceği bir saha olmaktadır.

SOYER'İN TASFİYESİ

Soyer, bu davada dört farklı grubu bir araya getirerek bir iddianame hazırlar. Ama bu gruplar içinde asıl olarak 4'üncü grup olan bağımsızlar grubu önemlidir. Fethullah Gülen bu grubun içindedir ve diğer sanıklar karşısında kendisini saklama becerisi yüksektir. Kendisini geleneksel İslamcılığın bir parçası imiş gibi sunar. Okuma, vaaz ve aydınlatma faaliyetleri ile sınırlı bir eylemlilik içinde olduğu savunmasını yapar. Oysa onun bütün eylemi aynı zamanda ordu içindeki kontrgerillacı gruplar içinde de karşılıklarını bulmuştur. Bu nedenle de savcı Soyer’in mücadelesi yalnızca örgütlü İslamcılık ile değildir. Aynı zamanda ordu içindeki sol karşıtı kontrgerillacı hâkim eğilimlerle karşı karşıya bulunmaktadır.

Dava sürecinde ortaya çıkan bir olay bu durumu daha iyi anlamamızı sağlayacaktır: Soyer tarafından açılan davada hakim albay Kaya Alpkartal davaya ilişkin tartışmalar sürecinde şöyle söylemişti: “Sağcıların munis insanlar olup solcuların küstah insanlar olduklarını duruşmalarda müşahade ettim…” Bu sözler üzerine Gülen’in devlet protokolü içine yerleştirilmesinin nasıl hazırlandığını anlamayı kolaylaştıracak gelişmeler yaşanacaktır. Soyer, Gülen’i de yargılayacak heyetteki hâkimin bu sözleri üzerine hâkimin reddi yoluna gider. Red talebi son derece açık ve sarihtir fakat her nasılsa ancak oy çoğunluğu ile kabul edilir. Ya da kabul edilmek zorunda kalınır. İtirazlarla Askeri Yargıtaya kadar çekişme uzanır ve her aşamada verilen kararlar muhalefet oyları ile birlikte reddin kabulü yönündedir. Bu kadar açık bir tarafgirlik beyanında bile giderek büyüyen bir muhalefet ortaya çıkmıştır askeri mahkemeler içinde ve bu durum mahkemelerin politik olarak bölündüğünü göstermektedir.

Olay burada da bitmez. Reddedilen hâkim Soyer’i tehdit eder. Şikâyet üzerine yargılama izni verilmez. (Bu iki kişinin on yıl sonra tekrar karşı karşıya geldiğini hatırlatalım. Soyer Ankara Sıkıyönetim Savcısı olarak. Alpkartal ise Türkeş’in avukatı olarak) Bir süre sonra Soyer, Gülen ve arkadaşları davasındaki görevinden alınır ve yerine Savcı Yarbay Abdullah Küçükyılmaz ile savcı Ali Rıza Hafızoğlu getirilir. Yargılamanın bundan sonraki safhasında ise Gülen 7 aylık hapis hayatından sonra serbest bırakılır. Dava sonunda ise 3 yıl hapis cezası alacaktır. Ama bu onun yükselişini önleyememiştir ki bu dava ve yargılama süreci de zaten Gülen’in yükselişinin ordu içinde bulduğu karşılıklar ile doğrudan alakalı olduğunu göstermiştir.

Kuşkusuz ki bu çatışma ordu içindeki iki farklı grubun çatışmasıdır. Bu dava ile su yüzüne çıkan şey İslamcılığın bastırılması veya terfisi değildir. Asıl mesele şudur: Savcı Soyer, pozitif hukuku öne alarak yükselen kontrgerillacı eğilimlere karşı dururken karşı taraf ise “devletin ali menfaatleri” üzerinde durmaktadır. Türkiye’nin hukuku ve yargısı, kontrgerilla ve hukuk dışı şiddet bağlamındaki ilk krizini böylece yaşamıştır. Soyer, bu davadan tasfiye edilmiş, fakat karşı taraf da henüz kazanamamıştır. Ancak bir sonraki aşamada Doğan Öz’ün talihsiz kalan mücadelesi ile o meşum “zafer”lerini kazanacaklardır…

Nihayetinde Türkiye hukuku, hukuk dışı şiddet ile mücadele üzerine Nurettin Soyer, Doğan Öz ve İlhan Cihaner dışında bir savcı yetiştirememekle malûldür. Fakat, en azından bu örneklerle övünmeyi de hak etmektedir.

*Hâkim, Demokrat Yargı Eşbaşkanı