Erdoğan'ın Gezi sancısı ya da eylesin neyleyecekse 'şehrin' insanı 1

Gezi'nin sembolik değeri şurada yatıyor: Erdoğan için hep başarısızlık olarak görülen, bir türlü becerilemeyen kültürel iktidar çabasını yerinden etmesi ve kültürel üretimin olması gerektiği yeri göstermesi. Erdoğan’ın bir türlü başarılamayan kültürel dönüşüm gayretlerine rağmen, Gezi bambaşka bir kültürel devrimi gerçekleştirdi.

Google Haberlere Abone ol

“Her yanı inşaat dolu bir metropolde iş görürken yolunuzu bir et satırıyla açmak zorundasınız.”

Robert Moses (1)

Erdoğan Moskova’dan dönüşte gündeme dair açıklamalar yaparken biraz seçim mesajı da içerecek bir biçimde, Topçu Kışlası'nın yeniden ihya edileceğini açıkladı. Kimileri bunun seçime yönelik olacağını düşünse de, Erdoğan genel olarak taviz vermeyi diz çökme, boyun eğme olarak algılayan bir siyasi lider. Böyle düşünürsek Gezi eylemleri esnasında bu parkın referandumsuz inşaata açılmayacağı yönündeki açıklamasının o gün için, daha sonra rövanşı alınacak bir taviz olduğu açıktı. Hal böyle olduğu için şu an tüm devlet güçlerini kendisine bağlamış olmanın verdiği güçle çok rahat. Bu nedenle artık kendisine direnecek en ufak bir güç olmadığını düşünerek Topçu Kışlası'nı raftan indirmenin uygun zaman olduğunu düşünüyor. Ama buna şöyle ufak çaplı bir itiraz bile olsa bundan çok zevk duyacağı kesin. Hem muhalefetin üzerinden silindir gibi geçebilme keyfini alacak, hem de kutuplaştırıp, ardından mağdur konumda kalmış izlenimi verecek. Böylece şu an İstanbul ve Ankara için bıçak sırtı gibi görünen seçimleri başka hiçbir şey yapmasına gerek kalmadan almanın zaferini de elde etmiş olacak.

Gezi Parkı'nda patlayan ve parktaki devletsiz, mülkiyetsiz sürede başka türlüsünün de olabildiğini gösteren direniş sürecini Erdoğan hep kendisine dönük uluslararası bir darbe olarak algıladı. Yani Erdoğan’ın Gezi'ye bakışı salt kendi kitlesini bir arada tutmak ve mağduriyet yaratarak seçmeni kendi istediği yere çekmek için oluşturulan bir şey değil. AB normları ekseninde müzakere yürüten Erdoğan’ın otoriter tek adam yönetimine yönelmesinde dönüm noktası olan Gezi Direnişi'nin üst üste binen başka olgularla eş zamanlılığını da görmek gerekir. Eğer o kodları çözersek onun iktidarı ne pahasına olursa olsun sahiplenme mantığını da anlarız. Ben bu kodlarda Erdoğan’ın kendisine dönük komplo mantığı ile iktidarın tüm iplerini ele almak çabasına girmesinin etkili olduğu kanısındayım. Arap Baharı, ardından buna bağlı olarak içeride gündelik hayatı muhafazakârlaştırmaya yönelik tepki, bunun darbe malzemesi olabileceği algısı, ama en önemlisi Mısır'da Müslüman Kardeşlerden çekilen destek... Bununla bağlantılı olarak Ortadoğu’da küresel güçlerin ılımlı İslam düşüncesini raftan kaldırması, kendisini de İslamcı olduğu için komplo oluşturup iktidardan indirecekleri düşüncesi ve buna eşlik eden Cemaat ile yaşanan iktidar kapışması, Erdoğan’ı tüm iktidarı kendisinde toplamaya yöneltti. Oysaki Erdoğan ilk döneminde bu ülkedeki en başarılı siyasetçiler arasındayken sonraki dönemlerinde tipik bir popülist ırkçı olan Trump’a çok benzedi (2), kendi ikbalini toplumun ikbali ile bir tutan ruh ve düşünce ikliminde bir siyasetçi oldu ve eski başarılarından da hızla uzaklaştı.

Ancak “anlamak onaylamak değildir”. Yani Erdoğan’ı otoriter bir tek adam yönetimine sürükleyen algı iklimine dair bir şeyler söylemek, onun bu otokrat yönetim modelini onayladığım anlamına gelmiyor. Tersine Erdoğan bu yönelime girerek hem ülkede hem iktidarda hem de uluslararası düzlemde yalnızlaştı ve bu onu paradoksal olarak daha otoriter davranmaya yöneltti.

Oysaki Erdoğan şimdilerdeki kapitalist kent rantına dönük şikâyetleri ve itirazları o zaman etseydi, kentin betonlaşması bu kadar rahatsızlık duyulan bir şey olmazdı. Gençlere dönük muhafazakâr ve ötekileştirici söylemlerinin, aşırı özgüvenle kendisine teveccüh göstermeyenlerin de böyle düşünme, böyle davranma haklarını hiçe sayan tutumlarının öfke yarattığını anlamadı. Anlasaydı bugün gelinen nokta çok farklı olurdu.

Gezi Erdoğan'ın nefret sembolü olarak kaldı ve o günden beri de sokak gösterileri onun zihninde hep dış kaynaklı bir darbe için ortam yaratma olarak yer aldı, dahası bu algı iyice yerleşti. Ama diğer yandan Gezi onun seçim kazanma stratejisinde çok önem verdiği kutuplaştırma siyasetinde de önemli bir malzeme oldu. Bu bakımdan Erdoğan’ın Topçu Kışlası'nı yeniden ihya edeceğiz şeklindeki belli kesimi provoke eden söylemi, bir yanıyla seçim yatırımı. Ama daha önemlisi Kemal Can’ın gayet doğru biçimde dikkat çektiği gibi, kendi kültürel iktidarını kurma teşebbüsünden asla vazgeçmeyeceğinin de göstergesi. Tam bu noktada bu yazıyla “kent hakkı” denen ve Erdoğan ile partisi AKP’nin hiçbir zaman kabul etmediği olguya dikkat çekmek istiyorum.

GEZİ EYLEMLERİ VE MEŞRUİYET ZEMİNİ

Gezi eylemleri AKP kalemşorları tarafından istediği kadar OTPOR-CİA bağlantısı ile “pembe devrim girişimi” olarak lanse edilsin, Gezi gerçek anlamda değerler dizisi değişimine yol açan bir eylemdi. Dahası Gezi bu ülkenin tarihinde gördüğü en geniş ve içerdiği bileşenler bakımından da en çeşitli hareket olma becerisini gösterebildi. Ancak hareketin temel içeriği iki bileşene oturdu; gündelik hayatın iktidar eliyle denetim altına alınıp muhafazakâr kalıplara dökülerek dönüştürülmesine isyan ve aynı mantık içinde kent hakkını yok sayan betonlaşmaya isyandı.

Gezi'nin sembolik değeri şurada yatıyor: Erdoğan için hep başarısızlık olarak görülen, bir türlü becerilemeyen kültürel iktidar çabasını yerinden etmesi ve kültürel üretimin olması gerektiği yeri göstermesi. Erdoğan’ın bir türlü başarılamayan kültürel dönüşüm gayretlerine rağmen, Gezi bambaşka bir kültürel devrimi gerçekleştirdi.

Gezi İtalyan sosyalist düşünür Antonio Negri’nin çokluk kavramında hayat bulan bir çeşitlilik koalisyonunu ifade eder. Tüm bileşenlerin hem kendi özerkliklerini muhafaza edebildiği hem de bir arada mücadele verebildiği özgün bir bileşen. Gezi'de laik, seküler kesimler ana gövdeyi teşkil etse de, Anti-Kapitalist Müslümanlar gibi diğer mahalleden olanlar da bu gövdede oldu. Hatta Gezi, Erdoğan karşı saldırıya geçerek eylemleri ve eylemcileri değersizleştirene dek, muhafazakâr kesimin gençlerini de kendine çekebilmişti. Sadece onlar değil, polisin delirten şiddetine duyulan tepki Kemalist ulusalcılarla Kürt siyasal hareketinin temsilcilerinin ilk kez birbirleriyle kavga etmeden yan yana durabilmesini sağladı. Dahası o güne dek Türk kimliğinin altını kalınca çizen ülkücü gençlerin içinden bile “ilk kez Kürtlerin üzerinde kurulan baskıyı anlıyorum” diyenlerin çıkmasını sağladı. Böylece bu gençlerin Kürt sorunu olgusunu anlamaları mümkün oldu. Tam da bu niteliklerinden dolayı Gezi hareketi belirli bir yere sığdırılamayan, tanımlar üstü bir siyasal kimliği ve sosyolojiyi üretme başarısını gösterdi.

Topçu Kışlası'na gelirsek onun AVM’den öte bir sembolik önemi var. O Erdoğan’ın sürekli vurguladığı kültürel iktidar olgusunu, Cumhuriyet’in silinemez damgasını, Üsküdar gibi Müslüman bir kimliği değil de belki de Gezi’nin sembolize ettiği çeşitliliği içeren kozmopolit yapısıyla Erdoğan’ın fethetmek istediği bir mekânı temsil ediyor. Taksim'in ve kozmopolit, sonuna kadar da kentli, dahası tam da Osmanlı çok kültürlülüğünün simgesi olan Beyoğlu’nun da Erdoğan’ın monolitik yerliliği tarafından ele geçirilmesi anlamına geliyor. Böylece İstanbul’un kozmopolit kimlikli, bir başka ifade ile çok kimlikli ve çok kültürlü vitrininin bu kültürel yapısı son bulacak. Burası da Erdoğan’ın Necip Fazıl’da sembolize edilen fetihçi, nüfuz edici milliyetçi İslamcılığının etki alanına girmiş olacak.

Erdoğan’ın “Geziciler” diye tanımladığı bu yeni sosyal hareketin bu denli büyük bir düşmanlığın simgesi olmasının bir nedeni de burada yatıyor. Fetih arzusuna karşı örülen set olması. Bunu Zizek’in şövalye aşkı olgusunda ortaya koyduğu arzu kavramı ile yola çıkarak izah edebiliriz. Arzu edenin arzu ettiğine ulaşmasına, ona sahip olmasına yönelik ne kadar çok engel, ne kadar fazla dolayım araya girerse arzunun şiddeti de o kadar artar. Bu bağlamda Gezi Parkı ve Taksim bölgesi Erdoğan’da temsil olunan sağcılaşmış ve muhafazakârlaşarak püritenleşmiş bir İslamcılığın İstanbul’u yeniden fethetme arzusu için sembolik değere sahip. Gezi'ye duyulan nefret de bu arzuyla arasına girmesinden kaynaklanıyor.

(1) Robert A. Caro, The Power Broker: Robert Moses And The Fall Of New York, Vintage; Later Printing Edition, 1975-New York, s:894)

(2)  Erdoğan ve Trump arasında birçok benzerlik kurulabilir lakin el hak Erdoğan ne onun gibi göçmen karşıtı bir yabancı düşmanı, ne de ırkçı. Erdoğan esas olarak bir sağ popülist ama Batılı muadillerinden de, tam bir faşist olan Bolsonaro’dan da farklı. Erdoğan bir yönüyle Brezilya'daki İşçi Partili muadilerine de benzer yanlar taşıyan bir popülist siyasetçi. Tam da bu nedenle Trump ve Bolsonaro için geçerli bulduğum post-faşist kavramı onun için geçerli değil. Ama Erdoğan’ın otokrat hatta despotik olduğu gerçeğini de yok saymıyorum.