Gemidekiler için yeryüzünde ev yapım rehberi (1)*

Ursula’nın hikâyesinin bittiği yerde galiba benim hikâye başladı. Terk ettiğim kent Ortadoğu’daydı; Kusursuz işleyen bir uzay gemisine benzetilecek gibi değildi. Yine de kapalı mekânlarda iklimi kontrol altına alan klimaları vardı. Durduğu an hayatı felç eden merkezi elektrik, internet, doğalgaz, su, kanalizasyon şebekesi ile işliyordu...

Google Haberlere Abone ol

Miraz Rusipi [email protected]

Şehirden ayrılmak, piknik veya tatil yapmak, dede/nene topraklarını ziyaret etmek ya da iş için geçici uzaklaşmalar tabii ki anlaşılır bir şey. Kentin çeperlerinin dışına temelli çıkmak, dışarıda bir yerlerde ev yapıp terk-i şehir eylemek ise mutlak bir sınır ihlali, meydan okuma, neredeyse her köşe başında yapılan AVM’lere, elektrik tesisatına, eğitim tedrisatına, toplu ulaşıma, kanalizasyon şebekelerine, altı şeritli yollara, sağlık ağına, müteahhit mühendisliğine, kredili mevduat hesaplarına, su şebekelerine, haber saatlerine, dizi şeritlerine ve de çok daha fazlasına köklü bir karşı çıkış. Bu her şeyi arkada bırakmak, rüzgâra karşı yürümek, bir tür delilik hali… İnsanlık hızla boşalan köylerden gemiye koşarken, ‘ben dağlara, nehirlere, okyanuslara aitim’, deyip güverteden atlamak...

Gemide olduğun için anlattıklarım abartılı gelebilir. Hatta sözlerimin içten içe seni heyecanlandırdığının farkında dahi olmayabilirsin pek sayın kentli okuyucu. Yine de sokağa çıkıp mantar gibi biten inşaat emekçilerine ev nasıl inşa edilir diye sormak yerine bu yazıyı okumaya devam ediyorsan bunun bir sebebi var. İşin aslı senin derdin ev yapımını öğrenmek değil. Ayrıca bir iki sayfalık köşe yazısından dört başı mamur, ev yapım rehberi çıkmayacağından başlığa ‘Ev yapım rehberi’ diye yazmama takılma (yine de de tüm incelikleri ile kendi evini imar etmeyi öğrenmek istiyorsan; bana mail atabilir, Alakır Nehri Kardeşliğinin sayfasına bakabilir, Metin Yeğin’in ‘Kendi evini yapma kılavuzu ve kent reformu,’ kitabını veya ‘Kırağı’ dergisinin ilk sayısını edinebilirsin) Diğer taraftan bu başlıkta dahi absürt duran, ‘Gemi’ kelimesini dikkate almanı öneririm. Sen daha neden diye sormadan sözü Ursula Le Guin’in ‘Kaybolan Cennetler’** öyküsüne getireyim. Hikâyenin kahramanları yaşanılabilir bir gezegene varmak için yedi nesil sürecek uzun bir yolculuğa çıkmışlardır. Nesiller yenilendikçe amaçtan sapılır. Gemi halkına iklim dâhil her bir şeyin özenli bir denetimden geçirilip dengelendiği, insan dışı canlıların yaşamadığı, yiyecek ve içeceğin kolaylıkla elde edildiği uzay gemisinde yaşamak belirsizliğin hüküm sürdüğü bir gezegende yaşamaktan cazip gelir. Zamanla menzili bir kenara bırakıp yolda olmayı kutsarlar. Bu kutsama semada yaşayanların yeni dini olur. Bu dine göre gemiden ayrılmak günahların en büyüğü olsa da yolculuğun nihai hedefi olan gezegene ulaşıldığında küçük bir azınlık gemiden ayrılma cesaretini gösterir. Bu cesur insanlar metal dünyalarından ayrıldıklarında uzun bir süre ne yapacaklarını bilemezler. Teknolojide vardıkları yüksek seviye onlara açık havada ateş yakmayı dahi öğretmemiştir, satış ünitelerinin olmadığı yerkürede yiyeceklerini üretmek için toprağı tanıyıp emek vermek gerekir, iklim denetimsizdir. Barınak yapılmalı, suyu evlerine getiren herhangi bir tesisat olmadığından akan suyun kıymetini bilip suya yakın olunmalı, ısıran, koşan, uçan, zıplayan hayvanlarla bir arada yaşamanın yolları bulunmalıdır. Uzun bir yolculukla başlayan hikâye işte tam da bu yol arayışının başladığı nokta da biter.

.

Ursula’nın hikâyesinin bittiği yerde galiba benim hikâye başladı. Terk ettiğim kent Ortadoğu’daydı; Kusursuz işleyen bir uzay gemisine benzetilecek gibi değildi. Yine de kapalı mekânlarda iklimi kontrol altına alan klimaları vardı. Durduğu an hayatı felç eden merkezi elektrik, internet, doğalgaz, su, kanalizasyon şebekesi ile işliyordu. Tüm ihtiyaç nesnelerini herkes gibi AVM’lerden edinmekteydik. Yeşil alanları ise yok hükmündeydi. Uzay gemisinin aksine kentler yerküreye sabitse de otomobil merkezli yaşamımızın tüketim merkezleri, evimiz ve işyerlerimiz ile sınırlandırılmış bir devinimi vardı. Neyse ki ben yedi nesillik süren bir yolculuğun ardından kıra yerleşmemiştim. Bu topraklarda yaşamış birçok kişi gibi benim dedem de eşek sırtından inmişti. Yirmi beş yaşındayken Van’ın dağlarından düzlükteki Diyarbakır şehrine yerleşmek zorunda olan babam; ev yapımı, bitki yetiştirmek, hayvan bakımı gibi konulara haizdi. Anlayacağın sayın okuyucu kıra dönüp doğanın böğründe yaşamak benim gibi bir Kürt için çocuk oyuncağıydı. Yanımıza ne olur ne olmaz diyerekten permakültür, dDoğal tarım yöntemleri, Google, Youtube gibi kullanma kılavuzları dahi almıştık. Fena halde yanıldığımızı ise daha ilk haftamızda kamp ateşini yakmayı dahi beceremediğimizi fark edince anladık. Kendine yetme, doğa ile bağlarını koparmamış olma gibi kavramlar meğersem şarkın şavkındaki kentlerde yaşayanlar için dahi büyük bir yanılgıymış.

.

Kırdaki canlılar asfalt, beton ve numunelik parklardan oluşmuş gemideki canlılar gibi değildiler. Her tarafta sürünen, durup antenlerini temizleyen, dört ayaküstünde yürüyen, kanat çırpan, tırmanan hayvanlarla doluydu. Bu durum bizim için zorlu kentte evine fare girdi diye eczane eczane fak ve zehir arayan, çekirge görünce çığlığı basan dost ve arkadaşlarımız içinse dehşet vericiydi. Kentte yaşamadığımıza göre yediklerimizi biz üretmeli, tükettiklerimizi biz temizlemeli ve de dönüştürmeliydik. Permakültürle bitki yetiştirme denememiz başarısızlıkla sonuçlanınca bir şeyleri yanlış yaptığımızı düşünüp yanımızda getirdiğimiz kılavuzları yere çalıp daha çok köylülere danışmaya başladık. Tuhaf olan köylülerin ilaçsız, fenni gübresiz bitki yetiştirme, doğal malzemeden ev yapma bilgilerinin bölük pörçük ve yetersiz oluşuydu. Kıra yerleştiğimiz için aklımızı yitirdiğimizi düşünüyorlar, topraktan ev yapma isteğimizle dalga geçiyorlardı. Birbirlerine kapalı olan demir kapıları vardı televizyonları ise her daim açıktı. Bizim için asıl yıkıcı olan ise uzun süreden beri ilişkilerimizi kanunlar, yönetmelikler, kurumlar, ekranlar, telefonlar, mesajlar, paravanlar, duvarlar, apartmanlar, kapılar, mail, Facebook, Twitter, vasıtasıyla kurmuş olduğumuzun farkına varınca hissettiklerimizdi. Tüm dünyada kurulan eko-köylerin sadece yüzde beşinin başarılı olmasının temel nedeninin iletişim sorunlarından kaynaklanmasını çok iyi anladık. Kısacası çok sayın azimli okuyucu insanlığın beslenme, barınma, kendine yetebilme, iletişim kurma gibi kadim bilgileri unutması için illa uzay mekiğinde yedi nesil yolculuk yapması gerekmiyormuş. Sihirbaz numarasını yaparken dikkatimizi yine başka bir yere çekmiş. Kimimizin yaşam gailesi, iş, aş, barınak sahibi olma telaşı, televizyon, internetle keyiflenme meşgalesi; kimimizin ise yurtseverlik, insanperverlik, politika, savaş karşıtlığı gibi binbir dert ile uğraşırken şimdilerde neo liberalizm ismiyle anılan makine, sinsice bizi kendisine bağlamış.

Tüm bunlara rağmen yürekli okuyucum yazımı kötü sonla bitirmeye niyetim yok. Ev yapım süreci birkaç cümleyle yazılacak bir şey değil ama hiçbir deneyimimiz olmadan kendi evlerimizi –biri pembe panjurlu ağaç ev olmak üzere iki, hatta yıkıp tekrar yaptığımız evi sayarsak üç ev- inşa etmeyi başardık. En başından söyleyeyim çok yorucu bir süreç oldu. Başlangıçtaki acemilikler zamanla azaldı. Kaybettiğimiz beceriler, unuttuğumuz kadim bilgiler inatla ve de deneye yanıla çalışmaya devam ettikçe ellerimizin güçlü hafızası sayesinde geri gelmeye başladı. Sevgiliyle toprak kararken, çocuğumuzla eşya taşırken, bostandan sebze toplarken, geceleri ellerimizle ördüğümüz toprak duvara oturup yıldızları izlerken, sevgiliyle, oğulla, arkadaşla, yuvayla, toprakla, ağaçla, otla, domatesle, yanı başımızdan akıp giden yılanla bir kemiğin başka bir kemiğe tutunması benzeyen betondan bir kürede, gemide ya da boşlukta olmadığımızı hissettiren yaşamsal ağlar yeniden oluşmaya başladı. Bağlar diyorum aziz okuyucum. Henüz gezegene yeniden yerleşmek konusunda acemi olsak da bağlanarak başlamak iyi bir şeydir.

*Başlığa bir sayısını ekledim. Belki ev yapımı ve kıra yerleşme hakkında ikincisi ve de üçüncü bir yazı da olabilir diye…

** Ursula K. Le Guin ‘Dünyanın Doğum Günü’ Metis (Her ne kadar bu konuyla ilgili bir kaynağa rastlamadımsa da büyük ihtimaller Pixar film Wall-E animasyon filminde Ursula'nın Kayıp Cennetler öyküsünden etkilendiğini düşünüyorum.)