Katil Althusser, pedofili Sartre, Nazi Heidegger!

Etik ya bugüne dairdir ya da “tarihsel olan”da sistematik olana: Athusser’in eşini öldürmesi, Sartre ve Beauvoir’nın her türden cinselliği, Rousseau’nun babalığı, Heidegger’in Nazi yanlılığı ve hatta Hamilton Fish’in ya da Carl Panzram’ın acımasız birer seri katil olması, etik birer mesele değildir.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Sıklıkla, −bugünkü etik kırılganlığımız ve mahcubiyetimizin “makûl” bir neticesi olarak da− “tarihsel olan”ı etik bir değerlendirmeye tabi tutma ve etik yargılarımızı tarihselin üzerinde sallandırma hatasına düşeriz. Söz gelimi Louis Althusser’i pek sevgili eşini öldürmüş olmakla, Martin Heidegger’i Nazi yanlısı olmakla, Jean-Jacques Rousseau’yu kötü bir baba olmakla ya da −bugün pek az dillendiriliyor olsa bile− Jean-Paul Sartre’ı ve Simone de Beauvoir’yı çocuk cinselliğine ılımlı olmakla ve karmaşık bir ilişki ağı oluşturmakla (bkz. Bianca Lamblin hadisesi) yargılarken buluruz kendimizi. Ya da belki çok daha haklı olduğumuzu düşünerek, seri katiller Albert Hamilton Fish’i, Carl Panzram’ı veya Jeffrey Dahmer’i insanları öldürmüş ve onlara işkence etmiş olmaları sebebiyle – yâhût hiç değilse, (inanışlardan ileri gelen) ahlâki konumumuz gereği; Sergey Yesenin’i, Stefan Zweig’ı veya Virginia Woolf’ü kendi canlarına kıymış olmaları sebebiyle ya da Arthur Rimbaud’yu, Oscar Wilde’ı ve Michel Foucault’yu eşcinsel olmaları sebebiyle etik yargılarımızla karşı karşıya bırakabiliriz – her ne kadar bunlar, bugün dahi ahlâkî problemler olmasalar da. Gel gelelim etiğin alâkası, −olması gerektiği şekilde− bugünkü eylemlerimiz ve bugünkü söylemlerimize yönelmiştir. Demem o ki, Louis Althusser’in eşini öldüren bir katil oluşu, Martin Heidegger’in Nazi yanlılığı, Jean-Jacques Rousseau’nun kötü babalığı ya da tüm diğer şeyler; “tarihsel olan”da, estetiğin, politiğin ya da trajedinin konusudur. Yani şu türden tümceler kurmaya, bugün için pek hakkımız yoktur: “Heidegger yirminci asır felsefesinin en önemli isimlerinden birisiydi fakat o bir Nazi yanlısıydı!”, “Althusser, Hegel’i ve Marx’ı yerli yerinde anlayabilen tek yirminci yüzyıl filozofuydu fakat o eşini öldürdü!” ya da “Jean-Jacques Rousseau, Fransız Devrimi’nin düşünsel öncüsüydü fakat o çocuklarını terk etti!”

Öte taraftan, “tarihsel olan” için etiği devre dışı bırakma önerisinin önemli bir lüksü elimizden aldığını ve bugünkü etik kırılganlığımız ve mahcubiyetimizin neyi incitmeye yöneleceğine dair tuhaf bir soruyu ortaya attığını söylemek de mümkündür. Elbette bugünkü faşizme yönelmekte çekinen ve onu hedef almaktan geri duran “ihtiyatlı” öfkemiz –söz gelimi Estonya’da ya da Lichtenstein’da ve zinhar Türkiye’de değil−, Martin Heidegger’e ve hatta faşizmin kaynağı olan Adolf Hitler’e yöneldiğinde; kendi faşistimizin yüzüne söyleyemediğimiz o muhrip hakikati, fısıltıyla dahi olsa söylemiş olmanın sahte tatminini yaşarız. Ya da bugün eşini öldüren “sıradan” ve “oluşturulmuş” bir erkeğe yâhût bir istismarcıya yöneltemediğimiz şiddet, Louis Althusser’e, Jean-Paul Sartre’a ya da Simone de Beauvoir’ya yönelerek kendi varlığının amacına ulaştığı zannına kapılır. Bu ve buna benzer şekilde birçok şey için etik yargılarımızı “tarihsel olan” üzerinde sallandırır ve bugünkü refahımızı böylelikle muhafaza ederiz. Oysaki bu yaptığımız, bir açıdan korkaklıktır ve bir açıdan ise hakikati saptırmaktır. Nasıl ki bir filozofu, yalnızca etik gerekçelerle şerefyâb edip onun felsefesini yüceltmek mümkün ya da meşru değilse; tam aksi şekilde de, bir filozofu etik gerekçelerle aşağılayıp onun felsefesini küçümsemek ya da yok saymak da mümkün ya da meşru değildir. Hakikate sadık kalmanın koşulu, “tarihsel olan”ın üzerinde etik yargılarımızı sallandırmamaktır. Ve bu ayrıca, bugün ile yüzleşebilmemizin de öncelikli koşulu sayılmalıdır.

Şimdi odağımızı biraz kaydıralım ve René Descartes’a ve Immanuel Kant’a dikkat kesilelim. Descartes ve Kant ile vereceğim örneğin, yukarıda tartışmaya açtığım etik konuyu daha açık-seçik hâle getireceğini sanıyorum – ya da belki tam aksi şekilde, daha da içinden çıkılamaz bir hâle getirecektir. Birkaç hafta evvelki yazımda (Hayvan Felsefesi ve Hayvan Hakları Paradigması) Descartes ve Kant’ın hayvanlar hakkındaki görüşlerine yer vermiştim. Kabaca tekrar etmek gerekse, Descartes hayvanları ruhtan yoksun birer otomat olarak tasarlamış ve Kant ise biraz daha insaflı şekilde hayvanları özbilinçten yoksun varlıklar olarak düşünmüştü. Bu teorik yaklaşımın pratik karşılığı ise, hayvanları birer denek ya da birer kadavra olarak kullanmaktı – ki Descartes bundan asla geri durmamıştı. Burada aklı ve aklî yetenekleri merkeze alan ve acı çekiyor olmayı ıskalayan bir tutum söz konusuydu. Bu etik bir mesele midir; pekâlâ öyledir – ve hayır çelişmiyorum. Bu tutumun yukarıda bahsi geçen tutumlardan farkı, sistematik olarak “kötü” bir şey öneriyor olmasıdır. Descartes ve Kant –bile-isteye− hayvanların denekleştirilip kadavralaştırılmasını meşru kılacak ve onların “birer varlık olarak saygınlığı”nı yok sayacak bir felsefî konumu benimserler. Burada açıklığa kavuşan şey ise; etiğin, bugünün eylemleri ve söylemleri dışında, “tarihsel olan”da “sistematik” bir pratiği de konu edinebileceğidir. Martin Heidegger’in Nazi yanlısı olmasının, −açık ya da kapalı şekilde bir ırkçılığı salık vermesi nedeni ile− buraya dâhil edilip edilemeyeceği konusu ise tartışmaya açıktır – ki ben edilemeyeceğini düşünenlerden olacağım ve tam aksi fikirleri de önemseyeceğim.

Şu halde etik; ya bugüne dairdir ya da “tarihsel olan”da sistematik olana: Athusser’in eşini öldürmesi, Sartre ve Beauvoir’nın her türden cinselliği, Rousseau’nun babalığı, Heidegger’in Nazi yanlılığı ve hatta Hamilton Fish’in ya da Carl Panzram’ın acımasız birer seri katil olması, etik birer mesele değildir. Dahası ise; etik, tarihin içinde aylakadım süzülürken, gelişigüzel savurabileceğimiz bir yargı kılıcı yâhût yersiz-yurtsuz “fakat”larımızın meşru tamamlayıcısı değildir.

Hölderlin yurdunuz, Tagore göğünüz,

Camus yâr ve Nietzsche yardımcınız olsun.