Şengal Katliamı'nın tanıkları anlatıyor 1: Ezidi kadınlar saçlarını kesiyor

“Biz Ezidiler'de kadınlar hep uzun saçlı olur. Ancak yastayken ya da çok kızarsak bize ağır gelen olguyu protesto etmek adına saçlarımızı kesiveririz.”

Google Haberlere Abone ol

Ruken Hatun Turhallı*

IŞİD 3 Ağustos 2014'te Ezidilerin yoğunluklu olarak yaşadığı Irak'ın Musul kenti yakınlarındaki Şengal bölgesine saldırdı. Kent ve civarında yaşayan on binlerce Ezidi, örgütün eline düşmemek için yollara düşmüş, Sincar Dağı'na sığınan onlarca çocuk, yaşlı ve hasta, susuzluktan ve sıcaktan hayatını kaybetmişti. Şengal saldırısında yaklaşık 5 bin Ezidi'yi katleden örgüt, binlerce kadın ve çocuğu da esir aldı.

Alıkoyduğu genç kadın ve çocukları seks kölesi olarak kullanan örgütün kaçırdığı bazı insanlardan ise hâlâ haber alınamıyor.

O günden bu yana dört tarafa dağılmış çocuklarına ulaşmaya çalışan acılı aileler, kıt kanaat imkanlarla “Ağustos Fermanı” dedikleri Ezidi Jenosidi'nin kanayan yaralarını sarmaya çalışıyorlar.

Geçtiğimiz aylarda Alman İnsan Hakları Kurumu ISHR’nin (International Society for Human Rights German Section) Şengal'e yardım amaçlı düzenlediği bir geziye bağımsız gazeteci olarak katıldım.

Yıllarca Kürt kadın hareketinde aktif olarak yer almış, bu alanda değişik yazılar yazmış ve araştırmalar yapmış biri olarak, Şengal kadınlarının yaşadığı trajediyi çok merak ediyordum. Bu gezi sayesinde ilk kez Ezidi halkının yaşadığı yürek yakıcı felaketin boyutlarını görme imkanım oldu. Fırsat buldukça not etmeye çalıştığım tanıklıkları burada sizlerle paylaşıyorum.

Ezidi kadınlar

İLK DURAK XANKE KÖYÜ

ISHR yöneticisi bir Alman kadın ve beraberindeki Kuzey Kürdistanlı Ezidi erkek gönüllü ile Hewler Havaalanı'nda buluşmanın ardından rehberimiz Şeyh ile beraber Duhok'a yakın Xanke köyüne hareket ediyoruz.

Beş binin üzerindeki nüfusuyla köyden ziyade küçük bir şehri andıran bu kasaba Saddam rejiminin 1970’lerde KDP peşmergelerini kontrol etmek amacıyla kurduğu toplu köylerden biri.

EZİDİ ŞEYHİNİN EVİNE KONUK OLUYORUZ

Dış cephesine dokunulmamış evin yeni sıvanmış kapı ve pencereleri dikkatimizi çekiyor. Şeyh'in aktardığına göre evin Ezidi sahibi, yarı inşaat halindeki yapıya kapı ve pencereler takarak soykırımdan kaçıp evi köye sığınan akrabalarına tahsis etmiş.

Köyde belirgin olarak hissedilen Ezidi dayanışmasının tek örneği bu ev değil. Xanke'deki ailelerin hemen hemen tümü evlerini Ağustos 2014 fermanıyla IŞİD’ten kaçıp kurtulmayı başaran Şengal mağdurlarına açmışlar. Ezidi köylüler öz imkanlarıyla katliamdan kaçan ailelere yardım etmiş, onları bağırlarına basmışlar.

Ezidiler’e yardım elini uzatan Alman yardım kuruluşu yardımları aracı olmaksızın gerçek mağdurlara ulaştırmayı tercih etmiş. Ezidilerin cemaat halinde yaşadığını bildiklerinden bunun sadece bir Ezidi şeyhi aracılığı ile mümkün olabileceğine karar vermiş.

Kurumun imkanları kısıtlı olduğundan tüm mağdurlara değil de imkanları dahilinde özellikle IŞİD’in elinden alınan kadınlara ve çocuklara yardım etmeye çalışıyorlar.

Geceyi Ezidi şeyhinin evinde geçiriyoruz. Normal zamanlarda cemaatin diğer üyelerine nazaran daha varlıklı olması beklenen aile, son derece kısıtlı imkanlarla yaşamını sürdürmeye çalışıyor.

Şeyh ihtiyaç sahiplerini daha evvelden tespit ederek kuruluşa iletmiş. Listede kampta yaşamayan ama kuruluşun kriterlerine göre mağdur sayılabilecek kadın ve çocuklar da var. Bunlar şeyhin evine davet edilerek kurumla görüşmeleri sağlanıyor.

Gelenler, çoğunlukla kadın ve küçük yaşlardaki Ezidi kızları. Alman gönüllü mağdurların kısa hikayelerini not edip zarf içinde 50'şer bin dinar (40 dolara denk) yardımları tek tek dağıtıyor. Bu cüzi miktar, ailelerin bir haftalık yiyecek masraflarını karşılamaya dahi yetmiyor. Örneğin bir kilo et almak için verilen yardımın yarısından fazlasını gözden çıkarmak gerekiyor.

Bazı mağdurlar, çaresizlik içinde miktarın azlığına itiraz ediyor. “Çocukların ve yetimlerin ihtiyacına nasıl yetişeceğiz?” diye soruyorlar. “Çocuklar bir lokma et yemeyeli aylar oluyor.”

Ancak bu cuzi miktar Almanya merkezli kurum için oldukça önemli olacak ki Doğu Almanyalı kurum yöneticisi, bazen zarfa konulmadan ellerine verilen 50 binlik Irak dinarlarını objektife uzatarak mağdurlarla fotoğraf çekiyor.

Veren el fotoğraf objektifine gülümsüyor, memnun… Alan ise son derece mahzun…

Yardımın alınma ve verilme biçiminde mağduru insan olma durumunun aşağılarına çeken bir dengesizlik var. Bu kadar az bir miktar için dahi, mağdurla resim çekilmesi bir Kürt olarak gururuma dokunuyor.

Gururun bir Ortadoğulu için her şey olduğunu düşünürken “İnsan onurunun dokunulmaz olduğu” cümlesinin, Alman Anayasası'nın ilk maddesi olduğunu hatırlayıveriyorum birden. Nedense, Anayasa’da yazan süslü cümlelere rağmen Almanlar yardımı fotoğraflamayı tercih ediyorlar, Ortadoğulular ise ailenin onurunu kırmamak için yardımın gizliliğini önemsiyor.

Uzun yıllar Almanya’da yaşadığımdan fotoğrafın ardındaki gerçek durumu tahmin edebiliyorum. Büyük ihtimalle bu fotoğraflar kurumun değerlendirme raporunda, yardımın ihtiyaç sahiplerine ulaştığını belgelemek amacıyla kullanılacak. Bir kısmı ise ofset baskılarda katlanılabilir broşürlere basılacak, süslü kadın ve erkelerin katıldığı bol demeçli toplantılarda yardım yapan bireylere dağıtılacaklar. Yardımseverler, uzak diyarlarda ismini bilmedikleri insanlara yaptıkları yardımdan gurur duyacak ve sevinecekler.

Beklentiler ve gerçeklik arasındaki uçurum, Ezidiler’in insanlık durumu bu bir haftalık gezide en zorlandığım konulardan biri oluyor. Yardım kuruluşunun bu kasvetli iyilik perisi havasından kendimi kurtarma ihtiyacı hissediyor ve soluğu daha çok halkın içine karışmakta buluyorum.

Mağdurlarla aynı dili konuşmanın bir avantajı var. Kürtçe sayesinde Ezidi kadınlarla diyaloğumu derinleştirme olanağı buluyorum.

Gördüklerimi, görüştüklerimin konuşmalarını imkan buldukça not etmeye çalışıyorum. Yaşananlar, tanıklıklar o kadar ağır ki bazen not defterimi kapatıp onlarla hıçkıra hıçkıra ağlıyorum. Sonra hep beraber derin derin nefes alıyoruz, onlar anlatıyor, ben yeniden yazmaya başlıyorum.

DOKUZ ÇOCUĞU ESİR DÜŞEN VE EŞİ KATLEDİLEN GEWRE

Aktaracağım ilk trajedi şeyhin evine gelen iki IŞİD mağduru kadına ait. Bu kadınlardan birinin adı Gewrê, daha yaşlı görünen ötekisi ise Xanza.

IŞİD’in Şengal’e saldırdığı 3 Ağustos 2014 gecesi Gewrê, kızının Zorava'daki evinde misafirmiş. Gewrê o gece eşi ve dokuz çocuğu ile beraber örgüte esir düşmemiş. Çünkü kendisi kızının evinde katledilen damadının yasını tutuyormuş. Gewre karnındaki doğmamış bebeği ile IŞİD saldırısından kurtulabilmiş. Ancak eşi ve dokuz çocuğu bu kadar şanslı olamamışlar.

Görüştüğümüz bütün Ezidi anaları gibi Gewrê’nin de elinde iki ayrı demet halinde kimlikler vardı. Bir elinde IŞİD’in hâlâ esir tuttuğu çocuklarının ötekinde ise IŞİD'den kaçıp kurtulabilenlerin kimliklerini tutuyor.

Kurtulanları gösterirken gözlerinin içi parlıyor ve gülümseme ışıkları doluyor hüzünlü yüzünde. Esir kalan, haber alınamayan çocuklarını anlatığında ise göz yaşlarına boğuluyor, nefesi kesilir gibi oluyor.

Hıçkırıklar içinde konuşmasına devam ediyor. Çocukların esir düşerkenki yaşlarını teker teker söylüyor ve şimdi bu kadar yaşında olsalar gerek diye ekliyor sonra.

Gewrê DAEŞ’in esir aldığı çocuklarından büsbütün de habersiz kalmamış. Ayrı geçen yıllar boyunca çocuklarıyla aynı yerlerde esir kalanlardan kaçıp kurtulanlar çocuklarından haber getirmişler.

Gewre’nin elinde yakın akrabanın düğününde çektikleri toplu bir aile fotoğrafı var. IŞİD öncesi zamanlardan kalma bu mutlu aile resminden tek tek çocuklarını gösteriyor. Gözyaşları içinde, “İyi ki ailecek o düğüne katılmış ve bu fotoğrafı çekmişiz.” diyor. Gözleri sürekli fotoğrafa takılı “Yoksa onlardan geriye hiçbir şey kalmayacaktı” diye ekliyor.

Fotoğraftaki kızlarından birini bana gösteriyor. “Bu kızım Ş. kaçırıldığında henüz 14 yaşındaydı. IŞİD'li onu esir aldığında üstüne gaz dökerek kendini yakmaya çalışmış. Ancak ne yapmışsa da kurtulamamış!” diyerek gözyaşlarına boğuluyor.

BİR EZİDİ GELENEĞİ: KADINLAR SAÇLARINI KESİYOR

Hâlâ IŞİD'in elinde bulunan, protesto için saçını kesen Ezidi kadın

Gewrê devam ediyor. “Biz Ezidiler'de kadınlar hep uzun saçlı olur. Ancak yastayken ya da çok kızarsak bize ağır gelen olguyu protesto etmek adına saçlarımızı kesiveririz.” IŞİD'li kızıma ilk tecavüze kalkıştığında, kızım saçlarını kökten kesmiş. Saçlarını kesince IŞİD'li kızıma daha çok işkence yapmış. Onu yara bere içinde bırakmış.”

Kaçırılan öteki kızı Şehri'ye de çok eziyet ettiklerini söylüyor. Küçücük kızı para karşılığında sayısız kişilere, yaşlı başlı adamlara defalarca satmışlar. Şehri satıldığı her yerde köle olarak çalıştırılmış. Birkaç kadının ancak yapabildiği işleri tek başına yapmak zorunda bırakılmış. Şehri’ye günde onlarca kez çok uzak mesafelerden 25 litreden fazla su taşıtmışlar. Her gün onlarca kişi için tandırlarda ekmek pişirmek, büyük gruplar için yemek yapmak zorunda bırakılmış. Gün doğumundan gün batımına değin köle olarak çalıştırmışlar kızını.

Şehri Rojava'da YPG'liler tarafından kurtarıldıktan sonra ancak bir hafta yaşayabilmiş. “Yaptıkları eziyetten dolayı kızımın kalp damarları iflas etmişti.” diyor Gewrê. “Duhok Hastahanesi'nde bir hafta sonra yaşama veda etti. Henüz kurtulmasına doğru dürüst sevinemeden cenazesini aldım.”diyor.

BEŞ YAŞINDA ESİR ÇOCUK

Gevre ve kızı

Gewrê şu an dokuz yaşında olan yanındaki kızı I’yla da konuşmamı istiyor. I. Ağustos 2014’te kaçırıldığında henüz beş yaşındaymış. IŞİD’li Türkmen bir aile onu yanına köle olarak almış. “Çocuk bu aileden Türkçe öğrenmiş, istersen onunla Türkçe konuş.” diyor bana. “I.'ya dönerek gülümsüyor ve Türkçe, “Gelsene buraya!” diye sesleniyorum. Bunu duyar duymaz çocukcağızı bir titreme alıyor. Gözleri fal taşı gibi açılıyor ve korkudan donmuş halde gerisin geriye benden uzaklaşmaya çalışıyor. Türkçenin onun aklında IŞİD ve kölelik günlerinin dili olarak kaldığını anlıyorum. Korkmamasını, Tûrkmen değil, Kürt olduğumu, tıpkı onun gibi sonradan Türkçeyi öğrendiğimi sarılarak öperek anlatmaya çalışıyorum. Bir müddet sonra güvenilecek biri olduğuma karar veriyor küçük I ve anlatmaya başlıyor.

I., Türkmen Nesrin'in evinde kalırken kadın her gece bütün ailenin uyuduğu yer yataklarını ona serdirip sabah da ona toplatırmış. Evin tüm bulaşıklarını ona yıkatır, çocuklarını ona baktırırmış. Küçük I. Nesrin’in çocuklarını hep kucağında taşırmış.

Bir gün dayanamamış o da Nesrin'in çocuklarının oyuncaklarıyla oynamak istemiş. Oynarken elindeki oyuncak bozuluvermiş. Bunun üzerine Nesrin ısıttığı çatalla göz kapaklarını yakarak cezalandırmış onu. O günden sonra I. bir daha Nesrin’in çocukların oyuncaklarına dokunamamış.

Telafer düşmeden evvel Nesrin onu da yanına alarak ailesiyle beraber Ankara'ya kaçmış. Ankara'da uzun bir süre kaldıktan sonra, Türk devleti onu Nesrin’den alarak Bağdat'a teslim etmiş. Teslim ediş konusunda I.'nın anlattıklarında bir kesiklik var. Çocuk, nasıl Nesrin’den alınıp da Bağdat'a verildiğini bilmiyor.

Küçük I. IŞİD tarafından kaçırıldığında ismini ve soy ismini unutmamış. Bu sayede ailesine ulaşılabilindiği için çok şanslı. Fakat ya ismini bilmeyen ve kaçırıldıktan sonra ismi de dahil Kürtçe konuşmayı bile unutan binlerce Ezidi çocuk? Maalesef onların akıbetleri henüz bilinmiyor…

Parçalanan Ezidi ailelerin bir daha birleşemeyecek kayıp bir çocuklar kuşağı var. Nereden geldiğini, kim olduğunu bilmeyen savaş çocukları…

I. yanımızdan ayrılarak öteki küçük çocuklarla oynamaya başlıyor. Beş yaşında akranlarıyla oynama hakkı elinden alınmış çocuk, dört yıl sonra çocukluğuna kaldığı yerden başlamaya çalışıyor ama film kopuk. Kopan filmi onarmak, onu yeniden mutlu ve huzurlu bir çocuk haline getirmek dünya ve insanlığın omuzlarına yüklenmiş ağır bir vebal. Ancak, maalesef dünyanın gözü kulağı Ezidilerin yaşadığı büyük drama kapanmış. İnsanlık bu dramla ilgili tek tük kişileri öne çıkaran sınırlı medyatik çalışmalarla yetinmiş gözüküyor. İnsanlık Ezidilerin hikayesini tek tek göremediği gibi yok olmakla karşı karşıya olan bu halkın toplu akıbetini de görmekten, topluluğa karşı işlenen soykırım ve insanlık suçlarının faillerini bulup yargılamaktan aciz.

XANZA’NIN HİKAYESİ: KİRVELİK VE İHANET

Şeyhin evinde görüştüğüm diğer kadın ise Xanza. Kısa boylu, zayıf esmer bir kadın. Gerçekte 65 yaşında olsa da çökmüş görüntüsüyle çok daha yaşlı bir kadın izlenimi uyandırıyor. Derli toplu, sade konuşması dikkat çekiyor. IŞİD’in elinde esirken yaşadığı trajediyi arada bir espriler katarak da anlatması zaman zaman güldürüyor insanı.

Anlatıkları yakın tarihin bir özeti gibi. “Bize Emin Berakat Ailesi derler”diyerek başlıyor sözlerine. “Hardan köyündeniz. Eşim Irak-İran savaşında öldü. BAAS Partisi döneminde Irak yasalarına göre savaşta ölenlerin ailelerine 60 dönümlük toprak tazminat olarak tahsis edilirdi.” diyor. Eşinin ölümünden sonra iki kızı ile oğlu Emin'i Saddam’ın tahsis ettiği bu toprakları sürerek tek başına büyüttüğünü söylüyor.

“Biz Ezidiler’de ailenin devamı soyun sürdürücülüğü önemlidir. Bu nedenle erken yaşta oğlumu evlendirdim. Hem de iki eşle evlenmesini istedim ki çocukları çok olsun, soyumuz sürsün istedim”.

Bu evliliklerden yedisi kız, üçü erkek toplam on çocuğu olmuş oğlu Emin’in. “IŞİD saldırdığında tüm aile esir düştük” diyor.

Xanza’nın esaretle ile ilgili anlatıkları tüyler ürpertici. Esaretten kaçmayı başarmış torunlarıyla da konuşmak istiyorum. Ancak, “Onları bırak, benimle konuş ki bütün soruların cevap bulsun.” diyor. Anladığım kadarıyla bunu torunlarını koruma içgüdüsüyle yapıyor. Kısa bir süre sonra hepsini eve yolluyor ve anlatmaya devam ediyor.

“Saldırıdan önce, komşular ve çevredeki insanlarla ilişkilerimiz güzel ve sorunsuzdu. Evimizin kapısı, sofralarımız, herkese açıktı. Misafirimiz bol olur, çay, kahve ve ikramlar eksik olmazdı soframızda. Köyümüz Sunni Arap ve Ezidi Kürtler'den oluşuyordu. Yıllar içinde Sunni-Araplar'la dost ve kirve olmuştuk. Çok şeyler paylaşırdık. Biz Ezidiler'de “kirivoluk önemlidir. Kardeş gibi olursun kirvenle. Namusunu, malını gözünü kırpmadan teslim edersin ona. Çünkü kendin gibi bilirsin. Yıllarca bu Arap Sünnilerle bu kutsal kirvelik bağı ile ilişkilendik” diyor.

“IŞİD'in saldırıya geçtiği günlerde bir gün çok sayıda Arap-Sünni otomobilleriyle bizi ziyarete geldiler. Çay, kahve ikram ettik, misafirperverliğimizden bir şey eksik etmedik. Bize, 'Gitmeyin burada kalın. Size kimse karışamaz. Biz size kefiliz.' dediler. Biz de, 'içimiz rahat değil, gideceğiz' dedik. Otomobillerimize binip Sınuni Nahiyesi'ne doğru yola çıktık. Bizi yolda yakaladılar. Köyde kalan köylülerimizin yarısını orada, diğer yarısını Sınuni'ye yakın öldürdüler.

Bizi akşam saat 5’te aldılar ve Suriye Tıltemer'e götürdüler. Burada dokuz gün kaldıktan sonra, kızlarımızı, çocuklarımızı bizden ayırdılar ve bizi Koço köyü üzerinden Musul'a götürdüler. Koço köyüne vardığımızda toplu halde öldürülmüş cesetlerle karşılaştık. Üst üste yığılmış, güneşin altında bozulmuş, tanınmayacak haldeki bu cesetlerin çoğu Ezidi erkeklerine aitti. Yakaladıklarını toplu halde öldürmüşlerdi.

Sahipsiz çok sayıda köpek ortalıkta dolaşıyordu. Bunlar bazen ağızlarında ölü insan uzuvları, el, bacak ve muhtelif parçalarla gelir yanı başımızda yerlerdi. Bir defasında köpeğin ağzından bir insan eli aldım. Eli cebimdeki bez mendilime sardım ve toprağı eşeleyip gömdüm. Bu elde kocaman taşlı bir yüzük vardı. Altındı ve pahallı bir şey gibi görünüyordu. Yüzüğü parmağından çıkardım ve gücümün yettiği kadar uzaklara fırlattım. 'Sahibine hayır getirmemiş bu yüzük bana mı hayır getirecek?' dedim kendi kendime”.

"Bizi sonra Telafer'e götürdüler. Burada silah zoruyla Müslümanlaştırmaya çalıştılar. Bize bir öğretmeni hoca olarak vermişlerdi. Görevi bize namaz dersi vermekti.

Oradaki IŞİD sorumlularının isimleri Ebu Humud Ebu Hacer Ebu Somay’dı. Bizim tanıdığımız Mitilda Arap aşiretinin mensuplarıydı hepsi de. Telaferli Türkmenler'den de çok sayıda IŞİD sorumlusu vardı. Hacı Mehdi, Ebu Ali, Ebu Bakıl'dı adları.

Bunlar bize Kuran, namaz, sala ve şeyhlerin tarihi derslerini verirlerdi. Zorla namaz kıldırdıklarında içimden sessizce onlara küfür ederdim.

Zorla evlendirilen, 'cariye olarak' satılan kızlarımız onlara direniyor, boyun eğmiyorlardı. Bir gün bize, söylediklerini sesli sesli tekrarlamamızı istediler. Dediklerini yapmazsak ortamızda bomba patlatacaklarını söylediler. Bir keresinde gerçekten de patlattılar.

Emira ve Mahveri adlı iki kızı, aramızdan alıp saçlarından tutup dipçiklerle döverek zorla Suriye'ye götürdüler. Bu kızlardan hiçbir şekilde haber alamadık. Daha sonra bizi Koço köyüne köle olarak tarım yapalım diye yolladılar.

Bahardı, sular yükselmiş seller akıyordu. Baharın hırçın suları topluca öldürülen Ezidi cesetlerini sürükleyip kıyılara vuruyordu. Derelerin etrafı kafatası, kol, bacak ve insan uzuvlarıyla dolmuştu. Cesetlerin büyük bölümü Koço köyü sakinlerine aitti.

Köydeki bizi esir olarak çalıştıran sorumlu Huseyin Selo'ydu. O da bizim gibi bir Ezidi'ydi. Öldürülmemek için kızlarını IŞİD'e gönüllü vermiş, Müslüman olmayı seçmişti. Kendini onlara daha fazla kanıtlama ihtiyacı ile onlardan daha çok kötülük yapıyordu. Şengal'deki bir çatışmada öldürüldü.

Daha sonra IŞİD bir karar aldı, Ezidi yaşlılarını bıraktı. Torunum sekiz yaşındaki N.'yi de kendimle getirdim. 10 yaşındaki torunum E’yi hükümet IŞİD'den satın aldı. Öteki torunum 14 yaşındaki T’yi de bulup getirdiler. Torunum I. şu an 18 yaşında, o da kaçarak geldi. Torunum R’yi ise ben 7 bin dolara DAEŞ tan satın aldım.”diyor.

BİR GECEDE KOMŞULUKTAN DÜŞMANLIĞA GEÇİŞ

Xanke'de yağmur yağdığında hemen göletler oluşuyor ve sokaklar çamurdan geçilemez hale geliyor. Kamplara ziyaretimizi işte böyle yağmurlu çamurlu bir havada yaptık. Çadırlar Şengalli mültecilerle doluydu. Kampta IŞİD'den kurtulup kaçan bir genç kadın olduğunu duyduk. Kimseyle konuşmadığını, tümden içine kapandığını ve her daim siyah elbiseler giyindiğini söylediler.

Su göletleri üzerinden atlayarak, çamurlu yollardan geçerek genç kadının bulunduğu çadıra vardık. Genç kadın, bizi götüren rehberi tersleyerek, “Ben size buraya gelmeyin! demedim mi?” dedi.

Rehber onu konuşmaya ikna etmemi istedi. Onun ailesinden çekindiğinden bizimle rahat konuşamadığını fark ediyorum. Aile fertlerinin yüzünde derin bir çöküntü var. Üvey anne ile konuşup onu ikna ediyorum ve Bermal’le dışarı çıkıp konuşmaya başlıyoruz. İlkin hiçbir şey söylemiyor. Evet veya hayır cevapları dışında sorularıma hiçbir yanıt alamıyorum. Misafir olduğumuz çadıra varınca Bermal ile yalnız konuşma fırsatı buluyorum. Ona kendi hayatımdan söz ediyorum. Kuzey Kürdistan'dan, Diyarbakırlı olduğumu söylüyorum ve neden buralarda olduğumu anlatıyorum.

Bermal'in çehresinde birden gülücükler oluşuyor. Anlattıklarım ilgi çekici olacak ki bu kez o bana peş peşe sorular sormaya başlıyor. Arada odaya girip çıkanlar oluyor. Başkalarını gördüğünde Bermal’de aynı sessizlik ve somurtkanlık baş gösteriyor. Bermal IŞİD’in elinde esirken yaşadığı küçük düşürülmeyi ancak sessiz kalarak yenebileceğini düşünüyor. Böylece geçmiş şimdiki varlığına bulaşmayacak. Bermal özsaygısını sessiz kalarak koruyacağına inanıyor.

Bunu anlar anlamaz odaya başkalarının girmesini istemiyorum. "Neden hep bu siyah eski elbiseleri giyiyorsun? Bu yaşta yaşlı bir kadın gibi giyinmenin anlamı ne?" diye soruyorum. Bana, “annem IŞİD Fermanı’nda dağa ulaşabilen gruplardan birindeydi.” diyor. Annesi şeker hastasıymış, dağda yiyecek bir şey bulunmadığından orada ölmüş. "Annemin o şekilde ölmesi bana çok ağır geliyor. Benim IŞİD’e esir düşmem ve devamında yaşadıklarım çok ağır şeyler. Dediğiniz gibi giyinsem, mutlu davransam çevre bana anasının yasını bile tutamadı diyecek." diyor.

IŞİD’in esaretinden, ölümü göze alarak kaçıp kurtulan Bermal, çamur ve su göletleri içinde yağmur sızdıran bir çadırda yaşıyor. Üstelik çadırın etrafına örülü toplumsal değer yargıları, yaşamış olduklarını anlattığında ona yaşama hakkı tanımayacak. Öyle bir gerçekliği var Bermal’in ve ancak susarak yaşayabiliyor.

Toplumsal değer yargılarının ağır pençesi esaretten kurtulan Ezidi kızlarının üstünde karanlık, bir kafes gibi duruyor hâlâ. Uluslararası kurumlar bu kızların rehabilitasyonu için neden projeler geliştirmiyorlar? Bu çocukların sözde özgürlük koşullarında bile hâlâ özgürce soluk alamamalarına, yarınlarının karanlık bir kabus içinde yok olup gitmesine isyan ediyorum.

Bermal kulaklarımı söz söylemeye değer bulmuş ki devam ediyor anlatmaya. “Dokuz yaşında olan kardeşim H. ile dayımın evine bayram ziyaretine gitmiştik. Tank ,top, ağır silahlarla bu köye saldırdılar. Bulunduğumuz köy Ezidi ve Araplardan oluşan toplu bir köydü. BAAS tarafından 1975'lerde stratejik amaçlarla oluşturulan bu karma köylerin nüfusu çok kalabalıktır. Zamanla aramızda kirvelik bağları oluşmuştu. Arapların bazıları babamın yanında çalışırlardı. Evimize gelir, konuk olurlardı. IŞİD bize saldırdığında bunların tümü bir gecede IŞİD’in etrafında toplandılar ve IŞİD'li oldular.

Köyden bizi kaçırıp Beac'a, oradan da Şengal'e götürdüler. Yaşlıları bir tarafa genç kızları bir tarafa ayırdılar. Yaşlıların çoğunu öldürdüler. Bazı evli genç kadınları da kendilerine aldılar. Biz bekar genç kadınları döverek, saçlarımızdan çekerek zorla traktörlere bindirip, Telafer'e götürdüler. Burada büyük salonlara doldurdular. Güzel sarışın kadınları seçip kendilerine zorla aldılar. Esmer olanlara daha az rağbet vardı. Bizi seçmesinler diye bazen bulduğumuz çamur ve kiri yüzümüze sürer yüzümüzü kara yapardık.

Onlara direnemeyelim diye verdikleri suya dahi uyuşturucu katarlardı bazen.

Beni ilk 40 yaşındaki Suudi Husin Ebu Mustafa aldı. Arapçasından hiçbir şey anlamıyordum. Bizi 'cariye olarak' alan IŞİD'li erkekler aynı zamanda din hocalarımız oluyorlardı. Bizleri Müslümanlaştırma ödevleri vardı. Bu adama karşı çok direndim. Sonunda ellerimi ve ayaklarımı zincirledi, tecavüz etti. Bana hayvan gibi davranıyordu, her defasında ellerimi bağlayarak bana tecavüz ediyordu. Bazen operasyonlara gider, üç ay gelmezdi. Bir operasyonda bana öldüğü söylendi.

Sonra beni Baac’da babamın yanında çalışan ve beni tanıyan bir Arap aldı. Ailemi tanıdığı için beni fazla zorlamadı. Her gittiği çatışma alanlarına beni de götürürdü. Daha sonra beni kendisiyle Suriye'deki 'Minbiç'e götürdü.

Gittiğimiz köyün Minbiçli YPG Komutanı Feysal Ebu Leyla'nın köyü olduğu söyleniyordu. Ebu Leyla'nın kardeşi Yusuf bu köyde IŞİD tarafından vurulmuştu. Minbiç'te çatışmalar devam ederken, bizi Telafer'den tanıyan eski aile dostumuz benle kardeşimi YPG kontrol noktasına yakın bir yere getirip bıraktı. “Gidin onlara teslim olun.” dedi. Ben ve kardeşim bu şekilde YPG ye teslim olduk." diyor.

Rojava'da onları iyi karşıladıklarını, ailelerine vermek üzere Güney Kürdistan'a teslim ettiklerini söylüyor.

Bu kadar hayata kapalı olan bu genç kızın Feysal Ebu Leyla'dan bahsederken göz bebekleri parlıyor. Onu DEAŞ karanlığından kurtaranlara karşı manevi bir bağlılık ve sempati duyuyor.

KADIN ÖRGÜTLERİ-ULUSLARARASI KURUMLAR BU DRAMA DAHA NE KADAR SEYİRCİ KALACAK?

Bermal

Konuşmanın sonunda Bermal'ı kapkara yaşlı kadın elbiselerini terk etmeye ikna ediyoruz. Birlikte çarşıya gidip yeni elbiseler almayı kabul ediyor. Mağazaya ilk girdiğimizde isteksiz. Ancak mağazaya girip çıkan, sürgün edilmiş, kaçırılmış ve sonradan geri dönüp yaşamın akışına kendini bırakmış, yaşıtları Ezidi kadınlarını gördükçe Bermal’in utangaçlığı azalıyor. Ona siyah renkli herhangi bir şey almayı yasaklıyoruz.

Ayakkabı için girdiğimiz dükkanda pembe renkli alacalı çiçekli bir ayakkabı çok hoşuna gidiyor ve onu satın alıyoruz. Fakat arabaya kız kardeşinin yanına dönünce kararını değiştiriveriyor. Ayakkabıyı daha koyu bir rengiyle değiştireceğini söylüyor. Çünkü daha tutulması gereken yaslar var...

Bermal henüz 19 yaşında, acaba ömrünün daha kaç yıllını bu toplumsal yası tutmak için geçirecek? Bizler daha ne kadar Bermal'in bu yası tutmasına seyirci kalacağız?

Bermal’e elbise almaya evinde kaldığımız şeyhin kardeşi Nesrin'le birlikte çıkmıştık; arabayı o kullanıyor. Musul'da İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü son sınıf öğrencisi. Kendine güvenen, modern ve çok güzel bir Ezidi kadını. Arabayı Xanke yolunda sürerken Ezidi erkekleri, kadınları onu hayranlıkla izliyordu.

Nesrin'e döndüm, “Keşke senin gibi Ezidi kadınlarımız çok olsa ve bu toplumu değiştirip dönüştürebilseler.” dedim. Nesrin, “Biz Ezidiler ve kadınlarımız için 3 Ağustos 2014, bir milat oldu. Yaşama Ezidi Enfali öncesi ve sonrası diye bölerek bakıyoruz. Ben ve benim gibi birçok genç kadın Ferman öncesinde bu kadar serbest değildik. Biz Şengal'deyken kadınlarımız genelde içeri kapanır ve örtünürdü. Hatta uzun elbiseler giyerlerdi. Pantolon giyen bir kadın göremezdiniz. Kadınlar genelde okutulmazdı. Kadınları bırak erkeklerimiz de fazla okumazdı. Toplumsal baskı ve yaşlıların kaideleri geçerli kurallardı. Bu tabulara karşı çıkmak da zordu. 3 Ağustos 2014 Şengal Fermanı her şeyi kökten sarstı. Toplumsal düzen ve sistemimiz alt üst oldu. Geçmişin değer yargıları sarsıldı, yeni yeni değerler ortaya çıkmaya başladı.

Kadınlar YJŞ çatısı altında savaşan kadınları gördüler. Onların kadınlı erkekli IŞİD'e karşı savaşımlarına tanık oldular. Onları görmek, cesaretlerine tanık olmak kendilerine de özgüven aşıladı.

Çarşıda yürürken Ezidi Kürt kadınlarının güzelliği dikkatimi çekiyor. Hepsi moda halinde saçlarını uzatıp tam başlarının üstünde tepeden topuz yapmışlar. Hemen hemen hepsi saçlarını sarı ve tonlarda boyamış, çoğu streç pantolon giyiyor. Güzel giyinmeye çalışarak yaşama sevinçleri ile Ezidi Jenosidi'nin etkilerini inatla üzerlerinden atmaya çalışıyorlar. Okulun dağılma saatlerinde öğrenciler okuldan kamplardaki evlerine doğru yol alırken çok modern görünüyorlar.

* İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu olan yazar 1991 yılında Yeni Ülke gazetesinde gazeteciliğe başladı. 1991'de kurulan Yurtsever Kadınlar Derneği’nin kurucuları arasında yer aldı. Uzun yıllar Avrupa ve Ortadoğu’da kadın hakları savunuculuğu yaptı. Kürt kadınlarının yakın tarihiyle ile ilgili çalışmalarını sürdüren yazar Erbil’de serbest gazeteci olarak çalışmaktadır.

YARIN: ŞENGAL KATLİAMI'NIN TANIKLARI ANLATIYOR 2: '400 REHİNE ÖLDÜRÜLDÜ ÇÜNKÜ BİZ SAHİPSİZİZ'