'Bence senin algın bozulmuş'

Banyodaki büyük aynanın karşısına geçti. Buhardan yüzünü göremiyordu. Elini aynanın pürüzsüz yüzeyinde kaydırıp zeminde biçimsiz bir pencere açtı. Sadece kendinin duyduğu küçük bir çığlık atıp titreyen ellerini yüzünün olması gereken yere götürdü.

Google Haberlere Abone ol

Hanife Altuntaş

“Bence senin algın bozulmuş” diyor yan masadaki kadın karşısında oturan arkadaşına.

Uzun zamandır kulak misafiri olduğum bölük pörçük cümleler, kelimeler arasında benim için en dikkat çekeni de bu olmuştu işte.

Her şeyden önce çok dürüst bir tavır görmüştüm bu cümlenin arkasında. Ayrıca saptamayı yapan kadının algısal farkındalığa dair bir bilgisi olduğunu da gösteriyordu. Algısının bozulduğunu söylediği arkadaşını iyi tanıyor olmalıydı çünkü değişmeden ve bozulmadan önceki algısını biliyor olmasını gerektiriyordu kurduğu cümle.

Teşhisini yaptığı kadının algısı bozulmuştu.

Yakınlarının onda hep bildikleri, hep olageldiği bir bakışı vardı hayata ve hayatına dair. Kendini anlatırken de uzun ve kararlı cümleler kurabiliyordu. Dışardan kişilikli ve güçlü görünmesinin nedeni buydu belki de. Yaşamına hâkim ne istemediğini bilen biriydi.

Dostları ve düşmanları vardı. Bir görüşte karşısındaki insanı sevip sevmediğine karar verebilirdi. Tanıdığı birçok insandan daha iyi, daha akıllı, daha becerikli olduğunu ve bu nedenle daha iyi bir yaşamı ve mutluluğu hepsinden daha çok hak ettiğini düşünürdü.

Üniversite yıllarında psikoloji ve felsefeye kısa süreli ilgi duyduğu o birkaç ayda biraz Freud, biraz da Erich Fromm okumuştu. Evlenip hamile kaldığında da kişisel gelişim kitaplarını başucundan ayırmamıştı.

Belki de bunlar ama çokça hayat tecrübesi onu bu nihai bütünlük(!) duygusuna ulaştırmıştı.

“Bütünlük” ve “farkındalık”, hamileliğinin en sıkıntılı zamanlarında kısa sürelerle bile olsa kendini iyi hissetmesini sağlayan iki sihirli kavramdı. Ya da Osho’nun okuduğu tek kitabında öyle yazıyordu.

Aslında bu konularda çok derin düşünmeye zamanı olmamıştı ama nihayetinde eğitimli bir kadındı. Farkındalığın ne olduğunu ondan iyi kim bilebilirdi ki?

Farkındaydı işte, evli bir kadın olduğunun, yakında anne olacağının, hamilelik nedeniyle ara vermek zorunda olduğu iyi bir işinin, ortalamanın üzerinde bir gelirinin, evinin, arabasının, aynada gördüğü yüzünün, bedeninin, güzelliğinin farkındaydı işte.

Onu seven bir kocası vardı. Çocukluğunun, genç kızlığının en büyük hayali, bu uzun boylu, yakışıklı adam olarak karşısında duruyordu artık. Zengin bir ailenin biricik oğlu, kendi şirketi olan, hatırı sayılır malı mülküyle varlıklı bir ailenin gözbebeği. Ne kadar da şanslıydı ve evet bunun farkındaydı işte. Kocası elini tutar ve birlikte ultrason ekranına bakarlarken, doktorun “oğlunuz” müjdeli haberini aldığında bundan daha fazla mutlu olamayacağını düşünmüştü ya, işte tam o anda hissettiği şey de o hep bahsettikleri “bütünlük” duygusundan başka ne olabilirdi ki?

Daha dün, uzun bayram tatili için sevgili kocasının aylar öncesinde planladığı küçük bir Avrupa seyahatinden dönmüşlerdi. Artık yürümeye başlayan oğulları kah kucaklarında kah yanlarında küçük adımlarla gezmişlerdi en güzel Barok şehirlerin sokaklarında. İşyerindekilere ve kolejden beri ayrılmadığı kız arkadaşlarına anlatacak çok hikayesi vardı elbette ama, tatillerinin her karesini instagramda takipçileriyle çoktan paylaşmıştı bile. Ne güzel bir kadın ne kadar yakışıklı bir adam ne şirin bir çocuk...

Dönüş yorucuydu ama büyük ve pahalı eşyalarla döşenmiş evine vardığında artık tüm olumsuzlukları geride bırakmıştı. Uçakta uyumaya başlamış oğlunu yatağına yatırıp hızlıca duşa girmişti. Kocası yol yorgunluğunu alsın diye kendisi için bol buzlu bir viski hazırlarken o da sıcak suyla rahatlamış bedenini yumuşak bornozuna sardı. Banyodaki büyük aynanın karşısına geçti. Buhardan yüzünü göremiyordu. Elini aynanın pürüzsüz yüzeyinde kaydırıp zeminde biçimsiz bir pencere açtı. Sadece kendinin duyduğu küçük bir çığlık atıp titreyen ellerini yüzünün olması gereken yere götürdü.

Kocası banyoya geldiğinde yerde baygın halde yatarken buldu onu.

Sabah olduğunda rüyasız bir uykudan uyanmıştı.

Birkaç haftadır yaptığı o yeni diyetin üzerine bir de yolculuk yorgunluğu eklenmiş ve nihayetinde düşüp bayılmıştı işte. Hızlıca sabah kahvesini yudumlayan sevgili kocası sitem ve üzüntü karışık bir ses tonuyla böyle özetlemişti dün gece olanları.

Peki neden şimdi her şey tıpkı rüyasız geçen uykusu gibi geliyordu ona? En iyisi bugün işe gitmemek diye düşünürken telefon rehberinden en yakın arkadaşının numarasını çaldırmıştı bile. “Bi kahve içelim mi?”

Şehrin tam merkezinde olup da gürültünün en uzağında gibi hissedilen ve binaların arasına gizlenmiş gibi görünen kafeye geldiklerinde bulabildikleri tek masaya oturdular hemen. Yan masada elindeki deftere ara vermeden bir şeyler karalayan tuhaf kadının yanına...

Sıkça geldiği bu yer ve içtiği filtre kahvenin o tanıdık kokusunda, hep farkında olduğunu düşündüğü yaşamını hatırlamaya, ait olduğu yere dönmeye çalışırken, kolejden beri en yakın arkadaşı olan kadın kesin ve kendinden emin bir şekilde ona müjdeyi veriyordu.

“Bence senin algın bozulmuş.”