Türkiye'de polis ve işkence

Sonuç olarak Türkiye’de polis geçmişten bu yana geniş bir siyasal serbestlik ve döneme bağlı olarak kısmi bir hukuki koruma altında görev yapmışken artık hiçbir hukuki koruma söz konusu değildir. Bugünkü yasal mevzuat polisin görevini yürütürken her türlü özeni göstermesinin sadece kamu görevinin özelliği bakımından değil kendi geleceği bakımından da şart olduğu gerçeğini dayatmaktadır.

Google Haberlere Abone ol

Orhan Gazi Ertekin*

Polisin OHAL koşullarında hukuki yetki ve görev sınırlarını aştığına dair şikayetler giderek çoğalıyor. Emekli Hakim Perihan Pulat’a yapılan darp eyleminin görüntüleri bu şikayetlere çok somut bir örnek oluşturacak kadar ciddiyet arz ediyor. Buna ek olarak polisin gösteri ve protesto haklarına karşı her türden müdahalesinin ve buna ilişkin bilgi ve haberlerin kamuoyunun ilgi alanının dışında tutulması çabası da hak ve hukukumuzun çiğnenmesini kolaylaştırır bir etki yaratıyor. OHAL uygulamalarının hak ve özgürlüklerin ihlalini de aşarak gerçek bir toplumsal buhran aşamasına geldiğine dair gelişmelere her geçen gün daha fazla şahit oluyoruz. Çok açıktır ki işkenceyi gündelik hayatının normal akışına yerleştiren ve onu kanıksayan bir toplumun herhangi bir insani değer geliştirebilmesi mümkün değil. Fakat meselenin toplumsal ve siyasal kapsamı bununla sınırlı değil ve  işkence ve kötü muamele Türkiye’de hukuk ve yargının kurumsal ve mevzuu sınırları da göz önüne alındığında bizzat görevli polisler açısından da olağanüstü riskleri gözükapalı üstlenmek anlamına geliyor. Mesele şu ki herhangi bir cinayet işleyebilir ve bu cinayetin riskini belirli bir süre üstlenip zamanaşımı dolduğunda “rahatlayabilir”siniz! Ama Türkiye’nin TCK 94. maddesi başta olmak üzere kanunları ve uluslararası antlaşmalar göz önüne alındığında yurttaşa hakaret, tehdit, darp ve bütün bunları kapsamak üzere işkence suçu işleyen herhangi bir kamu personeli 50 yıl sonra da yargılanmaktan kaçamaz! Hukuk ve yasalar açık ve pek açıktır.

Sorun şu; Türkiye tarihinde bugüne kadar çok sık rastlandığı üzere polisin toplumsal ve siyasal 'serbest'liği ile hukuki 'yetki' sınırları arasında derin bir uçurum var ve bu durum polis de dahil kamu görevlilerinin değişen iktidarlar sürecinde, yaptıkları bütün eylemlerinden dolayı hayatları boyunca devam edecek bir huzursuzluk ve güvensizlik sorununu üstlenmesini de kaçınılmaz hale getiriyor. Sorun sadece hukuki ve ahlaki değil aynı zamanda polisi, bütün bir geleceğini tedirgin olarak yaşayacağı bir 'kumar'ın içine dalacak mantıksal düzeyden uzaklaştıran bir politik iklimin varlığı.

Daha açık söyleyeyim mi? Türkiye’de polis, iktidarların seyrüseferine bağlı olarak dönem dönem oldukça 'serbest' görev yaparken aynı esnada herhangi bir hakaret, tehdit veya buna benzer 'küçük suçlar' (pety crimes) söz konusu olduğunda bile 'işkence' suçundan yargılanabileceği bir hukuki mevzuat ile karşı karşıyadır. Dahası, bu suçlar bakımından zamanaşımı söz konusu bile değildir ve ağır cezalık bir suçtur. Şöyle bir örnek verirsem hukuki statü ve güncel siyasi durum arasındaki derin meseleyi daha kolay anlayabiliriz: Bundan otuz yıl ve hatta elli yıl sonra bile bir polis memuru sadece 'hakaret' eylemi nedeniyle bile ağır cezalık suçlardan olan 'işkence' suçuyla yargılanabilir…  Mevcut yasal mevzuat tam da budur…

TÜRKİYE POLİS TARİHİ

Türkiye’nin ‘olağan’ siyasi tarihi polislik mesleğini yürütenler açısından hep böyle trajik durumlarla yazılmıştır. Fakat güncel yasal mevzuat polisi bütün hayatı boyunca sürecek daha da ağır bir sorumluluğu üstlenmeye itmektedir. Türkiye polis tarihine şöyle bir bakalım:

'Türkiye Polis Tarihinden İzler' polislik mesleğinin “kamu” ile doğrudan tarihsel bağına ilişkin güçlü tezler vardır. Belirli bir politik coğrafya temelinde işletilen yurttaşlık ve haklar polisin varlık ve meşruiyetini belirler bu yaklaşıma göre. Türkiye polis tarihi ise bu tez açısından bir “makus talih” olarak okunabilir sadece. Türkiye polisi daha kuruluşundan itibaren suç tehdidine karşı korumaya ahdettiği haklara karşı suçun bir öznesi haline gelmiştir.

BURHAN VE ORHAN APAYDIN KARDEŞLER'İN TAVRI

“Filozof Rıza”nın Abdülhamid dönemindeki zaptiye nezareti anılarında gözlediği laçkalık ve kanunsuzluk sonraki süreçlerde de aynen devam etmiştir. Benzer tespitleri Ahmet Şerif’in “Anadolu’da Tanin” yazılarında rastlanabilir. Nurçin İleri hocanın makaleleri bize bu konuda ayrıntılı bilgiler de sunmaktadır. 1909 “Adana İğtişası”nda cinayet suçunun faillerinden birisi polis komiseridir ve önce korunur sonra harcanır. Bu konuda Meltem Toksöz hocanın makalesi okunmalıdır. Cumhuriyet polisi de pek farklı değildir. Siyasi muhaliflerin nefes aldırmamacasına takip edilmesi ve tüm siyasi haklardan mahrum bırakılmasında siyasi polisin büyük emeği vardır. Bu konudaki güzel mucizelerden birisi de 1930-40’lı yılların önemli siyasi polislerinden birisinin çocukları olan Burhan ve Orhan Apaydın kardeşlerin 1950-60’larda polis devleti uygulamalarına karşı hak temelli mücadeleler vererek kendi kökenleri ile hesaplaşmaya girişmeleridir.

1970 ve 1980’lerde ise işkence toplumsal kontrolün en yaygın aracına dönüşür. Sadece 12 Eylül koşullarında şimdilik tespit edilmiş 236 kişi işkenceden hayatını kaybeder. Bu dönemde polis ve asker sıkıyönetim komutanlığı karargahlarında birlikte işkenceli sorgulara katılırlar ve binlerce insan bu işkencelerden dolayı sakat kalmıştır. 82 Anayasası'na konulan geçici 15. maddenin 12 Eylül Referandumu'yla kaldırılmasıyla birlikte 1980’lerin işkenceleri sorgulama konusu yapılmış, fakat bir çoğu zamanaşımı nedeniyle takipsizlik kararına konu yapılmıştır. Halen polisler hakkındaki işkence davaları İHAM önünde beklemektedir.

Şimdi bir de güncel mevzuat ve TCK’ya bakalım: ARTIK ZAMANAŞIMI YOK! Bugün ise polis açısından yasal durum geçmişteki hukuki korumanın tam tersi bir hale gelmiş bir durumdadır. Dahası, Türkiye’nin yurttaşları, işkence suçunun tanımlanması bakımından dünyada eşi benzeri görülmemiş bir yasal koruma ile karşı karşıya bulunmaktadırlar. En azından ben araştırmalarımda henüz bu çapta vatandaş ve haklarını devlet görevlileri karşısında koruyan başka bir ülke mevzuatına rastlamadım. Uluslararası sözleşmeler ve Ülke Ceza Yasaları incelendiğinde işkence suçunun tanımlanmasında “bilgi alma” esas unsur olarak belirlenirken Türk Ceza Kanunu'nda kamu görevlisinin her türlü aşağılama ve fiziksel eylemi işkence olarak belirlenmiştir. Dahası eylemlerin yoğunluğu ve rutin hale gelmesi dahi işkence tanımında yer almamıştır. Bu şu demektir; Kamu görevlilerin vatandaşlara yönelik sadece müessir fiil vb. gibi fiziksel saldırı eylemleri değil aynı zamanda hakaret ve basit tehdit eylemleri dahi işkence kapsamındadır ve ağır cezalık suçlardan olarak değerlendirilmektedir. Bu suçların soruşturulması ve kovuşturulmasında herhangi bir zaman aşımı sınırı da yoktur. Yaşam ortalaması düşünüldüğünde 50 yıl sonrasının iktidar değişimlerine bağlı cezai soruşturmalar yapılabilir. Failleri yaşadıkları sürece yargılama mümkündür.

Sonuç olarak Türkiye’de polis geçmişten bu yana geniş bir siyasal serbestlik ve döneme bağlı olarak kısmi bir hukuki koruma altında görev yapmışken artık hiçbir hukuki koruma söz konusu değildir. Bugünkü yasal mevzuat polisin görevini yürütürken her türlü özeni göstermesinin sadece kamu görevinin özelliği bakımından değil kendi geleceği bakımından da şart olduğu gerçeğini dayatmaktadır. Bu hukuki mevzuat karşısında polisin olağanüstü bir özen yerine olağanüstü serbestlikte ısrar etmesi onu ve ailesini hayatları boyunca taşıyacakları bir lanetin yanında hayatları boyunca üstlenmek zorunda kalacakları bir ceza soruşturması ihtimali ile karşı karşıya bırakacaktır… Yasalar açıktır ve hukuk yurttaşlara bu garantiyi açık biçimde vermektedir...

*Yargıç

Etiketler polis işkence tck