Platon'un mağara benzetmesi ve Levent Gültekin'in adaylığı

Adaylık fikrinin kafasında oluşma merhalelerini hasbelkader takip etmeye gayret ettiğim Levent Gültekin Platon'un verdiği dersi almış görünmektedir. Gazetecilik ve siyasi tecrübelerini ikbal sağlayacak biçimde kullanıp kendine saklamamış, çoğunun yaptığı gibi içinde bulunduğu yapıyı her durumda onaylama kolaycılığına kapılmamıştır.

Google Haberlere Abone ol

Emrah Günok*

Platon'un mağara metaforu, onun ideal bir devleti ideal bir bireye, belki de ideal bir yurttaşa benzettiği Devlet diyaloğunun yedinci kitabında karşımızda çıkar. Felsefeyle az buçuk tanışıklığı olan herkesin haberdar olduğunu düşündüğüm bu benzetmeyi, bilmeyenler olabilir diye, en azından ana hatlarıyla vermeyi uygun görüyorum.

Söz konusu benzetme, görünüş ve gerçeklik arasındaki ayrımı belirginleştirmek suretiyle idealar kuramına kapı aralama işlevi görür. Burada dile getirilen temel sava göre biz insanlar gelip geçici, değişken, kimi zaman da tutarsız bir görünüşler dünyasında yaşamaktayızdır. Söz konusu görünüşlerin görünüşü oldukları gerçeklik ise tarafımızdan keşfedilmek üzere kuramsal bakışın kendisini ziyaret etmesini beklemektedir.

İçinde yaşamakta olduğumuz dünyanın bir görünüşler dünyası olması olgusunu iyice açık kılmak için Platon bir mağara düşünmemizi ister. İnsanlar bu mağaranın en büyük duvarına, yüzleri duvara, sırtları girişe dönük olacak biçimde zincirlenmişlerdir. Zincirlerinden dolayı kıpırdayamayan bu insanlar sadece duvara bakabilecekler ve bu nedenle de arkalarında yanmakta olan ama henüz görmedikleri bir ateşin yaydığı ışığın etkisiyle nesnelerin gölgelerini seyretmekle yetineceklerdir.

Bir gün gelip de bu insanlardan biri, o ya da bu sebeple zincirlerinden kurtulup arkasını dönmeyi başardığında, o güne kadar nesnelerin kendileri olduğunu düşündükleri şeylerin birer yansıma olduğunu fark edip şaşkınlığa kapılacaktır. Daha sonra yapılacak şey, yolu takip edip mağaranın çıkışını bulmak, son olarak da gün ışığına çıkıp nesnelerin kendilerini aslında oldukları gibi görmek olacaktır.

Hikaye buraya kadar epistemolojik bir anlama sahip olmaktan öteye gitmiyor gibi görünmektedir. İlave olarak, güneş altında şeylerin kendilerini seyretme şansına sahip olmuş kişinin geri dönüp gördükleri konusunda başkalarını da bilinçlendirme yükümlülüğü olduğunu hatırlatan paragraflar, benzetmenin politik boyutunu da öne çıkarır mahiyettedir. Kişi gördüklerini anlatarak arkadaşlarını kendisiyle beraber dışarı davet ettiğinde ne olur dersiniz? Zincirlenmiş olanlar, şaşırtıcı bir biçimde kendilerine müjdeli haberle gelmiş olan bu hevesliyi hayal görmek ya da yalan söylemekle suçlarlar. Hatta öyle bir an gelir, kitlenin tepesi öyle bir atıverir ki, kahramanımızı öldürme teşebbüsünde dahi bulunabilir. Bu noktada Platon önemli bir tespit yapmaktadır: Bilgi otorite ve gücün kaynağında durur ve de tartışıp düşünmeksizin ortak değerleri ve bakış açılarını paylaşmaya başlamış olan kalabalığın birlik duygusunu sekteye uğratır. Bölücülük kavramının temelleri burada atılmış olmalıdır. Bilmeye çalışmaktan başka bir şey yapmamış olan Atina'nın en büyük bölücüsü Sokrates ise, gençleri baştan ve dinden çıkartmak suçlamasıyla baldıran zehri içip ölmeye mahkum edilmiştir; o, Atina denilen mağaranın dışına çıkmaya tevessül etmekle kalmamış, mağaraya dönüp insanları eğitme sorumluluğundan da kaçmamıştır - tabii hiçbir vakit siyaset adamlığına soyunmamıştır, orası da ayrı konu.

Bu olaydan çıkarttığı dersin bir sonucu olarak Platon, entelektüelin yalnızca bilmek değil, aynı zamanda da yöneticilik yapmakla mükellef olduğunu iddia etmiştir. Kişi hayatı boyunca çalışmalı ve öğrenmeye gayret etmelidir, evet; ama bunu sadece kendine saklamak ve başkalarının kendi öğrendiklerinden yararlanmasına fırsat vermemek ahlaki bir duruş değildir. İyi eğitimliler, diye düşünür Platon, sıra kendilerine geldiğinde yönetme yükünü omuzlarına almalı, tefekkür hayatına bir süreliğine ara verip devletin başına geçmelidirler. Bir başka deyişle insanlar, bilimsel bilginin politik/toplumsal yaşama sirayet etmesinden sorumludurlar. Polisin ortak yaşamını daha erdemli bir toplumsallığa evriltmeye katkı sunmayan bilginin değeri yoktur.

Siyaseti bir geçim kapısı, yöneticiliği ise toplum mühendisliği yapıp servet edinmenin en iyi aracı olarak gören günümüz anlayışıyla Platon'un ortaya koyduğu anlayış arasındaki fark oldukça büyüktür. Adaylık fikrinin kafasında oluşma merhalelerini hasbelkader takip etmeye gayret ettiğim Levent Gültekin Platon'un verdiği dersi almış görünmektedir. Gazetecilik ve siyasi tecrübelerini ikbal sağlayacak biçimde kullanıp kendine saklamamış, çoğunun yaptığı gibi içinde bulunduğu yapıyı her durumda onaylama kolaycılığına kapılmamıştır. Katıldığı pek çok programda anlattıklarına bakılacak olursa (ki, bence bunlara inanmamak için herhangi bir neden varmış gibi görünmemektedir) içinde bulunduğu dinsel toplulukları mümkün olduğunca analiz etmiş, bunu yaparken de söz konusu cemaatlerle kendisi arasındaki çıkar ilişkisini göz önünde bulundurmayan nesnel bir tavırda ısrarcı olmuştur.

Gültekin'in katıldığı bu programları seyredip de duyduklarını takiye olarak değerlendirme eğilimi sergileyecek olanlara şunu hatırlatmak isterim ki, bahsi geçen kişi zamanında çok yanlış görüşlere kapıldığını itiraf etmiş bir şahsiyettir. "Ben yanlış yaptım evet, ve bunu da kabul ediyorum" diyen herhangi birine rastlamanın bu denli zor olduğu günümüzde, böyle bir itirafın güven verici bir etkisi olduğunu reddetmek kötü niyetle açıklanabilir ancak. Kendini masaya yatırma ve nesnel bir tavırla hatalarını konuşma konusu kılmanın takiyecilik, ya da en iyi ihtimalle zayıflıkla itham edildiği böyle bir siyasi anlayış atmosferinde Levent Gültekin'in aldığı risk, kendi ikbalinden çok demokratikleşmeye vermeyi arzu ettiği desteği açığa vurmaktadır.

Levent Gültekin gibi niceleri vardır ki, sahip oldukları bilgiyi tutmakta oldukları siyasi konumu tahkim etmekten başka bir işte kullanmazlar. Cumhurbaşkanı olmayı çok umursadığından değil de, Türkiye'nin mevcut koşullarında artık birinin bu işe kolları sıvaması gerektiğini idrak ettiğini söyleyen Gültekin şunu anlamış görünmektedir: İdeal bir demokraside bitmek tükenmek bilmeyen bir eleştirellik, asla tatmin edilemeyen bir muhalefet eksik olmamalıdır. Bir başka deyişle ideal demokrasi, kurulması hiçbir zaman mümkün olmayan demokrasidir. Demokrasiyi hazmetmiş bir siyasi topluluk, içinde fikirlerin çarpışmasına doğal bir yer verme ihtiyacı duyan topluluktur. Böyle bir toplumda herhangi bir bakış açısı, diğerlerinden daha demokratik olduğu vehmiyle iktidara taşınıp, orada ilanihaye tutulmaz. Halkın kendi kendini yönetmesi elbette ki monarşi ve oligarşiye yeğdir. Ama halkın kendi kendini yönetmesi, onun aynı zamanda kendi kendine muhalefet etmesi anlamına da gelir. Siyaset sokağa taşınmıştır ve bu illaki şiddet pahasına olmaz. Bu denli akışkan bir ortamın sağlanabilmesi, hoşgörüyü toplumsal sözleşmenin kalbine yerleştirecek politik bir jesti gerekli kılar. Siyasetçiyi sanatçı, kuramcı ve akademisyenin hizmetçisi olarak gördüğünü belirtmek konusunda gayet samimi görünen Levent Gültekin'in adaylığını açıklamış olması ise tam olarak böyle bir jeste karşılık gelmektedir.

Söz konusu jest düşünce, ifade ve eleştiri özgürlüğünü, yani özgürlükle aynı anlama gelen belirsizliği garanti altına almak üzere belirleyici bir konuma gelme kararlılığından başkası değildir. Toplumsal muhalefetin ima etmekte olduğu negatif momentin altına güçler ayrılığı, laiklik ve ifade özgürlüğünü anayasal bir hak olarak yerleştirme sorumluluğu, devleti gerisin geri sıfır noktasına taşıma konusunda irade beyanı ile eşdeğerdir. Eleştiri, ileride belki aynı eleştirinin kıskacına düşecek ama diğer yandan onu sağlama da bağlayacak olan kurucu bir meclise ve yeni ve demokratik bir anayasaya gereksinim duyar. Gültekin'in farkı ve gücü, eldeki sorulara "doğru" yanıtlar verdiğini iddia ediyor oluşunda değil, soruların rahatlıkla sorulabileceği bir kamusal alana sunmayı vaat ettiği destekte aranmalıdır. Türk siyasetinde çok karşılaşılmamış bir duruşa karşılık geliyor olması ise bu duruşun güçsüzlüğüne değil, gücüne tanıklık eder.

Yrd. Doç, 689 no'lu KHK sonucunda, ikinci dalga barış imzacılarından olduğu için Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Felsefe bölümündeki görevinden uzaklaştırıldı