Afrin’in fethi ya da yurtta sulh cihanda savaş

Afrin harekâtı Türk dış politikasında sınırların değişmezliğini savunan defansif anlayıştan; güvenliğin ancak daha fazla güç ve söz hakkından geçtiğini savunan ofansif bir anlayışa geçildiğini gösteriyor. Başka bir deyişle, Türk dış politikasına uzunca bir dönem yön veren defansif ve statükocu “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinden ofansif ve revizyonist “yurtta sulh, cihanda savaş” ilkesine geçilmesi söz konusu.

Google Haberlere Abone ol

Serdar Çagırga*

Uluslararası haber ajansları Afrin şehir merkezinin Türk Silahlı Kuvvetleri ve beraberindeki ÖSO güçlerince denetim altına alındığı yönündeki haberleri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamalarına dayandırarak vermeye başladılar. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın fethini müjdelediği, Cumhurbaşkanlığı sözcüsü İbrahim Kalın’ın rejime devretmeyeceğiz dediği Afrin’in bundan sonraki kaderi ne olacak sorusu gündemin birinci maddesi olacak gibi duruyor.

Anlaşılan o ki, Afrin Türkiye’nin meşruiyetini tanımadığı Esad Hükümeti’ne devredilmeyecek. ÖSO’nun da burada Türkiye’nin siyasi, askeri ve ekonomik yardımı olmadan “düzen kurma” gibi bir kapasitesi yok. O halde Türkiye Afrin’de hızlı bir şekilde alt yapı ve üst yapı çalışmalarına başlayabilir; eğitim ve sağlık hizmetlerini varsa Afrinlileri de dahil edeceği ama ana omurgasını kendi insan gücünün oluşturacağı bir mekanizma ile yürütebilir. Bu kaçınılmaz gibi duruyor çünkü askeri planlama her zaman için siyasi amaçlarla beraber yürütülür. Fakat hâlâ cevaplanması gereken bir soru kalıyor geriye: Afrin’in siyasi statüsü ne olacak?

Cevap vermek için acele etmemeliyiz, zira biliyoruz ki, Suriye Savaşı uzun bir zamandır sürüyor ve süreceğe de benziyor. Türkiye bununla iki şeyi hedefliyor olabilir: 1) Afrin ve Halep’in kuzeyindeki konumunu güçlendirip Suriye’nin gelecekteki siyasi ve iktisadi şekillenişinde önemli rol üstlenmek (Suriye üzerinde çıkarı olan diğer güçlere karşı elini güçlü tutmak) 2) Suriye’de ulusal çıkarlarının peşinden giden devletlerin birleşik bir Suriye üzerinde anlaş(a)mamaları durumunda Suriye’nin parçalanmasından payını almak. Eğer birleşik bir Suriye’nin yeniden kurulması için şartlar olgunlaşmaz ve ülke üçe parçalanırsa Türkiye’nin yüzölçümünün artması sonucuyla da karşılaşabiliriz.

Esad ile anlaşmanın uzak bir ihtimal olması ve Türkiye’nin Afrin’e yönelik harekâtı Türkiye’nin birleşik bir Suriye’den umudunu kestiğini gösterdi zaten. Eğer ikinci ihtimal gerçekleşir ve Suriye; ABD, Rusya, Türkiye devletleri ve bunların sahadaki müttefikleri arasında “uzlaşı” yoluyla bölünürse Türk dış politikası açısından bir kırılma söz konusu olabilecektir.

Afrin harekâtının sünni ÖSO ile beraber yapılması ve bu güçlerle Suriye’nin kuzeybatısında kurulan işbirliği ulusal duygunun çapının İslam sosuyla genişletildiği bir duruma işaret ediyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinden bu yana inşa halinde olan Türk milli kimliğinin Suriye iç savaşında Türkiye’nin üstlendiği bu pozisyon itibariyle “ümmet” ve “turan” gibi alternatif kimliklerce ikame edilmesi demek bu. Yani Osmanlı İmparatorluğunun temsil ettiği cihan imparatorluğu zihniyetinin kültürel kodlarına sahip Türk siyasal islamcılığının istediği gerçekleşiyor demektir. Yani, Türkiye “Kemalist elitin” sırtını döndüğü Ortadoğu’ya yüzünü dönüyor demektir. Bunun iç politikaya yansıması, laik-milliyetçi bir ulus tahayyülünden İslam çimentosuyla çapı ulusal sınırları aşan ve ulusal sınırların dışındaki ümmet evlatlarının dahil edileceği/edilebileceği esnek sınırlara sahip bir “imparatorluğa” geçiştir. Bu yeni durum, sınırlar bağlamında defansif, korumacı ve kıskanç davranan ulus-devlet mantığından bir kopuşa işaret ediyor. Bunun için de Türkiye “imparatorluk” tasarısına hizmet sunacak ÖSO gibi gruplara da sahada siyasi ve askeri bir paye vermek yoluyla onları kendi güdümünde tutacak bir politika izliyor.

Afrin harekâtı bu açıdan Türk dış politikasında sınırların değişmezliğini savunan defansif anlayıştan; güvenliğin ancak daha fazla güç ve söz hakkından geçtiğini savunan ofansif bir anlayışa geçildiğini gösteriyor. Başka bir deyişle, Türk dış politikasına uzunca bir dönem yön veren defansif ve statükocu “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinden ofansif ve revizyonist “yurtta sulh, cihanda savaş” ilkesine geçilmesi söz konusu. Şüphesiz bunda ulusal ve ülkesel bütünlüğü 2011’den bu yana bozulma yönünde seyreden Suriye devletinin güçsüzlüğü de rol oynuyor. Son birkaç yıldır ABD ve Rusya’nın Suriye topraklarında mevzilenmesi, ulusal sınırlarını 1920’lerden bu yana bölge devletleriyle kurduğu mutabakatla sürdüren Türkiye’ye zaman zaman nükseden imparatorluk geçmişini hatırlatıverdi ve iktidardaki AKP de bu kodları tedavüle sokan söylem ve politikalarla devreye girdi.

Fakat dahası var bunun. İmparatorluk geçmişinin AKP ve milliyetçi çevrelerce sürekli hatırlatılması, mevcut sınırların artık Türkiye’ye dar geldiği yönünde açıklamalar Afrin harekâtıyla beraber bu hatırlatmanın sadece söylem düzeyinde kurgulanmadığını, bunun maddi temellerinin de atıldığını gösterdi. Acaba Türkiye’nin 1920’lerde belirlenmiş güney sınırları, ortada “meşru görülen” bir Suriye devletinin yokluğunda, değişecek midir? Bunu zaman gösterecektir ama Afrin’in rejime ve/veya onun müteffiki Rusya’ya veya ABD’ye devredilmeyeceği de ortadayken en azından Suriye meselesi nihai bir çözüme ulaşıncaya kadar ÖSO ile beraber elde tutulacağı anlaşılıyor. Bu şartlar altında yapılabilecek güvenli bir değerlendirme, sahadaki mevcut dağılım ve Suriye’nin ülkesel parçalanmışlığının artık birleşik bir Suriye’yi mümkün kılmadığıdır. En azından kısa ve orta vadede.

Afrin şehir merkezinin YPG’nin sürpriz geri çekilmesi sonucunda TSK ve ÖSO kuvvetlerinin eline geçmesinin hem Türkiye hem de diğer güçler için önemli sonuçları olacaktır: 1) Bir kere bu, Esad ile PYD arasındaki son pazarlık unsurunun da ortadan kalktığını göstermesi açısından önemli. Anlaşılıyor ki PYD için Esad ve müttefikleriyle aynı potaya girmenin koşulları ortadan kalkmıştır. Bundan sonra Esad ve PYD’nin ortaklaşması son derece zor görünüyor. 2) ABD Suriye sathında PYD’nin etkin olduğu alanlar dışında varlık gösteremeyeceğinin farkında olarak muhtemelen önümüzdeki süreçte Kürtlerle ilişkilerini geliştirmeye devam edecektir. 3) Rusya-Esad işbirliğinin bozulması için de bir neden yok gibi görünüyor. 4) Türkiye ise ABD ve Rusya arasındaki çelişkileri kullanarak belki bir müddet daha devam edebilir ama Menbiç ve Fırat’ın doğusundaki topraklar için ABD ile müzakere etmek zorunda kalacaktır.

Fakat eğer Türkiye hatırladığı imparatorluk mantığıyla hareket etmeye devam eder ve bunun için de Fırat’ın doğusunda da adım atmaya karar verirse, yani olası bir Menbiç harekâtını gerçekleştirirse, o zaman önemli bir ikilemle karşı karşıya kalacaktır. Zira imparatorluklar, ki eğer Türkiye “imparatorluk” gibi hareket edecekse, yapıları gereği periferal bölgelere siyasal, iktisadi ve askeri paye verirler. Fakat Türkiye’nin mevcut üniter niteliği bunu sağlamaktan uzak. Fakat madem Afrin, Cerablus gibi Türkiye’nin etkin olduğu yerlerin rejime devredilme ihtimali şuan için mümkün değil ve bu yerlerin uzun vadede Suriye’nin parçalanması neticesinde Türkiye’nin idari yapısına dahil edilmeleri bir ihtimal... O zaman Türkiye’nin radikal anayasal değişmelerden geçebileceği ve üniter yapısının imparatorluk mantığı gereği adem-i merkeziyetçi bir nitelik kazanabileceği düşünülemez mi? Birkaç soru hâlâ duruyor: Menbiç ve ardından Fırat’ın doğusundaki diğer PYD alanlarına yönelmek Türkiye-Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ilişkilerini nasıl etkiler? (Gerçi IKBY’nin geçen sene düzenlediği referandumda da görüldü ki Türkiye’nin bağımsız ve egemen bir Kürdistan’a olumlu bakmadığı zaten ortaya çıkmıştı) Fırat’ın doğusunda PYD çizgisi yerine Barzani çizgisindeki bir Kürt hareketinin etkin olması durumunda Türkiye-Suriye Kürtlerinin ilişkileri nasıl etkilenir? Olası bir Menbiç harekâtı ne kadar sürede bitirilebilir ve bunun Türkiye’ye maliyeti ne olur? Bu sorular cevaplanması kolay sorular değil ve bunlara ancak siyasi bir çözüm ufukta göründüğünde öngörülebilir cevaplar bulabileceğiz. Fakat bütün bunların ötesinde hâlâ bir soru durmaya devam ediyor: Fırat’ın doğusunda ciddi bir Kürt varlığı varken Türkiye Kürtleri hesaba katmadan nasıl yapacaktır bunu? Dış politikada esaslı bir değişiklik söz konusuyken, imparatorluk zihniyetine sahip Türk siyasal iktidarının önümüzdeki zamanlarda çözmesi gereken esas mesele de bu: Kürtlerle ne yapmak istediklerine karar vermek.

*Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Doktora Öğrencisi