Filozofun hânesi III: Evin etik mevcudiyeti ya da adanmış-oradalık

Paris, Pére Lachaise Mezarlığı: Skolastik kuraklığın tam ortasında, hâlen nefesvâr, hâlen dirençli, hâlen umutvâr bir çiçeğin, erotiğin ve poetiğin, tutkunun ve adanmanın sonsuzluğa uzandığı; bugün için Abélard ve Héloïse’in koyun-koyuna uyudukları yer.

Google Haberlere Abone ol

Hamza Celâleddin/[email protected]

Historia est vitae magistra...

Ve nihayet; kimi Héloïse’in, Abélard’a bir mektubunda, “Elin, elin değmiş bu mektuba...” deyişindeki dirençli, kimi Oscar Wilde’ın, Walt Whitman’ı kastederek, “onun öpücüğü hâlâ dudaklarımda...” deyişindeki umutvâr, kimi Beauvoir’nın Sartre’ı, Camus’nün Faure’ü, Bachmann’ın Celan’ı ya da (âh ki) Leonard’ın Woolf’ü öpüşündeki nefesvâr, kimi Verlaine’in Rimbaud’yu ufacık bir otel odasında, anlık bir kızgınlıkla kolundan yaralayışındaki yıkıcı, kimi Kleist’ın, (zaten ölmek üzere olan) sevgilisi Vogel ile birlikte intihâr etmezden hemen evvel yazdığı son satırlarda, “hakikat şu ki; bana bu gezegende hiçbir zaman bir yardım eli uzanmadı...” deyişindeki sitemkâr, kimi Schopenhauer’un, kütüphaneye giderken en şık kıyafetlerini giyişindeki zarif ve kimiyse Gottfried Benn’in, aşkını ilân ettiği bir şiirinde, “Kanına yakın olmak ne güzel!” deyişindeki coşkun ve aşkın hakikat olarak; eşdeyişle, bir kimsenin “ben olan bir başka kimse” karşısında, “orada ve öylece”, “orada ve çırılçıplak”, “orada ve adanmış”; elleriyle, kollarıyla, gövdesiyle, alnıyla, gözleriyle, kalçalarıyla, bacaklarıyla, kasıklarıyla, dişleriyle (...) kalması ve “işte benim, buradayım, hakikat bu...” demesi olarak ve elbette “politik olan” ile “estetik olan”ın tarihsel eşlikçisi ve “evin son tuğlası” olarak “etik”ten bahsi açabiliriz. Lâkin elbette bu şekilde bahsi açılan “etik”, ilk duyuşta tuhafsanabilir, kulağa yabancı gelebilir; zirâ senelerce bize dayatılan ve başımızın üzerinde bir otorite kılıcı misali sallandırılan –sözde– etik ilkeler (pratiğine uygun isimleriyle “cinsel organ bekçiliği”, “söylem/eylem tanzimciliği”, “bedenin kurumsallaştırılması ve otorite için fedaileştirilmesi” ya da “organ kimlikçiliği”), belli bir yaşam tarzının kutsanması ve toplumun bu “sözde kutsallık” etrafında kenetlenmesi yoluyla ve de –benim bahsimin tam aksi şekilde de– kişinin “orada olmaması”, kişinin “ben olan öteki”nden saklanması, kendisini sakınması, ondan köşe-bucak kaçması ve hatta kişinin kendi bedeninden dahi iğrenti ve utanç duyması gibi kimi ilkel öğütler üzerine kurgulanmıştır. Oysaki etik olarak bahsedeceğimiz tarihsel nosyon, zannedildiği ve kurgulandığı gibi bedenler-üstü değildir; bilakis “beden”de başlayıp “beden”de nihayete ermektedir. Örneğin; Aragon için “Elsa’nın Gözleri”, Kafka için Milena’nın yüzü (kendi ifadeleriyle; ayrıntılarını pek de anımsayamadığı, yarım kalmış bir düş gibi), Mayakovsky için Yesenin’in yarılmış alnı, Héloïse için Abélard’ın ince, uzun elleri ya da Wilde için Whitman’ın sonsuz keyifli dudakları (ve benim içinse, Nedrip’in kollarımın arasından sıyrılıp tutukevine düşen gövdesi) neden birer etik ilke sayılmasın?

Sursum corda!

Her şeyden evvel benim “orada-olmak etiği” olarak isimlendirdiğim hakikatler bütününün, dünün ve bugünün “uzlaşısız uzlaşı”sı ya da “tarihsiz/talihsiz tarihçilik”i ile peydah olmuş ve okul (anımsamayanlar için; artık Beethoven’ın Fur Elise’si yerine Dombra, Mehter ya da Ölürüm Türkiyem çalınan bir tür “otorite için kenetlenme kurumu”), kitle iletişim araçları (bkz: bugünkü düşmanımız kim: lânet okunacak ve bayrağı yakılacak ülkeler, sıralı tam liste), dinî kurumlar ve benzeri aygıtlar yoluyla (Louis Althusser bunları “Devletin İdeolojik Aygıtları” olarak nitelemektedir) yaygınlaştırılıp radikalleştirilen, nezaket, zarâfet ve nezahet yoksunu, kaba, biçimsiz, sefil –sözde– ilkeler bütününden ayırt edilmesini önemsiyorum. Gelgelelim, artık benim anladığım ve anlatmaya çalıştığım hâliyle “etik” Filozofun Hânesi’nin son tuğlası olarak, politiğin ve estetiğin bahsine eşlik edilebilir. Bundan önceki yazılarla (bkz: Evin Politik Mevcudiyeti ve Evin Estetik Mevcudiyeti) filozofu bir yersiz-yurtsuz ve sarhoş-orada olarak izlemiştik. Lâkin bu iki izleğin tarihsel anlamı, oradalığın adanmışlığında gizlidir; eşdeyişle ise etik, politiğin ve estetiğin tarihsel harcı, dinamiğidir. O hâlde, iki adanmış-orada olarak, Abélard ve Héloïse’e kısa bir değini yapmanın da tam vaktidir.

Omnia vincit amor!

(Hikâyeye nihayetten başlamam bağışlanabilir bir kusur olarak görülmelidir; zirâ hikâyeye baştan başlamak, ona yersiz ve hak etmediği bir kusursuzluk dayatmak olacaktır.) Paris, Pére Lachaise Mezarlığı: Skolastik kuraklığın tam ortasında, hâlen nefesvâr, hâlen dirençli, hâlen umutvâr bir çiçeğin, erotiğin ve poetiğin, tutkunun ve adanmanın sonsuzluğa uzandığı; bugün için Abélard ve Héloïse’in koyun-koyuna uyudukları yer. Hikâye geriye doğru şöyle devam eder: Abélard, Héloïse’in amcası tarafından hadım edilmiş (bu, onda büyük bir ruhsal çöküntüye sebep olmuş) ve son zamanlarını bir manastıra kapanarak geçirmiştir. Héloïse ise artık (belki de iradesinden yoksun) bir rahibedir. Bu iki tutkunu ayrı düşüren Skolastik zorbalık, tarihin en ünlü ve yetenekli aşk mektuplarına vesile olmasıyla bile bağışlanabilir değildir, zirâ bugünün edebî zevki ya da coşkusu, dünün zorbalığını meşru kılmaya yetmeyecektir. Bu ünlü mektuplardan da evvel, Héloïse oldukça genç bir kadınken, dayısının da arzusu ile, ünlü bir filozof olan Abélard’ın öğrencisi oluverir. Lâkin dehşetengiz tutku ikisini de hemen sarmış ve “beden”leri, adanmış-oralığa çoktan kapılmıştır. Çok geçmeden bir çocukları olmuştur (ismi Pierre Astrolabe koyulur), gizlice evlenmişlerdir, herkesten kaçmışlardır. Lâkin yazgı odur ki ayrı düşmüşler ve söz artık yalnızca “söz”e kalmıştır: “Umarım öldüğünde yanıma gömülmek istersin, toprağa karışmış kollarım uzanır, kucaklar seni...” Abélard’ın bu arzusu, ancak o öldükten 750 sene sonra, Paris’te, Pére Lachaise Mezarlığı’nda gerçekleşecek, iki tutkun beden (ne tuhaftır ki) polis gözetiminde birleştirilecektir. Bugün içinse tarih, bir mektubunda Héloïse’e; “Tarih beni bir şair, bir filozof olarak değil, bir sevgili, senin sevgilin olarak anımsayacak...” diyen Abélard’ı haklı çıkarmakta da mahir davranmış gibidir: (Ve hâlen başı dönmemişler için, son olarak Héloïse’den Abélard’a şu birkaç dize):

Küçücük bir kuş gibiyim

Havam sensin es üstüme

Küçücük bir balık gibiyim

Suyum sensin ak üstüme

Suskunluğun çöl olur bana

Suskunluğunda boğulurum.

***

FİLOZOFUN HÂNESİ İÇİN SONUÇ GİRİŞİMİ

Ecce Homo!

Orada mısınız ve eviniz mi orası sizin? Evinizin içinde tazecik ayaklarla gezinen muteber bir “beden” misiniz, yoksa yeryüzüne rastgele fırlatılmış ve tesadüfen bir araya gelmiş bir organ yığını mı? Bağırsaklarınızın “şurada”, parmaklarınızın “burada”, dişlerinizin “öyle”, soluk borunuzun “şöyle” olması fark eder mi sizin için? Dahası ve belki de en önemlisi, orada-olmanızın politik, estetik ya da etik bir anlamı, bir karşılığı var mı; yoksa bir sandalye bir Kavafis şiiri okuyormuş, bir sokak lambası mızıka çalıyormuş, Jacques Lacan doğrunun tamamını söylüyormuş ya da “Königsbergli Çinli” ülke ülke, kent kent geziyormuş gibi mi oradasınız? (...)

Ve Herakleitos, İsâ Evveli’nden şöyle seslenir:

Kendimi aradım...

Camus yâr, Nietzsche yardımcınız olsun...