Allende, AKP ve bukalemun söylem

Darbeler vardır. ABD’nin başını çektiği dış komplolar vardır. Diktatörler vardır. Tüm bunlar gerçektir. Kimin bu gerçekleri kendi çıkarına kullanarak numara yaptığına, kimin bu gerçeklerin kurbanı olduğuna karar vermek için, söylem benzerliklerine değil hareket halindeki dünyaya bakmak gerekir. Söz uçar eylem kalır. Söylem bukalemundur, değişir, mesela hangi küresel güçle stratejik müttefik olunduğu, öyle kolay değişmez.

Google Haberlere Abone ol

Barış Yıldırım

Bukalemun söylem bu ülkede iktidar olmanın belki de ilk şartıdır. Demirel’in meşhur “Dün dündür bugün bugündür”ünden alınan cevaz, İslamcı pragmatizmin elinde absürde taşındı. Günaşırı, söylemler kütüphanesinden başka bir cilt çekip üç beş satır da oradan okuyorlar. Bu yazıda bu söylem hırsızlığı ve yüzsüzlüğünün burjuva politika geleneğinin öz çocuğu İslamcılığın ellerinde aldığı amorf hale bakmak istiyorum. Bakarken de, çevirmeni olduğum bir kitap üzerinden (Çizgilerle Şili’de Allende’li Yıllar, Yordam Kitap, 2017) Şili’ye uğramak gibi bir niyetim var.

Bukalemun söylemin örnekleri meşhur ve mebzul: Dün “muhterem hocaefendi” olan bugün teröristbaşlığına atanıyor; dava arkadaşları her mevsim dönüşü hazan yaprakları gibi savrulup harcanıyor. Amerika, Rusya, Almanya, Hollanda, Çin, Suudiler, İsrail, belli aralıklarla “alçak emperyalist”, “sevgili dost”, “arkadan vuran hain”, “tarihi müttefik”, “İslamofobik sömürgeci”, “kültürel miras ortağı”, “ırkçı” yaftalarını aralarında paylaşıyor. Esad’ın imlâsı, IŞİD’in adı, dost ve düşman ülkeler listesi yılda birkaç kez değişiyor. Hoca dönüyor, ümmet yetişemiyor.

Aslında pekâlâ da yetişiyor. Zira iyi kötü bir ideoloji yerine güçlü olanın eteğine yapışmaya alışık Türkiye sağcılığı, Tofaş otomobil gibi, bir günde başka modele dönüşüp yollarda terör estirme potansiyeline sahip. Bir televizyon konuşması hepsine yeni bir konsept giydirmeye yetiyor. Arada usulen nazlanan oluyorsa da fazla uzun sürmüyor. Para tatlı, iktidar güçlü, muhalefet sıkar biraz…

İSLAMCILARIN NEOKOLONYALİZMİ KEŞFİ

Söylemin yanardönerliğine ne kadar alışmış olsak da “devletin en tepesi”nden Çayanist tespitler duyunca insan yine de bir hayret ediyor. Erdoğan geçenlerde İslam ülkelerinin bakanlarına “Batı dünyası iki üç asır önceki kolonyalist dönemde kendilerine bir refah dönemi inşa etmişlerdir. Neo kolonyalist dönem olarak adlandırılan bu dönemde de Batı, kaynakları transfer ederek ömrünü uzatma hedefindedirdiye seslendi. Kuramsal bakımdan klasik sömürgecilik ile yeni sömürgeciliği biraz karıştırıyor olsa da tespit yerindedir (1).

Aslında yeni-sömürgecilik tartışmaları, bu kavramı geliştiren Lenin Barış Ödülü sahibi Ganalı siyasetçi Kwame Nkrumah’ın bütün Afrika’ya uzanan etki alanı sayesinde, İslamcılar tarafından da bilinmiyor değildi. Ama güçlünün kıblesine dönme hızı bizimkilerden aşağı kalmayan dünya İslamcıları, emperyalizmi ancak emperyalistlerle işbirliği yapamadığı zamanlarda fark ediyordu. Nitekim, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Darfur’daki soykırım ve savaş suçları dolayısıyla tutuklama kararı verdiği Sudan diktatörü Ömer El Beşir geçtiğimiz yıl birden “yeni sömürgeci Batı”ya verip veriştirmeye başlamıştı (şimdi dört gözle Trump’ın ülkesine özel temsilci atamasını bekliyor).

Muktedirlerin liberalizmden sosyalizme, milliyetçilikten İslamcılığa her çiçekten bal alan her türlü söylemi kitlelerine pek bir rahatsızlık vermeden hızla benimseyip çıkarları için işe koşmalarına hayran olmamak zor. Ancak yalnızca faydasız değil, yersiz de bir hayranlık olur bu. Bütün bir ideolojik aygıtlar silsilesini elinde tutanların kendi anlık post-truth’larını yaratmalarının nesi zor olabilir? Her gün sosyal ağ akışlarını dolduran “dün böyle diyorlardı, ama bakın şimdi ne diyorlar” temalı paylaşımların da gösterdiği üzere, ahlak ve tutarlılık bizim ilgi alanımıza giriyor, onların değil. Bu değerleri dert etmediğin sürece istediğini söyler, istediğini yaparsın. Söylem kütüphanesinde kitap kıtlığı mı var?

EMPERYALİZME DÜŞMANMIŞIK, MİLLİYMİŞİK, SAZMIŞIK

İktidar ve yandaşları darbe girişiminden bu yana anti-emperyalist, ulusal kurtuluşçu, hatta sosyalist fragmanları söylemlerine giderek daha çok serpiştirmeye başladı. “Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr-ü kıymetten.” Onların demagojilerinin çamuruna bulaştı diye bu söylemler değerinden bir şey yitirmez. Buna ah vah etmektense dünya sol hareketinin devrimci mirasını daha çok kulağa fısıldamanın yollarına bakmak gerek. Bu dünya, büyük burjuvaların anti-kapitalistliğine, emperyal valilerin anti-emperyalistliğine, kurulu düzenin bekçilerinin devrimci takılmalarına fazlasıyla şahit oldu. Bu iki yüzlülük, Nazi Almanya’sında, Mussolini İtalya’sında, sömürge valiliklerinde ne kadar teşhir olmuş olursa olsun, her hortladığında hatırı sayılır sayıda insanı aldatmaya yetecek bir gücü var. Bu güç aslında sosyalist çözümlemenin ve kavram setinin gücü. Dünyada kapitalizm ve emperyalizm gerçeği öyle sabit ki, tam da bu gericiliğin sözcüleri, tam da kendilerine karşı geliştirilmiş geleneğin mirasını maniple etme ihtiyacı duyuyorlar. Asıl önemli olan bu geleneği kitleleri örgütleyerek yaygınlaştırmak olsa da egemen gericiliğin bu mirastan neyi nereye kadar seçip aldıklarını anlamak, mevcut propaganda makinesinin analizi için gerekli.

15 Temmuz’dan sonra düzenlenen çeşitli etkinliklerde Şili’de Allende’ye karşı yapılan ABD menşeli Pinochet darbesi sık sık anılır oldu. Yazar Carlos Reyes ve çizer Rodrigo Elgueta’nın kapsamlı bir araştırmayla hazırladığı Çizgilerle Şili’de Allende’li Yıllar’ı darbe girişiminin hemen öncesinde İspanyolcadan çevirmeye başlamıştım. Kitap geçtiğimiz aylarda yayımlandı. Çalışmanın çevirisi ve edisyonuyla uğraştığım tüm bu dönemde, Şili’deki sosyalist Allende hükümetinin söylemiyle bugünkü iktidarın propagandası arasındaki tekinsiz paralellikler kafamı meşgul edip durdu. İkisi de evde zor tuttuğu kitlelerden bahsediyor, seçimleri gündeme getirip duruyor, sürekli dış güçlerin komplolarından şikâyet ediyordu. Tarih, en azından örneklerin birinde, bunların zeminsiz kaygılar olmadığını göstermişti. Hayatını sosyalizm uğruna savaşarak yitiren bir halk önderiyle yapıştığı koltukları kaybetmemek için uğraşan bir çıkar grubunun ne gibi ortak yanları olabilirdi?

"BASIN HİÇBİR ZAMAN BU KADAR ÖZGÜR OLMADI"

Salvador Allende, 4 Eylül 1970 seçimleriyle sol, sosyalist ve komünist partilerin platformu Birleşik Cephe’nin başında iktidara geçer geçmez, ABD ve Şili burjuvazisinin provokasyonları başladı. Finans ve sanayi sektörlerindeki büyük işletmeleri devletleştiren, işçi sınıfının hak alanını genişleten ve emperyalistlerin bakır ve güherçile başta olmak üzere önemli alanlardaki ekonomik imtiyazlarına set çeken, tarım reformuyla toprağı büyük işletmelerin elinden alan Allende’ye düşman olmaları normaldi. Suikastlar, bombalamalar, mal dolaşımının engellenmesi, halkın kuyruklara mahkûm edilmesi gibi askeri ve ekonomik baskı yöntemlerinin yanı sıra sözde demokratik müdahalelerle de Allende’nin sosyalist icraatlarını engellemeye, gözden düşürmeye çalışıyorlardı.

1971 Aralık ayında, imtiyazları tehlike altına girmiş varlıklı kesimlerden kadınlar boş tencerelerle eyleme çıktı. Karşı gösteri için sokaklara çıkan MIR (Devrimci Sol Hareket) militanları ile bu grubun korumasını üstlenen faşist gruplar arasında çatışmalar gerçekleşti. Hükümet bu sürecin ardından ilk kez basına karşı bir tavır alarak olaylar sırasında ölenler olduğu yalanını yayan iki radyo kanalını kapattı. 2000’lerin başında Venezuela örneğinde göreceğimiz gibi, Şili’de de ABD destekli bir darbeye zemin hazırlamak için çalışan birçok radyo istasyonu ve gazete vardı. Bunlardan doğrudan provokasyonların aleti haline gelenlere müdahale ediliyordu. Allende bu dönemde basın özgürlüğü gerekçeli eleştirilere karşı şöyle bir açıklama yapmak zorunda kalacaktı: “Şili’de hiçbir zaman bu kadar basın özgürlüğü olmadı. Bize saldırıyorlar, çünkü imtiyazlı bir azınlığın çıkarlarına zarar veren bir programı gerçekleştiriyoruz.” Allende başka bir konuşmasında şöyle diyordu: “Şili'de ‘özgürlüklerini özgürce kullanan' tek bir siyasi kesim varsa o da sağ.

"TABANIMIZI TUTUYORUZ AMA UZUN SÜRE TUTAMAYABİLİRİZ"

1972 yılına gelindiğinde sokaklardaki şiddet artıyordu. ABD’nin Latin Amerika laboratuvarlarında geliştirdiği faşist paramiliter çetelerle terör estirme konsepti çok değil birkaç yıl sonra Türkiye’de MHP üzerinden uygulamaya sokulacak; Maraş’lar, Çorum’lar, sokak cinayetleri gündelik hayata dahil olacaktı. Tehdit gerçekti. Bir yandan da piyasadaki mal kıtlığına karşı eylemler devam ediyor ve faşist gruplar bu eylemlerin korumasını üstleniyorlar, her fırsatta hükümeti destekleyen işçi ve halk gruplarına silahlı saldırılar düzenliyorlardı. Allende 27 Ağustos 1972’de yaptığı konuşmada “İşçileri tutuyoruz. Fakat uzun sürü tutamayabiliriz. Yarın sokağa 100 kişi çıkarlarsa karşılarına 1000 kişi çıkarırız,” diyecekti. Allende’nin bu sözlerini duyup da “Şu anda evlerinde bizim zorla tuttuğumuz bu ülkenin en az yüzde 50’si var,” söylemini hatırlamamanın imkânı var mı?

Bu arada Birleşik Cephe hükümeti seçim üstüne seçim kazanıyor, siyasi konumunu güçlendiriyordu. Allende “Seçimlere inatla karşı olan daimi düşmanlar”dan bahsediyor, halkı “şiddetli komplo”ya karşı “uyanık olma”ya davet ediyordu.

Tanıdık gelmiş olmalı: Darbeyi desteklediği için kapatılan basın yayın organları, basının ve muhalefetin fazlasıyla özgür olduğu yönündeki hükümet beyanları, aksini iddia edenlerin imtiyazlarını korumaya çalışan ve darbeyi destekleyen kesimler ilan edilmesi, tencere tavalı sokak gösterilerine karşı kitle tabanını “şimdilik” tutan hükümet, muhalefetin dış güçlerin büyük komplosunun bir parçası olarak sunulması, seçimlere yapılan vurgu vb…

BENZERLİK HİÇBİR ŞEYİ KANITLAMAZ

Benzerliğin büyüsüne kapılmak kolaydır. Oysa benzerlik hiçbir şeyin kanıtı değildir.

Biri, kendisine karşı her muhalif sesi terörle bastırırken özgürlükçülük pozu takınabilir. Diğeri yüzlerce muhalif odağa dokunmadan gerçekten darbe ve provokasyon girişimlerinin aracı olmuş az sayıda mecrayı kapattığı halde “basın özgürlüğü düşmanı” ilan edilmiş olabilir.

Biri kendi imtiyazlarını korumak için dış güçlerden, komplolardan bahsederken, diğeri gerçekten de çalışmakta olan bir darbe mekanizmasını durdurmaya çalışıyor olabilir.

Biri sokağa palalı, tüfekli paramiliter çeteleri çıkartmaktan bahsederken, diğeri o ülkedeki bütün zenginlikleri üreten emekçi ve örgütlü halk kitlelerini eyleme dökmekten bahsediyor olabilir.

Fakat bu kez de benzerlerden hangisinin samimi, hangisinin istismarcı olduğuna dair bir başka soru ortaya çıkar. Bu soruya siyasi kanaatlerimizle verdiğimiz cevaplar ciddiye alınmaz: “Öyle diyorsun, çünkü ondan yanasın.” Bakmamız gereken, gerçeğin kayalık zeminidir.

Kimin ABD’nin müttefiki, kimin düşmanı olduğuna; kimin büyük şirketleri, kimin emekçi halk kitlelerinin çıkarlarını temsil ettiğine; kimin olağanüstü hal sayesinde grev yasaklamalarıyla övündüğüne, kimin her fabrikada dinamik işçi örgütleri kurarak burjuvazinin mallarına el koyduğuna; kimin arkasına milyonlarca doları almış basın kartelleriyle propaganda makinesini çalıştırdığına, kimin gönüllü işçi ve emekçilerin çabalarıyla yürütülen devrimci bir basına yaslandığına; kimin yüzbinlerce insanı işlerinden, özgürlüklerinden ve hayatlarından eden darbelerle devrilmek istendiğine ve devrildiğine, kimin darbe girişimi mazeretiyle yüz binlerce insanı işsiz veya mahpus kıldığına bakmak gerekir.

Şili’de Allende’li Yıllar kitabından takip edelim. ITT gibi Amerikan şirketlerinin ve Şili faşist sağının işbirliğiyle 11 Eylül 1973 tarihinde bir askeri darbe gerçekleşti. Birleşik Cephe hükümetinin önderi Salvador Allende, çocukları, çalışanların ailelerini ve gitmek isteyen herkesi başkanlık sarayından (kendisi inşa etmemişti) çıkardıktan sonra Fidel Castro’nun hediyesi Kalaşnikov tüfeğiyle darbecilere karşı çatışarak düştü. Darbenin ardından sayısı tam olarak bilinmeyen binlerce insan darbeciler tarafından öldürüldü, büyük ozan Victor Jara’nın da içinde olduğu 40 bin kişi Şili Stadyumu’nda işkencelere tabi tutuldu, binlerce kişi gözaltında kayboldu.

Gelmiş geçmiş faşist liderlerin en kanlılarından biri olan Augusto Pinochet, kendi rejiminin özgürlükçü olduğunu düşünüyordu. Darbenin ikinci yıldönümünde bir “Özgürlük Ateşi” bile yaktı. Faşist cehennem ateşinin bu çıplak sembolü, ancak 2004 yılında, terör Şili’yi onlarca yıl kasıp kavurduktan sonra söndürülebilecekti. Pinochet, 1990 yılında iktidarı kendi soyundan faşistlere devrederek başkanlığı bıraktı ama 2002’ye kadar senatör olarak kaldı. 2000 yılında İngiltere’deki kısa süreli tutukluluğunu saymazsak, müsebbibi olduğu dehşetin hesabını hiç vermedi.

***

Darbeler vardır. ABD’nin başını çektiği dış komplolar vardır. Diktatörler vardır. Tüm bunlar gerçektir.

Kimin bu gerçekleri kendi çıkarına kullanarak numara yaptığına, kimin bu gerçeklerin kurbanı olduğuna karar vermek için, söylem benzerliklerine değil hareket halindeki dünyaya bakmak gerekir. Söz uçar eylem kalır. Söylem bukalemundur, değişir, mesela hangi küresel güçle stratejik müttefik olunduğu, öyle kolay değişmez.

(1) Yeni sömürgeciliği/neo-kolonyalizmi karakterize eden şey, sömürgeden emperyalist ülkeye kaynak transferinden ziyade emperyalist ülkeden sömürgeye patent, know-how, yedek parça, teknik bilgi, teknik eleman gibi sermaye unsurlarının transferidir.