Kandırılmışız gibi çek panpa

Dolandırıcıların sadece hak edenleri soydukları bir yalandır. Gerçek olan, onların da bir gün mutlaka dolandırıldıklarıdır.

Google Haberlere Abone ol

Uğur Aflay

Bilinen ilk hırsız Sümer Tanrısı Enki’ydi. Oğlu Adapa’dan uzun yaşamı çalmıştı. Adapa, Kral Enu tarafından Nibura’ya davet edilmişti. Enki, sunulanları giy ama ekmeği yeme, şarabı içme ölümdür sana diye fısıldadı oğluna. Oysa Enu’nun sundukları uzun yaşam sağlayacaktı. Enki’nin mazereti derindi, oğlunun çıldırmasını istememişti. Olasılıkla ikinci hırsız Kabil’di, Habil’den canını çaldı. “Böylece zarara uğrayanlardan oldu” (Maide 30).

Dolandırıcıların en önemli mazereti, kendilerini dolandırmak isteyenleri dolandırdıklarını ileri sürmeleridir. Sülün Osman bu konuda tarihe geçmişti. "Adama 100 liraya Galata Kulesi'ni satıyorum, adam beni saf bulup pazarlık yapıp ucuza kapatmaya çalışıyor, sonra bana dolandırıcı, ona mağdur diyorsunuz" demişti.

Bu sadece Türkiye’ye özgü bir arıza değil. Victor Lustig, Eiffel Kulesi'ni hurdacıya satmıştı. George Parker, Metropoliten Müzesi, Özgürlük Anıtı ve Brooklyn Köprüsü'nü satmıştı. Gregor MacGregor dolandırıcıların kralı olarak tarihe geçti. Değerli maden yataklarına sahip, günümüz Honduras’ına komşu hayali bir Orta Amerika ülkesi yaratmış, adını Poyais koymuş, bu ülkenin prensi sıfatıyla devlet tahvili düzenleyip satmıştı. Amerikalı bir avukat olan Dennis Hope, 1980 yılında Birleşmiş Milletler Uzay Antlaşması yasasındaki bir boşluğu fark ederek, ayı kendi üzerine tescil ettirdi. Hope, Ay’ı her biri 4 bin metrekarelik 5 milyon parsele bölerek satışa çıkardı. Sertifikalar şu ana kadar dünyanın 192 ülkesinde  4 milyondan fazla satış rakamına ulaştı.

Çocukluğumda Cingöz Recai’yi Arsen Lüpen’den önce okumuştum, bu yüzden Arsen Lüpen’in, Peyami Safa’nın (ilk baskılar Server Bedi yazar adıyla çıkmıştı) yarattığı karakterden çalındığını düşünüp Maurice Leblanc’a vay namussuz demişliğim vardır. Cingöz Recai; "helal" para kazanmış kimselere dokunmaz, haksız yolla servet sahibi olmuş kimselerden hile ile para çalar, elde ettiklerini muhtaçlara dağıtırdı. Robin Hood’un Türkiye temsilcisiydi lakin muğlâk ve derinliksiz bir helal-haram kavramı üzerinden yol almak, yeşil sermaye dolandırıcılığını aklamaya yaramaz mı?

Maurice Leblanc ise Arsen Lüpen karakterini yaratırken, Fransız anarşist ve hırsız Marius Jacob’dan esinlenmişti. Marius Jacob, Kropotkin okuyana dek matbaada çalışan kendi halinde bir dizgiciydi. Aslında Pyotr Kropotkin’i de, olasılıkla kitabını matbaada dizmek zorunda kaldığı için okumuştu. Seçim sandıklarını bombalamakla başladığı yeni hayatında, hapse girip çıktıktan sonra, “gece işçileri çetesini” kurdu. Kiliseler ve lüks otelleri soymakla işe başlayıp, hızını alamayıp, üretime katkısı olmadığını düşündüğü yargıç, politikacı, lüks ev sahibi aristokratlar ve trenleri listesine aldı. Bir katedrale bıraktığı notta “her şeye muktedir olan Tanrı, şimdi bul bakalım seni soyanları” yazıyordu. Bir evi soyarken vazgeçip, eşyaları geri bırakıp çıktılar, evin Piyer Loti’ye ait olduğunu soyarken öğrenmişti. Mahkemede yargılanırken, hırsızlığı, varlıkların adil şekilde dağıtımı olarak tanımlamıştı. Tuhaf ki intihar ettiğinde, tıpkı soyulmayı hak ettiğini düşündükleri gibi zengin bir tüccardı.

Robin Hood’un zenginden alıp fakire verme olayı da benim için tam bir muammaydı. Nothingham Şerifi fakir halktan vergi adı altında varını yoğunu çalıyor, Robin Hood ve Neşeli Adamlar Çetesi, Nothingham Şerifi'ni soyuyor, bir kısmını çete içinde dağıtıp Sherwood Ormanı'nda mutlu mesut, güle oynaya, çalgılı çengili yaşıyorlar, kalanı da fakir halka geri veriyorlar. Sonra Nothingham Şerifi, fakir halka geri verileni de çalıyor, çete de ondan tekrar çalıyor ve yine bir kısmını kendilerine kalanı da halka dağıtıyorlar. Çetenin adını neden Neşeli Adamlar koyduklarını anlayabiliyordum, mevcut döngü bir tek onlara yarıyordu ama çetenin göbek adı “fakir” değilse “fakire verme” olayını kafam bir türlü almıyordu. Doğduğumda da zeki değildim, babamı hep uyarmışlar çocuğun kafasına çok vurma bu modeller çabuk bozuluyor diye ama dinlememiş, televizyonun kafasına vurunca düzeliyor, belki bu da düzelir diye bildiğini yapmaya devam etmiş. Hep bu yüzden işte.

Sıkıysa Yakala (Catch Me if You Can) Steven Spielberg’in yönettiği Frank Abagnale Jr’ın gerçek yaşam öyküsünden uyarlanmış bir filmdir. Kendisini PanAm pilotu, doktor, avukat olarak tanıtmış, 2.5 milyon dolarlık sahte çek bozdurmuştu. Abagnale, bugün şirketlere dolandırıcılığın önlenmesi üzerine danışmanlık hizmeti veriyor. Bir de milli Abagnale’miz var, Orhan İ., yaklaşık 15 yıl boyunca savcı, hâkim, doktor, emniyet müdürü, gayrimenkul yöneticisi ve işadamı kılığına girerek sayısız kişiyi, üniversiteleri, işadamlarını dolandırdı. Politikaya atılmasını heyecanla bekliyoruz.

Eyüplü Halit ve arkadaşı Arap Abdullah, işgal güçlerinin İstanbul’u boşaltmaya başladığı ama Türk ordusunun henüz şehre girmediği ara dönemde sahte bir karakol kurdular. Özellikle azınlıkları karakola getirip iyi polis, kötü polisi oynayarak dolandırdılar. 1935’e dek sağ cenah medya için Eyüplü Halit vatansever bir yerli Robin Hood oldu. 1935'te hapishanede tanıştığı İtalyan bir kasa hırsızını kafaladı ve Mussolini’ye bir mektup yazdılar. "Sayın Mussolini, ben sizi çok seven, fikirlerinizi çok takdir eden bir Türk’üm. Antalya’nın sizin hakkınız olduğunu savunduğum için hapis yatıyorum. Yardımınıza muhtacım..." Kısa süre sonra İtalyan Başkonsolosluğu'ndan gelen bir görevli Eyüplü Halit’e yüklü bir meblağı teslim etti. O artık sol cenah medya için de, Mussolini’yi dolandıran devrimci bir kahraman olmuştu. Eyüplü Halit yakışıklı ve konuşkandı. 68 kadını evlenme vaadiyle kandırmış, dolandırmıştı. Hapishanede gardiyanları ve mahkûmları da dolandırınca işkenceyle öldürüldü.

Kleptomani çalma hastalığıdır, üstelik buna en küçük bir ihtiyacınız yokken, yanlış olduğunu biliyorken, parasal değerinden bağımsız olarak buna engel olamama durumudur. Her bin kişiden altısının kleptoman olduğunu söylüyor istatistikler. Kleptomani, basit hırsızlık ve dolandırıcılık tümüyle farklı kavramlar. Burada bahsettiğim durum tümüyle farklı. Hayır, açsınız ve fırından ekmek çaldınız, açsınız komşunun meyve bahçesinden bir adet elma çaldınız, bu değil. Evet, yasal olarak suçtur lakin bu, yaşamak için yapmak zorunda kalabileceğiniz bir durumdur. İçinizin içine sorun, açlıkla sınanmamışlar kendilerini böyle bir günahın masumu sayabilir mi?

Bu, bir kişiyi öldürürsen katil, bir milyon kişiyi öldürürsen kahraman olursun deyişinin bir uyarlaması. Fırından ekmek çalarsan hırsız olursun, saadet zinciri kurup yüz bin kişiyi dolandırırsan kahraman. Hayali ihracatla, maket üzerinden hayali ev satışlarıyla, peygamberi rüyaya getiren terlik, kabir azabından koruyan yanmaz kefen satışlarıyla, sana güvenen beş arkadaşını getir öpelim seni de arada görelim saadet zincirleriyle, deveyi hamutuyla götürmüşlerin, nadir ve kısa cezaevi ziyaretleri sonrası, şehirlerine döndüklerinde konfetilerle, çok yaşa nidalarıyla, alkışlarla karşılanmaları, toplum olarak trencilik oynamaya meyilli olduğumuzun göstergesidir.

Freud, ahlakın, toplumun emirlerinin süperego tarafından içselleştirilmesi sonucu ortaya çıktığını iddia eder. Ego savunma mekanizmalarımız ile bizi o tanıştırdı. Sadece dolandırıcıların dolandırıldığı savı yansıtmadır (Projection), suçlu başkasıdır, kendisi Robin Hood’dur. Dolandırıcıları yüceltme, savunma pek çok mekanizma ile beslenebilir, ama cahillik bunlardan biri değildir. Özdeşleşme (İdentification) onun gibi olma isteğidir, bu yüzden dolandırıcılar hapisten çıktıklarında binlerce kişi alkışlarla ağızlarını şapırdatmaya başlarlar. Herkesi öpen adamın partisi yüzde 1 oy oranına sahipken, ondan partisini çalan adam bu sayede 3 ayda oyları yüzde 8’e çıkarmıştı. Bu yüzden 2 poğaça ve 2 meyve suyu çalarsanız 12.5 yıla kadar hapis cezasıyla yargılanırsınız, baklava çalan çocuklar 6 yıl hapis cezası alır, hayali ihracatla halkı, devleti hesaplara sığmaz şekilde dolandıranlar, yasaların açıklarını iyi bilen pahalı avukatları, yalancı şahitleri, siyasilerle ileri seviyede dirsek temasları olduğu ve kravat taktıkları için 3 ay yatıp çıkarlar, memlekete dönüşlerinde de krallar gibi karşılanırlar. Çünkü yasaları hazırlayanlar, kollarında 1.5 milyon tane ekmek alınabilecek “hediye” saat taşıyanlardır, Âli İmrân-78 okumadan Bakara sallayanlardır, Cingöz Recai’nin helal-haram ayrımını, benimkilerden-ötekilerden diye güncelleyenlerdir.

Bizim yeni bir ahlaka ihtiyacımız var, geleneksel, siyasi, dinsel, çıkarcı bir ahlaka değil, benden olanın kötücüllüğüne kılıf uydurmayacak, “neminem laede”yi (kimseye zarar verme) temel alan evrensel bir ahlaka.

Dolandırıcıların sadece hak edenleri soydukları bir yalandır. Gerçek olan, onların da bir gün mutlaka dolandırıldıklarıdır. Çünkü kötülük, İhsan Oktay Anar’ın Kitab-ül Hiyel’inden fırlamış Calud’un yılanıdır, eninde sonunda kendini, kuyruğundan başlayarak yiyecektir.