Evet, yorgunuz

Politika sadece akılla yapılmıyor, onun kadar gerekli olan duygu ve duygular da yoruluyor, kopuyor. En önemlisi, belki de hiçbir seçimin o kadar da kritik olmadığını kabul edip geleceği planlamak.

Google Haberlere Abone ol

Ülker Şener

Seçimler üzerine epey bir analiz yapıldı, neden başarısız olundu, yapılmayan neydi? HDP nereye doğru gidiyor, ne yapmalıydı, bundan sonra ne yapmalı üzerine. Bakan göze ve bakılan yere göre söylenenler değişiyor elbette. Ancak bu analizlerde eksik olan bir şey vardı, unutulan. O da yorgun olduğumuz; seslenilenler ve oy vermeye çağrılanlar olarak yorgun olduğumuz.

Özgürlük, denetim ve sömürü üzerine bizi yeniden düşünmeye çağıran Byung-Chul Han 'yorgunluk toplumu'ndan bahseder. Bu yorgunluğu, kendi olma için zorla(n)ma, performans kaygısı, olumluluğun topluma ve içimize işlemesi, farklı olandan, acıdan, tutkudan ve yoğunluktan kaçış çerçevesinde biçimlendirir. Bireyin kendi yaşamının temel belirleyicisi olması, “yapabilme” ve her şeye muktedir olduğu duygusunun yarattığı yorgunluk diyelim. Ortadoğu’da yaşayanlar olarak yorgunluğumuzun bunun ötesinde ayakta kalmak, yaşamı sürdürmek, şiddete tanık olmak ve “yapamamaktan” kaynaklı nedenleri de var. Henüz olumluluk toplumunun yorgunluğundan uzak olduğumuzu söylemek isterim.

28 Mayıs'ta seçimin ikinci turuna katıldık, beklenildiği üzere kazanan değişmedi. Aynı gece balkonda 7 erkek kendilerine destek verenleri selamladı. Mutluydular, şiddet-idam çağrısı yapanlarla zafer kutlaması yapıyorlardı. Bu ülkede bir gün ben de zafer şarkıları söyleyebilecek miyim diye sordum. Cevap veren olmadı. İki hafta önce 14 Mayıs'ta yaşadığımız duygunun bir benzeriydi galiba. Ama yorgunluğumuz sadece bu seçime dair değil; önceki seçimler de buna ekleniyor. 2017 Anayasa Değişikliği Referandumdan beri giderek ağırlaşan seçimler işin bir yanı. Diğeri ise bitmek bilmeyen şiddetin bin bir türlüsüyle yüklü gündemlerimize ilişkin. Ya bizzat yaşadığımız ya da ekranların, videoların ve fotoğrafların bize taşıdığı saf şiddet.

Bergman’ın Persona filminde ana karakterlerden biri birdenbire susar. Hastanedeyken tanışırız kendisiyle. Suskunluğuna eşlik eden ekran görüntüleri arada bize ulaşır. Vietnam’da protesto sırasında kendisini yakan bir eylemciye çevrilir kamera. Sol ayağı yere basıyor ve dizi yukarıda, sağ ayağını altına alacak şekilde yere oturmuş, sol elini dirsekten bükerek yukarıda tutuyor, eylemlerde çokça gördüğümüz bir tutuş ve konuşuyor, anlatıyor, haykırıyor belki de, neden yaptığını ve geleceğe dair düşlerini. Ona doğru koşanlara, diz çöküp önünde eğilenlere ve böylelikle saygılarını sunanlara da takılır gözümüz. Diğer görüntü Nazi askerleri eşliğinde elleri yukarıya kaldırılmış insanlara dair; henüz sağlıklı yüzlerinden toplama kampı öncesi bir fotoğraf olduğunu anlarız. Fotoğraf “yenilgiyle” sonuçlanan 1943’de Varşova Getto Ayaklanmasından geriye kalanlara ait. Kalabalığın az biraz dışında korkuyla ve kaygıyla bakan çocuk görüntüsü, daha çok ulaşır bize. Bakış çocuğa yoğunlaşır. Bizim şiddet tanıklığımız bunun-film karakterinin tanıklığının- ötesinde. Aynı toprakta olmanın ve her an doğrudan muhatabı olmanın beraberinde getirdiği bir yoğunluğun ve yorgunluğun içindeyiz.

Bazen şiddet dolaylıdır, görmek için çaba sarf etmeniz gerekir. Bizde ise açıktır, gizlisi saklısı yoktur. Yine bazen şiddetin faili belirsizdir, kendisini gizler, saklar. Bizde o da yoktur. Fail de bellidir, saklanmaz, gerek duymaz. “Türkiye’de neden çözülmemiş cinayet, yakalanmamış seri katil yok?” sorusunun cevabı da burada gizlidir. Her birimizin aklına şiddet denildiğinde farklı anlar geliyor olabilir, benim aklıma ilk gelen 10 Ekim 2015 örneğin.

- Türkiye’nin pek çok kentinde bombalar patladı ama 10 Ekim bunların en sarsıcısıydı sanki. 10 Ekim 2015’de başkentin ortasında patlayan bombayla 103 kişi son defa gökyüzüne, toprağa, Ankara Garı'na, Gençlik Parkı'na baktılar. 10 Ekim sadece boyutları nedeniyle değil, eylemlerin-mitinglerin katılımcılarını, yapısını ve kültürünü değiştirme konusunda da bir dönüm noktası oldu. 90’lı yıllarda ve 2000’li yılların başında Ankara’dan yolu geçenler, farklı illerde yaşayıp KESK üyesi olanlar bilir. KESK çoğu zaman, hiçbir şeyi değiştirmese de, merkezi Ankara eylemleri yapardı, kimi zaman diğer işçi sendikaları özellikle Türk-İş de. Bu eylemlerde kortejlerin alana girişlerini izlemek ve her kortejde farklılaşan sloganlara kulak kabartmak ayrı bir eğlenceydi. Eylemler çokça kullanılan bir deyimle Hakkari’den Edirne’ye kadar vatan topraklarına dağılmış arkadaşları görme, yeni insanlara selam verme ve tanışma, Kızılay’da birlikte yemek yemek ve bir şeyler içmek için vesile olurdu. O dönem çay ile birlikte oralet hala içiliyordu. Kahvenin, özellikle filtre kahvenin, tartışılmaz hükümdarlığı başlamamıştı henüz. Ve mitinglere çoluk çocuk birlikte gidilirdi. Çocuğu kime bırakacağım diye düşünülmezdi, çocuklar için de miting eğlence demekti. Halaya onlar da katılırdı. Bir nesil bu eylemlerde, Güneydoğu kortejleri sayesinde, halay çekmeyi öğrendi desek abartmış olmayız. 10 Ekim tüm bunları değiştirdi. Uzun bir süre kalabalık olunabilecek hiçbir yere gidilmedi, sonrasında gitmeye başlandığında ise çocuklar evde bırakıldı. Güvensizlik tohumları içimize sızdı. İnsanlara güvenmiyoruz, “yanı başımda ve bana gülümsüyor ama birazdan bir bomba patlatabilir” duygusu yerleşti. Güven olmadan nasıl yaşanabilir? Bir dönemi ve bir geleneği böyle bitirdiler. Her şey biraz daha renksizleşti, biraz daha aşındı.

- Sokağa çıkma yasaklarından ekranlara taşınanlar oldu. Yıkılan evler, sokak ortasında kalan cenaze, kokmasını önlemek için buzdolabına konanlar, canlı yayına bağlanıp nerede olduklarını, nasıl olduklarını söyleyenler ve ardından gelen ölüm… Son kareye ellerini başlarının üstünde tutarak kentten çıkanlar-çıkarılanlar yansıdı.

- Aynı dönemde Ortadoğu coğrafyasından yayılan bir diğer görüntüye; boğazı kesilen, turuncu giydirilmiş-diz çökmüş insanların görüntüsüne tanık olduk, izledik… Bu videoların bilerek ve istenerek yaygınlaştırılmasına, korkunun yayılmasına. Neden turuncu derken, Guantanamo’daki görüntüler aklıma geliyor. Orada tutulanlara da turuncu giydiriliyordu. Şiddetin sürekliliği renk üzerinden sağlanıyor sanki.

- 2016 da bir temmuz akşamı uçakların Ankara üzerinden alçak uçuşuna tanık olduk. Ardından tankların sokaklarda olduğu haberi duyuldu. Ne olduğunu anlamadan TRT’den bir açıklama yapıldı. 70’li yıllarda olduğu gibi. Sosyal medya varken neden taa TRT’ye kadar gitme ihtiyacı hissettiler, hiç bilemedim. Sonrasını hepimiz biliyoruz. Acı, tüm ülkeye yayılan şiddet, işinden gücünden olan insanlar, intihar edenler, Meriç’te boğulanlar.

- Cumhurbaşkanı adaylarının ikisinin de onay vermesi ile 12 vekilin cezaevine gönderilmesi aklıma düşüyor. 28 Mayıs 2023 seçimden yenilgiyle çıkan adayı, hiçbir şekilde “amasız” bir biçimde demokrasinin asgari değerleri için mücadele etmeyen bir muhalefeti desteklemeye devam etme zorunluluğu ve bunun yaratmış olduğu yük.… “Ana muhalefetten” beklediğimiz radikal demokrasi değil elbette. Sadece Kant’ın koşulsuz buyruk olarak tanımladığı buyrukların ilkine göre davranabilse içimiz rahatlayacak.

Öyle davran ki davranışın temelindeki ilke, tüm insanlar için geçerli olan evrensel ilke veya yasa olsun.

- ***

Bir tanıklıktan diğerine doğru giden, bir türlü bitmeyen bir sarmaldayız. Yüzümüzü çevirsek bile bir yerden karşımıza çıkıyor, bırakmıyor. Ve tüm bunların bıraktığı bir etki var. Etki tam olarak karşılamıyor aslında "travma" var. Siyasi analiz yapanların üstünden atladığı nokta da bu sanki. Travmayı da gören bir bakışın yokluğu. Bunu gözetmeyen söylemlerin, politikaların, çağrıların ve seslenişlerin karşılığı sınırlı oluyor.

Şu an siyasi öznelerin yapması gereken az biraz durmak sanki. “Kişiler neyse de kurumlar durabilir mi?” diyenlere, cevap evet olacaktır. Durmak da bir eylem-eyleme biçimi. Durmak, hiçbir şey yapmamak değil, düşünmek için, derinleşmek için, kendine dönmek ve anlamak için “duraklamak” sadece. Sürekli hareket halinde olmak, kendini anlatmak, kendini açıklamak, cevap yetiştirmek politika yapmak anlamına gelmiyor, üretmek anlamına gelmiyor. Kargaşaya son vermenin yolu da biraz bu. Evet, muhalefete baktığımızda gördüğümüz şey kargaşa. Şiddetin en fazla muhalefetin, özellikle HDP’nin seslendiği kitleyi hedef aldığını düşünürsek sorumlulukları daha da fazla. HDP üzerinden tartışmalara katılanların gözetmesi gereken daha fazla yorgunluk yaratmamaları. Size bakan, sizi dinleyen ve değer veren milyonlar var. Yormayın. Politika sadece akılla yapılmıyor, en az onun kadar gerekli olan şey duygu ve duygular da yoruluyor, kopuyor. En önemlisi belki de hiçbir seçimin o kadar da kritik olmadığını kabul edip, “en kritik, en bu, en şu seçim” demeyi bırakarak geleceği planlamak. Hesaplamalara göre insan evladı olarak en az 1 milyon yıl daha buralardayız.

Biz faniler de az biraz dinlensek fena olmayacak. Bu bir kaçış değil, yeniden doğrulmanın yolu. Dinlenmek gerekiyor. Kaçan bir şey yok, kuyunun dibine nasıl olsa düşmeye devam ediyoruz. Elbette bir yerde-anda yakalarız tutunacak bir dal. Bu nedenle bir süreliğine de olsa duymama, cevap vermeme, susma, konuşmama, hepsinden, her şeyden ve herkesten uzak durma zamanı. Bir süreliğine de olsa, hazır yaz da gelmişken, toprağa oturmanın, uzanmanın ve kendini toprağa bırakmanın zamanı. Bilimsel bir biçimde söylersek, bırakalım yer çekimi bedenimizdeki, beynimizdeki, yüreğimizdeki ağırlığı çekip alsın, hafifleyelim. Eğer topraktan geldik toprağa gidiyoruz diyorsak, bırakalım toprak bizi kucaklasın ve her bir hücremize yerleşmiş yorgunluğu sağaltsın. Ancak dinlendikten sonra yeniden devam etmek mümkün olacak.