Erdoğan’ın istediği reform değil seçimleri kazanmak

Erdoğan, ‘‘içine düştüğü bu imkân ve şerait içerisinde’’ bir çıkış yolu arıyor. Önümüzdeki seçimlere kadar bir yol bulamazsa ve seçimleri kaybederse bedelinin çok ağır olacağını biliyor. Durum Erdoğan’ın da sık kullandığı bir tabirle, ‘‘Ya olacağız ya öleceğiz!’’ aşamasına gelmiş durumda. Erdoğan’ın çıkış için bulduğu yol, parlamenter sisteme ve AKP’nin kurucu dinamiklerine dönüş.

Google Haberlere Abone ol

Ahmet Saymadi*

Kasım 2020, dünyada ve Türkiye’de politik hareketliliğin çok yoğun olduğu bir ay oldu. Dünyada; ABD seçimlerindeki başkan değişikliği, korona virüsü aşısının birkaç ülkede birden bulunması, İran’da Muhsin Fahrizade suikastı, Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki Karabağ savaşı, Fransa’da göçmenlere saldırılar gibi olaylar yaşandı. Türkiye’de ise döviz kurlarında hareketlilik, Berat Albayrak’ın istifası, Alaattin Çakıcı’nın siyasi bir özne olarak ortaya çıkması, Bülent Arınç’ın açıklamaları ve ardından istifası, Erdoğan’ın reform söylemleri ve o söylemden dönüşü, adalet bürokrasisindeki yer değişiklikleri, Akdeniz’de Türk bandıralı bir gemiye baskın gibi olaylar yaşandı. Hepsi sadece bir ayda oldu ve önümüzdeki birkaç ay içerisinde de bu hareketlilik sürecek gibi. Dünyadaki siyasi gelişmelerden Türkiye etkilense de bizdeki siyasi hareketliliğin ana sebebi önümüzdeki genel seçimler.

Değerlendirmeye biraz geriye giderek başlayalım. Erdoğan devlet protokolünde, önünde bir isim daha olmaması için, tabir-i caizse ‘‘1 numara’’ olmak için 2014’te cumhurbaşkanı adayı oldu ve seçildi. Erdoğan, Türkiye’deki parlamenter sistemde cumhurbaşkanlığının temsili bir makam olduğunu biliyordu. Erdoğan, cumhurbaşkanlığı görevine devam etse bile gücünü kaybetmeyeceğini düşünüyordu fakat kısa süre sonra gerçekliğin pek de öyle olmadığını, gücünü kaybetme riski olduğunu anladı. Başbakanlık hem bürokrasinin başı hem de icra makamıydı ve o makamdaki kişi aynı zamanda seçildiği partinin de başkanıydı. Erdoğan hukukçu kurmaylarına aynı anda hem cumhurbaşkanı hem başbakan hem de parti başkanı olabileceği bir sistem üzerinde çalışmaları talimatını verdi.

Erdoğan’ın hukukçuları Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi diye bir sistem icat ettiler. Ancak hayata geçirmek için MHP’nin de desteğini almak zorundaydılar. MHP’nin ise tek şartı vardı: ‘‘Cumhurbaşkanının seçilme oranı yüzde 50 olsun.’’ İki parti uzlaştı ve Türkiye 16 Nisan 2017’deki anayasa referandumuyla parlamenter sistemden, cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine geçti. Bahçeli Erdoğan’a referandumdaki desteğine karşılık, Erdoğan’ı kendisine ömür boyu muhtaç etmiş, iktidarın küçük ortağı olmuştu. AKP’lilerin elimiz kırılsaydı da, ‘‘Seçilme oranını yüzde 50 yapmasaydık,’’ dediklerini duyar gibiyim.

Erdoğan 2017’deki referandumun üzerinden sadece 3 yıl geçmiş olmasına rağmen cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminin yürümediğini, bürokrasinin işlemediğini görüyor. MHP’yle yol yürümenin kendi tabanında yarattığı rahatsızlığı, MHP’yi tutmak için sürekli taviz vermek zorunda kaldığını ve bu durumun kendi tabanını erittiğini de görüyor. Erdoğan’a yakın anket şirketleri, kamuoyuna Cumhur İttifakı’nın önde olduğunu gösteren veriler sunsa da Erdoğan’a en gerçek anket sonuçları gidiyordur. Bunların üzerine bir de ekonominin içindeki kötü durumu, Türkiye’nin 12 ay içerisinde ödemesi gereken 171 milyar dolarlık dış borcu ve korona virüsü pandemisinin olumsuz etkilerini ekleyebiliriz. Buna bir de Erdoğan’ın üzerine oturduğu tabana seslenen Saadet Partisi’ni, Deva Partisi’ni, Gelecek Partisi’ni ve MHP’nin oturduğu tabana seslenen İyi Parti’yi ekleyebiliriz. Erdoğan’ın uykularının kaçtığı aşikâr.

Erdoğan, ‘‘içine düştüğü bu imkân ve şerait içerisinde’’ bir çıkış yolu arıyor. Önümüzdeki seçimlere kadar bir yol bulamazsa ve seçimleri kaybederse bedelinin çok ağır olacağını biliyor. Durum Erdoğan’ın da sık kullandığı bir tabirle, ‘‘Ya olacağız ya öleceğiz!’’ aşamasına gelmiş durumda. Erdoğan’ın çıkış için bulduğu yol, parlamenter sisteme ve AKP’nin kurucu dinamiklerine dönüş. Bu dönüş kararında iç siyasetteki sıkışma kadar, borç bulmaya çalıştığı uluslararası sermaye gruplarının Erdoğan’ın önüne koyduğu koşulların da etkisi büyük.

Erdoğan, cumhurbaşkanlığı yönetim sisteminde ısrar ederse kaybetme riskinin büyük olduğunu görüyor. Diğer taraftan MHP’yle ittifak AKP’nin altını oyuyor, taban MHP çizgisine doğru kayıyor. Ayrıca MHP’yle ittifak demek, Erdoğan için çok önemli olmayan bazı gündemlerle de uğraşmak demek. Dolayısıyla Erdoğan bir dönüş kararı vermiş durumda. Ancak kararı hayata geçirirken bir yandan parti içi güç dengelerini, diğer taraftan da ittifaklar arası rekabeti gözetmek zorunda. O yüzden, iki ileri bir geri zikzaklar çiziyor. Erdoğan’ın gözetmek zorunda kaldığı bir diğer denge ise Cumhur İttifakı içindeki denge. Çünkü Erdoğan’ın bu dönüşü, MHP’yi çok güçlü bir pozisyona itiyor. Erdoğan manevra aşamasında istediklerini nihayete erdirmeden MHP ittifaktan çekilirse, iktidardan düşer. O yüzden bu denge çok hassas. Devlet Bahçeli de bir ikilemin içerisinde. Erdoğan’ın dönüşüne izin verirse partisi boşa düşebilir. Erdoğan’dan desteğini çekse muhalefete düşüp birçok imkânı kaybedebilir ve devlet içerisindeki milliyetçi kadroları İyi Parti’ye kaptırabilir. O yüzden hem Erdoğan hem Bahçeli çok itidalli hareket ediyor. Herkes birbirinin en zayıf anını kolluyor. Erdoğan ve Bahçeli birbirlerine karşı konuşmasalar da alt kadrolarda hem söylemler sertleşiyor hem de faaliyetler sürüyor.

Erdoğan dönüşünde öncelikle muhalefetin, muhalefet etme argümanlarını ellerinden almak istiyor. Bunun başında ekonomi geliyor. Bu noktada kendi açısından kritik bir adım attı. Ekonomi yönetimini Berat Albayrak’tan alıp eski bürokratlara, teknokratlara teslim etti. Maliye Bakanlığı’na getirilen Lütfü Elvan ve Merkez Bankası’nın başına getirilen Naci Ağbal eski bürokrat, AKP’nin asli kadroları değiller. Ekonomideki olumsuz durum değişir mi bilinmez, ama ekonomi bürokrasisindeki bu görev değişiklikleri silsileyle en alt kadroya kadar ilerleyecektir.

Erdoğan’ın ikinci hamlesi yargı bürokrasisine oldu. Hakimler ve Savcılar Kurulu (HSK), aralarında İstanbul Başsavcısı İrfan Fidan ve Ankara Başsavcısı Yüksel Kocaman’ın da olduğu 11 kişiyi Yargıtay’a atadı. Verdikleri kararlarla çok tartışılan ve medyada sıklıkla haber olan bu isimlerin kritik görevlerden Yargıtay’daki sıradan bir üyeliğe atanması terfi yoluyla tasfiyeydi.

Erdoğan’ın yargı bürokrasisindeki bu adımı hemen karşılık buldu. Atama haberinin basına düştüğü 27 Kasım Cuma günü çeşitli illerde (Aydın, Bursa) farklı dosyalardan gözaltına alınan HDP’liler serbest bırakıldı. Sonrasındaki günlerde gözaltına alınan HDP’liler de (Denizli, İstanbul) çoğunlukla serbest bırakıldı ve tutuklanma sayıları hızla düştü. Ancak yargıdaki bu değişikliğe rağmen operasyonların sürüyor olması ve işçi eylemlerine sert müdahaleler, başında Süleyman Soylu’nun olduğu güvenlik bürokrasisinin Erdoğan’ın dönüş kararına pek de eşlik etmediğini gösteriyor. Önümüzdeki günlerde ekonomi ve yargıdaki görev değişikliklerinin güvenlik bürokrasisinde de yaşanmasını bekleyebiliriz.

Erdoğan her ne kadar dönüş manevrası yapmak zorunda kalsa da bu dönüş manevrasında pek gönüllü değil. Erdoğan’ın manevrasına eşlik edenler olduğu gibi, hızlandırmaya çalışanlar ve yavaşlatmaya çalışanlar da var. Örneğin, Abdulhamit Gül, Naci Ağbal, Lütfü Elvan ve Numan Kurtulmuş, Erdoğan’a eşlik ediyor. Bülent Arınç hızlandırmaya çalışıyor. Burada ekleyelim, Arınç’ın hızlandırma çabası bir sonuç vermedi ve istifa etmek zorunda kaldı. Dönüşün rotasını erken açık eden ve Erdoğan’ın parlamenter sisteme döneceğini ifade eden eski AKP Diyarbakır Milletvekili M. İhsan Arslan ise Disiplin Kurulu’na sevk edildi. Yavaşlatmaya çalışanlar arasında ise başı Devlet Bahçeli çekiyor. Arınç’ın sözlerine Bahçeli çok sert tepki verdi. Abdulhamit Gül, ‘‘İnsan haklarına dikkat edeceğiz,’’ dedikçe, İçişleri Bakanlığı operasyon yapıyor. En son eski AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu’na bir YPG’linin cenazesine katıldığı için soruşturma açıldı. Erdoğan dönmek zorunda olduğunu biliyor, Bahçeli ise dönüşü durdurmak, durduramıyorsa yavaşlatmak veya dönüş yolunu uzatmak istiyor. Erdoğan’ın mecbur kaldığı bu dönüşteki ‘gönülsüzlüğü’, hızlandırmak isteyenlerin aleyhine, yavaşlatmak isteyenlerin ise lehine işliyor.

Pelikan Grubu olarak adlandırılan grup ise, AKP tabanının fikriyatını belirlediğini düşündüğü için, Berat Albayrak’ın istifaya zorlanmasına rağmen çok özgüvenli. Erdoğan’a karşı, ‘Saf değiştiririz’ kartını göstererek pozisyonlarını korumaya, kendilerini güvene almaya çalışıyorlar. Pelikancı olarak bilinen ve Yargıtay üyeliğine atanarak tasfiye edilen İrfan Fidan’ın adı; tasfiye edilmesine rağmen çok korunaklı bir konum olan anayasa Mahkemesi üyeliği için geçiyor. Aynı ekipten olan ve Yargıtay’a atanan eski HSK Genel Sekreteri Fuzuli Aydoğdu’nun adı ise HSK üyeliği için geçiyor. Pelikancı ekip eski görevlerinden daha önemsiz bir göreve atansa da şimdiye kadar yaptıkları hukuksuz işlemlerin sorgulanmamış olması, ait oldukları gruba dair bir hassasiyetin gözetildiğini ortaya koyuyor.

Bir de dış siyasetin iç siyasete etkileri var. Erdoğan’ın iki avantajı ve iki dezavantajı var. Avrupa’nın iki korkusu var, birisi göçmen akını, diğeri de Avrupa’da İslamcı örgütlerin yaygınlaşması. Erdoğan’ın otoriter yönetimi, göçmen akınını durdurmak için avantajı; Avrupa’daki İslamcı örgütlere hamilik yapması ise dezavantajı. ABD seçimlerini Biden’ın kazanmasıyla, ABD’nin dış tehdit algısı Çin’den Rusya’ya döndü. Türkiye Rusya’ya yakın olduğu için ABD’nin Rusya’ya karşı Türkiye’ye ihtiyacı var, bu Erdoğan’ın avantajı. Erdoğan’ın Biden’ın başında olduğu Demokratlara değil, Cumhuriyetçilere yakın olması ise Erdoğan’ın dezavantajı.

Hasılı Erdoğan’ın manevrasının başarıya ulaşıp ulaşmayacağı, dönüş manevrasına devam edip etmeyeceği; dış siyasetin iç siyasete etkisinin ne olacağı şimdilik meçhul. Burada Erdoğan’ın dönüşündeki en büyük dezavantajının kendisi olduğunu eklemek gerek. Önümüzdeki birkaç ay politik olarak çok daha hareketli geçecek, her siyasi öznenin hamlesi kritik önem taşıyor.

 *HDP Parti Meclisi Üyesi