Eray Karınca: Biri aldatıyorsa öldürülmeyi hak ediyor anlayışı var

Eray Karınca, TBMM Kadına Karşı Şiddet Araştırma Komisyonu’nda gündeme gelen “sadakat” konusuna tepki göstererek, “Kişiye kötü davranmak da sadakat yükümlülüğüne aykırı davranıştır” diyor.

Google Haberlere Abone ol

Meral Candan

DUVAR - TBMM Kadına Karşı Şiddet Araştırma Komisyonu’nun dokuzuncu toplantısı geçtiğimiz günlerde gerçekleştirildi. Toplantıda ele alınan eşin sadakatsizliği, aile arabuluculuğu ve İstanbul Sözleşmesi’nden çekilinmesi konuları medyaya da yansıyarak tartışma konusu oldu.

30 yılı aşkın aile, ticaret ve ceza mahkemelerindeki hakimlik yapan, 2011 yılında da Karınca Avukatlığı kuran Eray Karınca, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımla “Türk Medeni Kanunu’nun 185. maddesindeki eşlerin sadakatsizliği” konusunun toplantıda ele alınış biçimini eleştirdi. Karınca paylaşımında “Sadece cinsel değil, ekonomik, psikolojik, fiziksel şiddeti de içeren bu madde tüm boşanmaların dayanağıdır, çok geniş bir kavramdır. O halde cinsellik dışındaki sadakat yükümlülüğüne aykırılıkları da haksız tahrik saymalısınız, sadece birini seçiyorum olmaz” ifadelerini kullanarak sadakatsizlik konusunun sadece cinsel açıdan ele alınmasına tepki gösterdi.

Eray Karınca ile sosyal medya paylaşımında dile getirdiği “sadakatsizlik” mevzusunu ve komisyon toplantısında gündeme gelen konuları konuştuk.

‘EŞLER ARASINDAKİ SADAKAT SADECE CİNSEL SADAKAT DEĞİLDİR’

Sosyal medya paylaşımınızda eşlerin birbirine karşı sadakatsizliği konusunun sadece cinsel açıdan ele alınmasına tepki gösterdiniz. Bu konu neden önemli?

Eray Karınca

Komisyon toplantısında Yargıtay’ın ilgili ceza dairesinden gelen üyenin referans olarak gösterdiği medeni hukukun alt dalı olan aile hukuku. Aile hukuku, benim uzmanlık alanım. Orada ifade edilen şey çok doğru değil. Daha doğrusu referans aldığı kısım eksik. Sadakat yükümlülüğü bizde Medeni Kanunu’nun 185. Maddesi’nde düzenlenmiştir. Aslında bütün boşanmaların dayanağı, bu maddedir. Çünkü bu madde şöyle der; evlenmeyle eşler arasında evlilik birliği kurulmuş olur. Eşler bu birliğin mutluluğunu el birliğiyle sağlamak, çocukların bakımına, eğitim ve gözetimine beraber özen göstermekle yükümlüdür. Eşler birlikte yaşamak, sadık kalmak ve birbirine yardımcı olmak zorundadır.” Sadakat yükümlüğünün kaynağı nedir? İkinci fıkradaki eşlerin birbirine sadık kalmaları… Peki buradaki “sadakatten” ne anlıyoruz? Sadık kalmak, öyle zannedildiği gibi sadece cinsel sadakat değildir. Kişiye kötü davranmak, iyi bir eş, anne, baba olmamak, eziyet etmek de sadakat yükümlülüğüne aykırı davranıştır. Kişiyi aç, parasız bırakmak, sürekli aşağılamak, itibarını rencide edecek ifadeler kullanmak da buna girer. Dolayısıyla bu maddenin sadece bir kısmını referans alarak, kadın cinayetlerinde “karım beni aldatıyordu” sözüyle ceza indirimi yapılması kabul edilemez. Hareketin sübjektif ölçülerin dışında haksız olması yanında diğer söylediğim argümanlara ilişkin de değerlendirme yapmak lazım. Eğer sadece bu kısmı referans alınıyorsa, bu doğru değil.

‘HUKUK KEYFİLİĞE CEVAZ VERMEZ’

Sadakat konusunda neden özellikle cinsellik tarafı ön plana çıkarılıyor?

Çünkü bu, bütün kodlarımıza işlemiş. Ceza yargılamasında da bunu görüyoruz. Biri aldatıyorsa, tabi ki direkt böyle söylemiyorlar ama öldürülmeyi bir nebze hak etmiştir anlayışı var. Ya da cezada indirim yapmanın gerekli olduğu… Böyle bir içselleştirme söz konusu. Ama ben diyorum ki, referans olarak bu maddeyi alamazsın, bu doğru değil. O zaman bunun diğer argümanlarını da almak zorundasın. Ekonomik, psikolojik şiddeti de almak zorundasın. Keyfi olarak ben sadece namusla ilgili kısmını kabul ediyorum diyemezsin. Madeni Kanun böyle bir hak vermiyor. Hatta Medeni Kanun yeri geldiğinde Ceza Kanunu’na göre daha temel bir kanundur. 1940’lı yıllarda verilmiş bir Yargıtay İçtihatı birleştirme kararı var. Burada der ki, Ceza Kanunu’nda hüküm olmayan yerlerde Medeni Kanunu kullanabilirsiniz. Tabii Ceza Kanunu özel bir kanundur, önceliği vardır. Siz burada ceza indirimi için Medeni Kanun’a atıf yapıyorsunuz ama onun içinden keyfi olarak “ben bu kısmı seçtim” olmaz. Hukuk, keyfiliğe cevaz vermez. Hiç kimse kendi düşüncelerine, inançlarına Medeni Kanunu vasıta kılamaz.

‘ASIL SORUN, CİNSİYET EŞİTLİĞİNİN FARKINDA OLUNMAMASI’

Neden hep aynı şeyleri tartışıyoruz?

Siz en mükemmel kanunu da yapsanız, kişi kendi zihniyetine göre onu alır, evirir, çevirir ve istediği noktaya getirir. Çünkü kanunlar nihayetinde kuru metinlerdir. Bunları olaylara uygulayacak olan, hukukçuların yaklaşımıdır. Siz toplumsal cinsiyet eşitliğini içselleştirmemiş hukukçuların, yargıçların önüne bu davaları koyarsanız, adamın gururu incindiği için kadına şiddeti meşru gören bir yaklaşımı olur. Birçok olayda biliyoruz ki, ortada aslında gerçek bir aldatma falan yok. Kadın cinayetlerinde kadın ölmüş, kendini aklama, açıklama imkanı yok ama boşanma davalarında şahit oluyorum; aldatma söylemlerinin çoğu gerçeklikten uzak. Erkek eve geldiğinde eşinin banyo yaptığını görüp “Ben gelmeden banyo yaptığına göre demek beni aldattın” bile diyebiliyor. Tabi ki, sanıklar da aldatma argümanından yararlanmak istiyor. Bu tür durumlarda hayatın hele hele cinsiyet eşitliğinin farkında olan hakimlerin bunları değerlendirmesi lazım. Asıl sorun, cinsiyet eşitliğinin farkında olunmaması.

‘ŞU AN EN ÖNEMLİ SORUN KADIN CİNAYETLERİ’

Cinsiyet eşitliği, hukuk derslerinin bir parçası mı olmalı?

Kesinlikle bu eğitimin bir ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de bu eğitim, bazı hocaların kişisel çabalarıyla oluyor. Bu davalara bakan hakimlerin, savcıların, hukukçuların bu eğitimden geçmeleri şart. Bu eğitimi almadıkları sürece, kanun yapsanız da sonuç alamazsınız.

Komisyon toplantısında da yine gündeme gelen konulardan biri de “kravat indirimi” oldu. Ceza indiriminin kadın cinayeti ve kadına şiddet davalarında bu kadar kolay verilmesinin sebebi nedir?

Gerçek bir pişmanlık duyulursa, kişi kendisini düzgün ifade ederse, pişman olduğuna dair mahkeme heyetini ikna ederse, iyi hal indirimi uygulanması gereken bir indirimdir. Bunun toplumsal cinsiyet eşitliğiyle ilgisi yok. Fakat şu aşamada kadın cinayetlerinin ve kadına yönelik şiddetin önlenmesinde kararlılığın gösterilmesi açısından yargının daha dikkatli olması ve gerçekten hak edenlere bunu uygulaması gerekiyor. Bunun bu kadar kolay suistimal edilmesinin sebebi şu: Yargıtay diyor ki, sanığı iyi hal indiriminden faydalandırmıyorsan bunun gerekçesini yazmak zorundasın. Bu olanaktan sanık yararlandırılmıyorsa mahkemenin biraz daha kafa yorup, konuya eğilip buna gerekçe yazması lazım. Onun yerine matbu gerekçelerle altıda bir oranında otomatik indirim yapılıyor. Şu an Türkiye’de temel sorun, pandemi ya da Marmara Denizi’ni saran müsilaj gibi görülüyor ama bunlar zaman içinde çözüme kavuşabilir sorunlar. Ama en önemli ve kadim sorun, kadına şiddet ve kadın cinayetleridir. Bu bakış açısıyla olaya baktığımızda bence indirim olmamalı, buna izin verilmemeli. Gerçekten hak edenlere uygulanmalı. Her durumda yapanın yanına kar kalmamalı.

‘ŞİDDET DURUMUNDA ARABULUCUĞUN DEVREYE GİRMESİ EŞYANIN TABİATINA AYKIRI’

Kadına yönelik şiddet olaylarında aile arabuluculuğu da komisyon toplantısında önerildi. Bu uygulamanın şiddeti önlemede etkin bir rolü olabilir mi sizce?

Öncelikle “arabuluculuk nedir” onu iyi anlamamız lazım. Arabulucu, konumu gereği tarafsız olmak ve iki tarafa da eşit davranmak zorundadır. Bu iki taraf eşit olduğu takdirde arabuluculuk iyi işleyecek bir sistem. Ama ortada şiddetin olduğu bir durumdan bahsediyoruz. Birinin “benim dediğimi yapacaksın” diye şiddet uyguladığı bir olayda arabuluculuğun devreye girmesi eşyanın tabiatına aykırı. Neden? Zaten ortada bir zorbalık var. Oysa aile hukukunun temelinde zayıfın korunması ilkesi vardır. Arabuluculuğu getirmekle aile hukukunun temel ilkelerinden birini bertaraf ediyorsunuz. Buna hakkınız yok. Kötü bir deyim var “kocadır döver de sever de” diye. Bu durumda çaresiz ve güçsüz olan kadını, buna razı etmeye yönelik bir çaba olacaktır arabuluculuk.

 ‘6284 SAYILI KANUN, KADINLARIN TEMİNATIDIR’

1 Temmuz’da Türkiye ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesi’nden çekiliyor. Sözleşme sona erdiğinde kadınları koruyacak kanunlar neler?

6284 sayılı kanun aslında İstanbul Sözleşmesi’ne referans veriyor. 6284 sayılı kanunda, sadece kanunun varlığıyla yetinmeyip, bir de “gücünü İstanbul Sözleşmesi’nden alır” denmiş. Burada amaç, hakimlerin sözleşmedeki maddeleri içselleştirip yorumlamaları. Bu ileri uygulamalara fırsat versin diye düşünülmüş bir önlemdi. Oysa 6284 sayılı kanunun buna ihtiyacı yok. Kanun zaten kadına şiddeti önlemede hakimlere ve kolluğa gerekli şeyleri söylüyor. Ancak 6284 sayılı kanun her şeyi çözme iddiasında olan bir kanun değil, bir acil servis kanunu, aspirin kanun. Amacı şiddeti veya şiddet tehlikesini o an ortadan kaldırmak. Kadına şiddetin temelden önlenmesi ise daha derin, klinik, sosyo politik çabalara ihtiyaç duyar. Konumuza dönersek İstanbul Sözleşmesi’nden çekilinse bile 6284 sayılı kanun, kadınların teminatıdır. Maalesef bir kesimin yeni hedefi bu kanunu ortadan kaldırmak. Umarım bu kötülüğü başaramazlar. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılma sebeplerinden biri de sözleşmenin aile arabuluculuğunu açık olarak yasaklaması. Sözleşmenin 48. Maddesi’nde bu konu açıkça belirtilmiş durumda. Sözleşmeden çıkarak bunu yok etmiş oluyorlar. Aslında gerçek tehlike orada. Çünkü 6284 sayılı kanun her şeyi ile devam ediyor, İstanbul Sözleşmesi olsa da olmasa da…

‘DEVLET, İSTANBUL SÖZLEŞMESİNDE KENDİNE YÜKLENEN SORUMLULUKLARDAN AZADE OLDU’

İstanbul Sözleşmesi olmasa bile 6264 sayılı kanun kadınların güvencesidir diyorsunuz. O halde neden İstanbul Sözleşmesi’ne ihtiyaç duyuldu.

6284 sayılı kanunun İstanbul Sözleşmesi’ne ihtiyacı yoktu. Amacı, hakimlerin sözleşmeden daha çok yararlanmasıydı. Burada biraz kendime pay çıkarmak istiyorum. 6284 sayılı kanundan önce 4320 sayılı kanun vardı. Dört maddelik bir kanundu ve işe yarayan iki maddesi vardı. Ben hakimliğim sırasında o kanunla kadının şiddetten korunması yönünde çok sayıda öncü sayılacak karar verdim. Bunu yaparken de uluslararası sözleşmelerden yararlandım. İşte 6284 sayılı kanun dayanağını İstanbul Sözleşmesi’nden alıyor derken kasıt budur. Kanunu “bu sözleşme gibi geniş yorumlayın” demekte. Öte yandan İstanbul Sözleşmesi’nin önemi şu; sözleşme devlete toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlamak için tedbir almak ve hesap vermekle yükümlüsün diyor. Şimdi o yükümlülükler kalktı. Ama zaten önemli kısmı, CEDAW ve diğer imzaladığımız sözleşmelerde de var. Dolayısıyla kadının aleyhine doğrudan hukuki bir sonuç doğurmaz. Çıkma kararı o çevrelere verilen bir ödün ama verdiği mesaj vahim.

Tekrar edeyim 6284 sayılı kanunda amaç şiddeti anında durdurmak. Ama şiddeti durdurmak da yetmiyor ki… Örneğin devlet kadınların rahatça gezeceği sokaklar, şehirler yaratmak, kadınların tacize uğramayacağı bir yaşam oluşturmak zorunda. Bu taahhütleri yerine getiriyor mu? Aslında İstanbul Sözleşmesi devleti bu konuda zorluyor. Çıkmakla devlet, bu yükümlülüklerden güya azade oldu. Gerçekte kadını şiddet ve ayrımcılıktan koruyacak birçok kanun maddesi var hukukumuzda. Yeter ki, bu konuda bilinçli hukukçular olsun.

İkidir hukukçuların toplumsal cinsiyet eşitliği konusundaki bilinçsizliğine vurgu yaptınız. Sizce bu sorun nasıl ortadan kalkar?

Yargı mensupları da bu toplumun bireyleri ve bu toplumun yansımaları. Onların toplumsal cinsiyet eşitliği konusunda bilinçlendirici ve yönlendirici bir eğitimden geçmesi lazım. Hatta hukuk fakültelerinde bu eğitimin olması lazım. İlkokulda bile bu dersin işlenip herkese bu bilincin aşılanması çok önemli. Yoksa başta da değindiğim üzere, kötü hukukçu “doğru veya yanlış, haksız tahrik, namus der, kravat indirimi” der, yapanın yaptığını yanına kar bırakır.