Endişe edip öz örgütlenelim

Bütünlüğümüzü koruyabilecek, bizlere yaşamak için bir anlam ve direnç verebilecek, bambaşka yaşamsal pratiklerin mümkün olduğunu gösterebilecek modellere, ara yüzlere, devinim alanlarına ihtiyaç var.

Google Haberlere Abone ol

Barış Onur Örs 

Girizgâhlara vakit kalmadı. Artık her şey pat diye!

Kimse bizim adımıza bir çözüm bulmayacak. Tam aksine, bizim böyle zayıf düşmemiz, çözüm beklediklerimizin iştahını kabartıyor. Maya Angelou'nun dediği gibi, asla sızlanma, sızlanmak bir zalime etrafta bir kurban olduğunu haber veriyor.

Bütünlüğü parçalanmış insan, "orman vasfını yitirmiş" bir doğa parçası gibi, ondan yararlanacakların ağzını sulandırıyor. Geliyor, en yakınımız, en bizden olan, oraya, içimize, yatırımlık bir ev yapıyor. Kendi başına akan bir dere olmamız kimsenin işine gelmiyor. Asla içine girilemeyen, suyu içilemeyen, çarkları döndüremeyen...

Özetle özgür olmamız, bir ve bütün olmamız, çeşitli ama birlikte olmamız istenmiyor. Ovadan dağlara bakanların orada defineleri, madenleri, av nesnelerini ya da cinleri gördükleri gibi; bize baktıklarında bütünlüğümüzü değil, haz nesnelerini, parçalanmış kimliğimizi ve işletilebilirliğimizi görüyorlar.

Karşımızda ne yalnızca bir devlet, ne siyasal bir parti, ne de kötü niyetli kişilerden oluşmuş bir grup var. Ovalardan, yamaçlarda kıvrılan parçalanmamış bedenlerimize bakıp henüz teslim alınmamış ruhlarımızı kesenler; dev ve sistematik bir ideolojik tahakkümün farklı aynalardan yansıyan görünümleri. Hepsi bölük pörçük ama toplamda hepsi ideolojik bir bütünün temsilcisi. Biz ise kendi içimizde tamız, kendimiz dışında hiçbir temsil iddiamız yok. Ama yeryüzünün kendinde varlıkları; en başta çocukları ve gençleri, insanları, ormanları, dereleri, vadileri ve canlıları olarak yapayalnızız. Bu yalnızlığın içinde, bütün evreni kucaklayabilecek bir genişliğe sahip olsak bile, karşımızdaki örgütlü ve bulaşıcı rasyonellik, birer "orman" olarak kalmamıza imkân vermiyor. Bizleri ilk fırsatta işlemek, işletmek istiyor. Bunun için de önce, engebeli yollarımızı temizlemek, dikenli çalılarımızı köklemek ve girilemeyen bölgelerimize girerek bizleri, kaynakları durmadan tükenen dev yangının hizmetine sunmak istiyor.

Çok fazla ara cümleye de gerek yok. Bu örgütlü, bulaşıcı ve yıkıcı rasyonelliği alt etmeliyiz. Her şeyi açık eden, bileşenlerine indirgeyen, araçsal, ideolojik makine, gizemlerimizi de söküp aldı elimizden. O kucakladığımız evren, inandığımız gizem ve kanaatkâr iyilik hallerimiz, gelip koşmadılar yardımımıza. Yanımızda durmadı dostlar, el alamadık önceki kuşaklardan, aileler bizleri bu ideolojik makinenin önüne ilk atanlar oldu. Kendimiz bile kendimize ihanet ettik. Bir parçamız öbür tarafımızla savaştı. Kaybeden ve kazanan parçalarımız oldu. Kimimiz bütünlüğünü korudu, kimimiz büyük makineye ormanlarını sundu. Çok azımız ise parçalanıp bütünlenebilme yetenekleri geliştirerek kentlerde dolaşmaya muktedir olduk. Her şeyi izleyen, metaforik gözün karşısında, bütün sınır aşımlarına izin veren bir "bayağılık" ve "gözsüzlük" kazandı.

O halde bırakıyor muyuz içsel ormanlarımızı? Hayır, hiç değil, hemen ellerini ovuşturmasın büyük makinenin tezahürleri.

Madem biz bizeyiz ve gizemli metaforik göz de bırakıp gitti bizi, o halde elimiz açık oynayalım. Herkes birbirini görsün. Rasyonelliğe rasyonellik, bulaşıcılığa bulaşıcılık ile karşılık verelim. Yepyeni ormanlar inşa edelim. Kadim ve sessiz ormanlarımızı, atalarımızı yakıp yıkmak kolaydı. Ama biz, ideolojik makinenin içine, giderek her yere dönüşen kentlere, tahakküm mekanizmasının kalbine, yepyeni ormanları ve yabanı yeniden örelim. Orman denen şeyin kadim bir oran, bir formül ve asla yok edilemeyecek ortak bir akıl olduğunu ideolojik tezahürlere öğretelim.

DİSTOPYADA YAŞAMAK

Artık bir distopyanın içinde yaşıyor olduğumuz ayan beyan bir gerçek olduğuna göre neden buna göre davranmayalım? Gündelik yaşamlarımızda garanti aramak oldukça büyük bir riske dönüştü. Güvenlik vaadiyle sunduğumuz ömürlerimizin, teslim ettiğimiz hayatlarımızın, ilişkilerimizin, doğamızın ve bütünlüğümüzün karşılığında ne ekonomik ne sosyal ne de sağlık güvencesine kavuşabildik. Dürüst ve uyumlu yaşamaya çalışanlarımız tükendikçe tükendi, aramızdan eksildikçe eksildi, teslim ettikleri ruhlarının karşılığında ne düzenli bir gelire ne de hayalini kurdukları serbest zamanlara sahip olabildiler. Bayağılık ve açgözlülük ile yağmacılık mantığıyla ilerleyenlerimiz ise kazandıkları serbest zamanları yepyeni yağmalar için kullanırken onlara karşı koyacak ne enerjiye ne de serbest zamana sahibiz. Çünkü hepsini onlara teslim ettik ve onlar bizleri yağmalarken zaten bizim enerji ve zamanlarımızı kullanıyorlar.

O halde, güvenlik ve sosyal refah vaadine dayanan sistemik anlatı çöktüğüne göre, neden hâlâ eski kontrata göre davranalım? Eğer gerçekten de artık bir distopyanın içinde yaşıyorsak, distopyada yaşamanın hakkını vermek gerekmez mi? Diyelim, gezegen yok oluyorsa ve artık bilimsel verilerle kanıtlandığı yetmezmiş gibi bu gözlerimizin önünde gerçekleşiyorsa, gezegen yanıyormuş gibi davranmamız gerekmez mi? Peki bunun için gereken gücü nereden bulacağız? Tabii ki ormanlarımızdan; yakılıp yıkılsalar bile kıyılarımız ve köşelerimizde kalan çalılıklardan, gözlerimizdeki son ışıltılardan. İşte bu yazı bunu hatırlamak için...

Herkes panik içinde savrulup dururken, vaktinde bir dostum bana şöyle hatırlatmıştı: "Dur ve izle! Belki de istenen şeydir bu panik, belki de istenen şeydir herkesin gittiği bu yön..." Bu yazı yazılırken, Akdenizde yine bir göçmen teknesi batıyor ve Türkiye vatandaşlarının Meksika sınırından ABD'ye kaçak giriş yaptıklarını okuyorum. Kanada ormanları yanıyor. Kanada'nın dumanları ABD'yi boğuyor. Herkesin kaçmak istediği ABD'nin büyük şehirlerinde halk yeniden maskelere bürünüyor. Dumanlar Avrupa'ya doğru geliyor. Sanki pandemiyi, depremleri yeni yaşamamışız gibi felaket üstüne felaket ekleniyor. Toplum olarak yalnızca iki temel hâl içindeyiz: panik ve donup kalma. Tıpkı katı halden direk gaz haline geçen maddelerin süblimleşmesi gibi...

Bu iki hâli çözebilmek için ihtiyaç duyduğumuz şey, bir eylem hâli gibi görünüyor. Ne olursa olsun eylemek... Belki de kaybettiğimiz en büyük şey bu. Aynı hataları yaparak değil ama sonuçtan bağımsız olarak eylemek, eylemde olmak. Vaktinde teslim ettiğimiz zamanlarımızı geri kazanmak. Zamanlarımızı geri kazanabilmek için eylemek ve eyleyebilmek için zamanlarımızı onları çalanlardan geri almak. Nefeslerimizdeki son buğumuz, gözlerimizdeki son ışıltılar, dağınık ve yapayalnız hallerimizle bunu yapabilir miyiz? Bilemem, ama yapabileceklere güç verebiliriz; en azından nefesimizdeki son buğuyu, gözlerimizdeki son ışıltıyı, bu kez çaldırmadan, onları çoğaltabileceklere teslim edebiliriz. Kalpleri pıtır pıtır atan, nefeslerini hâlâ gürül gürül içine çeken, iç ormanlarını, dağlarını, vadilerini henüz teslim etmemiş, bizden yaşça daha küçük olanlara da böyle bir aktarım borcumuz var.

Donma ve panik halinden çıkıp, bütünlüğümüzü koruyabilecek, bizlere yaşamak için bir anlam ve direnç verebilecek, sistemin vadettiklerinin dışında bambaşka yaşamsal pratiklerin mümkün olduğunu söylemekle kalmayıp gösterebilecek küçük de olsa modellere, ara yüzlere, devinim alanlarına ihtiyaç var.

Pat diye başlayan bu yazının asıl amacı, bu modelleri onları taşıyabilecek olanlara sunabilmenin olanaklarını yaratmaktı. Ama bunu yapmak çok kapsamlı bir aktarımı gerektirecek. Bu yüzden, bu konuya, bu yazının devamı niteliğinde olacak başka bir yazıyla devam edeceğim.

O halde pat diye bitiriyorum. Takipte kalın!