YAZARLAR

Dünyanın en sıcak günü, Akbelen ve Türkiye’de çevresel adalet

Çevre meselesinde siyasetçilerin şovuna, aktivist romantizmine, akademisyen soyutluğuna yer vermeden, yerinden yereli örgütleyerek, yasal hakların bilincinde olarak ve yasal yolları kullanarak harekete geçmek gerek. Akbelen son değil, ama sessiz kaldığımız sürece sonun başlangıcı olabilir.

6 Temmuz 2023, küresel ortalama sıcaklığın 17,23 dereceye ulaşmasıyla dünyanın en sıcak günü olarak tarihe geçti. Bu rekor sıcaklık, 3 Temmuz’dan itibaren dört gün boyunca kademeli olarak arttı ve 6 Temmuz’da rekor düzeye ulaştı. Sıcaklık denizlerde de artmaya başladı, Florida’da deniz suyu sıcaklığı 38,4 derece ile tarihi bir rekora ulaştı. Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres, yaptığı basın toplantısında “Küresel ısınma dönemi bitti, küresel kaynama dönemi başladı. Hava nefes alınamaz durumda. Sıcaklık dayanılmaz oldu. Ve fosil yakın kârlarının düzeyi ve iklim kayıtsızlığı kabul edilemez.” ifadelerini kullandı. Guterres, aynı zamanda dünya liderlerini küresel sıcaklık artışını 1,5 derecede tutmak için acil ve etkili eylem almaya çağırırken, yakın zamanda planlanan Afrika İklim Zirvesi, G20 zirvesi ve BM İklim Zirvesi’ne de çağrıda bulundu. BM Genel Sekreteri’nin çağrısı yalnızca siyasi aktörlere değil aynı zamanda piyasa aktörlerine yönelikti: “Tüm aktörler fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjilere adil ve hakkaniyetli bir geçişi hızlandırmak için bir araya gelmeli- petrol ve gaz genişlemesi ve yeni kömür, petrol ve gaz için finansman ve lisanslama durdurulmalı.” Buna ek olarak küresel finansal sistemin kendini düzeltmesi, yatırımların iklim eylemlerine destek olacak biçimde yönlendirilmesi, karbon fiyatlaması yapılması ve gelişmekte olan ülkelere düşük maliyetli desteklerin sağlanması da gündemin önemli bir parçasıydı. Guterres’in demeci, iklim değişikliğinin mevcut durumuna dikkat çekmenin yanı sıra, konunun küresel eşitsizlik boyutunu da gündeme taşıyor ve gelişmiş ülkelerin siyasi liderlerini ve finansal aktörlerini gezegenin geleceği konusunda uyarıyordu.

O SIRADA TÜRKİYE’DE…

Aynı günlerde Türkiye’de sanki sıcaklık hiç hissedilmemiş, küresel ısınma haberleri hiç ekrana yansımamış, hiç orman yangını çıkmamış gibi, sanki Türkiye bütün bu yaşanan iklim felaketinden azadeymiş gibi bir durum söz konusuydu. Muğla’nın Milas ilçesinde yer alan Akbelen Ormanı, Tarım ve Orman Bakanlığı’nın izniyle Yeniköy ve Kemerköy termik santrallerine kömür sağlanması için madencilik faaliyetlerine açıldı ve buradaki köylüler yerlerinden edildi. Kömür çıkarılması için madenciliğe açılan alan yalnızca ormanı değil, çeperindeki tarım alanlarını da kapsamakta. Konu çevreciler ve yerel yönetimler tarafından mahkemeye taşınmış olsa da Limak Holding iştiraki YK Enerji ağaç kesimini gerçekleştirdi. Günlerdir yerli halk ve aktivistlerin direnişi, gazetecilerin haber yapma çabaları ağaçları kurtarmaya yetmedi. Akbelen, Türkiye’deki çevre katliamlarının ne ilki ne de sonuncusu olacak. İlk olarak 1982’de faaliyete geçen Yatağan termik santrali, Kanadalı şirketin Kazdağları’nda madencilik girişimi, Aydın Çine’deki madencilik faaliyetleri ilk akla gelenler. Muğla Üniversitesi’ne adını veren ve maddi destek sağlayan Sıtkı Koçman da malvarlığını bölgedeki madencilik faaliyetlerinden elde etmiş bir sanayiciydi.

Gezegenin bozulan fiziki koşulları insan hayatını tehdit edecek bir düzeye ilerlerken ve uluslararası sistemde acil müdahale çağrıları yükselirken Türkiye’nin politik, ekonomik ve toplumsal hedeflerinin bunları göz ardı etmesi ne anlama geliyor? Türkiye başka birçok konuda olduğu gibi çevre meselesinde de dünyanın gerisinde kalıyor. Siyasi otorite, Mete Kaan Kaynar’ın da yazısında detaylı olarak aktardığı gibi Paris İklim Anlaşmasını imzalayarak uluslararası sisteme verdiği taahhütlere sadık kalmıyor. Siyasi otorite, çevresel sorunların sosyal eşitsizliği derinleştirmesine izin vererek her iki alandaki sorunların gelecek kuşaklar üzerindeki yükünü artırıyor. Sermaye açısından bakıldığında Türkiye’de katma değer üreten, tasarım odaklı, yenilikçi sektörlere öncelik verilmediğinden doğal kaynakları acımasızca sömüren ve en ufak bir sürdürülebilirlik kaygısı taşımayan, hep günü kurtarma, cebini doldurma derdindeki inşaat, enerji, turizm gibi sektörler öne çıkıyor. Bahadır Özgür, bu sermaye birikim sürecini aşama aşama anlatıyor. Siyasi otorite çevre politikalarında kayıtsız kaldıkça ahbap-çavuş kapitalizmi sermayenin çevre talanını hızlandırıyor. Ama asıl mesele, bütün bunlar halk için ne anlama geliyor?

ÇEVRESEL ADALET NEDEN ÖNEMLİ?

Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin etkileri derinleştikçe ve kapitalist üretim sürecinin çevresel maliyetleri arttıkça konuya yönelik akademik ilgi de arttı ve çevre meselesini farklı boyutlarıyla kapsayan, özellikle sosyal bileşenler üzerindeki etkisini tartışan bir kavram seti ortaya çıktı. Bir gazete yazısında ekolojik düşüncenin kökenlerini ve çıkan yeni tartışmaları kapsamak oldukça zor, ancak bu bağlamda çevresel adalet kavramının üzerinde durmak gerekiyor. Çevresel adalet, insan-doğa ilişkisi, çevre sorunları ve çevre politikalarını kapsayan bir gündemi sosyal eşitsizlik ve sosyal adalet kavramlarıyla bir arada düşünmeyi gerektiren, dezavantajlı kesimlerin, ekonominin çeperinde kalan yoksullar, işsizler ve köylülerin, sosyal eşitsizliğe maruz kalan azınlıklar, mülteciler, göçmenler, kadınlar ya da çocuklar gibi farklı grupların çevresel çıkarlarını da gözeten bir bakış açısıdır. Çevresel adalet çerçevesinde çevresel fayda ve maliyetlerin adil dağıtımını ifade eden dağıtım adaleti, farklı toplulukların farklı çevresel tercihleri ve ihtiyaçlarını tanıyan tanıma adaleti, devletin çevre konularıyla ilgili yasal düzenlemelerinin adil olmasını savunan usulî adalet ve insanların çevresel tercihlerini gerçekleştirme imkanına dayalı yapabilirlik yaklaşımıdır. Burada basitçe ifade edilen dört temel unsur, insan-doğa ilişkisini düzenlemekle kalmaz, insan-insan ilişkisinin çevresel sınırlarını da belirleyerek dezavantajlı ya da sistemin çeperinde yer alanlara yaşama alanı bırakma sorumluluğunu da gösterir.

Türkiye’de genel olarak çevresel adaletin ve özellikle bu dört temel unsurun seyrine bakıldığında kemikleşmiş sorunlar ve yapısal dönüşümlerin eksikliği göze çarpmaktadır. Sanayi üretiminin bölgesel yoğunlaşması, çevre kirliliğine bağlı sağlık sorunlarının bölgesel yoğunlaşmasına yol açmıştır, Gebze Dilovası en bilinen örnektir. Atık yönetimi konusunda yetersizliğimizin ötesinde, çöp ithalatı yine belli bölgelerde yoğunlaşmakta ve Türkiye’nin yalnızca kendi çevre sorunlarından değil, bir de küresel olandan etkilendiğini göstermektedir, Adana’daki atık ithalatı haberlere konu olmuştur, bu da çevre konusunun uluslararası boyutunu gösterir. Akbelen’de köylülerin tarımsal üretim alanlarının, yaşam alanlarının, arıcılık yaptıkları ormanların katledilmesi tanıma adaletinin eksikliğine örnektir, ama tek örnek değildir. Çevresel adaletin dört temel unsuru içinde Türkiye’de belki de en fazla aksayan usulî adalettir. Bunun temel nedeni, yirmi yıldan fazladır aynı partinin iktidarda kalması sonucu devlet ve hükümet, yasama ve yürütme arasındaki ayrımın silikleşmesi, 2017 yılından itibaren uygulanan başkanlık sisteminin kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırması ve bir güç tekeline yol açmasıdır. Maden Kanunu’nun defalarca değiştirilmesi, maden işletme izinlerinin çevresel faktörler, yerel halklar ve uluslararası standartlar göze alınmadan verilmesi, hak mücadelesine şiddetle karşılık verilmesi ve hatta Ali Ulvi ve Aysin Büyüknohutçu’nun öldürülmesine varan süreç usulî adaletsizliğin farklı boyutlarına örnektir. Böyle bir sistemde usulî adalet, yani ezilenlerin, dezavantajlı kesimlerin, çeperdekilerin, işçi ve köylülerin haklarını yasa yoluyla araması, politika yapımından medet umması neredeyse imkânsız hale gelmiştir. Evet, bu alanda devam eden hak mücadelesi, açılan davalar, ÇED raporları, SİT alanları önemlidir, fakat güç tekeline karşı yetersiz kalmaktadır. Akbelen’de yaşananlar da Cudi Dağı’ndaki orman yangınına sessiz kalınması da usulî adalet sorununa örnektir. Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı’nın Saopaolo gemisinin Aliağa’ya gelmesine izin vermesi, ortaya çıkan tepkiden sonra cayması da usulî adaletin eksikliğine, buna karşılık mücadelenin önemine dikkat çeken bir başka örnektir. Son olarak, yapabilirlik yaklaşımı açısından da yerel halklara yaşam alanı tanımayan, tarımsal sulamaya imkân vermeyecek şekilde su kullanımını enerji santrallerine bahşeden, Bandırma’da tarım arazisine organize sanayi bölgesi kuran akıl, yapabilirlik yaklaşımına alan bırakmaz.

Devletin ve sermayenin çevresel adalet konusundaki tahrip edici yaklaşımları ortadayken, “Ama ağaç dikiyoruz, orman yapıyoruz. Çevre projelerine fon veriyoruz.” demek en hafif tabirle riyakarlık. Yeşil yıkama olarak ifade edilen bu davranış biçimi, şirketlerin –ama aynı zamanda onlarla işbirliği yapan politika yapıcıların- çevreye zararlı işlerinin üzerini örtmek için yarattıkları “çevre dostu” görüntüyü ifade ediyor. Sıtkı Koçman’ın Muğla Üniversitesi’ne maddi destek vermesi, Limak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Ebru Özdemir’in Doğal Hayatı Koruma Vakfı (WWF) Mütevelli Heyetine girmesi yeşil yıkamanın tipik örnekleri. Ancak çevresel adalet konusunda artan farkındalık bugün artık bu manevraların, bu vicdan hareketlerinin bir işe yaramadığını gösteriyor. Nitekim WWF, Ebru Özdemir’in mütevelli heyeti üyeliğine son vererek yeşil yıkama kolaycılığına fırsat vermeyeceğini açıkça ortaya koydu. 

Yale Üniversitesi Çevre Hukuku ve Politika Merkezi bünyesinde oluşturulan ve on bir kategoride kırktan fazla göstergeye dayalı Çevresel Performans Endeksi 2022 verilerine göre Türkiye 180 ülke arasında 172. sırada. Biyoçeşitlilikten hava kalitesine, atık yönetiminden denizlerin korunmasına kadar her konuda sorunumuz var. Çevre konusunda çok daha uyanık olmaya, çok daha fazla ses çıkarmaya ihtiyaç var. “Aman sen de canım, ne olacak sanki?” demeden, “Benden sonrası tufan.” diye düşünmeden, çevre korumayı, çevresel adaleti öğrenmek, bilgiyi yaymak ve örgütlenmek gerek. Çevre meselesinde siyasetçilerin şovuna, aktivist romantizmine, akademisyen soyutluğuna yer vermeden, yerinden yereli örgütleyerek, yasal hakların bilincinde olarak ve yasal yolları kullanarak harekete geçmek gerek. Akbelen son değil, ama sessiz kaldığımız sürece sonun başlangıcı olabilir.


Aslıhan Aykaç Kimdir?

İzmir’de doğdu. Lisans eğitimini Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde tamamladı. Yüksek lisans ve doktora derecelerini Binghamton Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden aldı. Burada yazdığı doktora tezi Yeni İşler, Yeni İşçiler adıyla 2009 yılında İletişim Yayınları’ndan Türkçe olarak yayımlandı. 2007 yılında Middle East Research Competition fonundan yararlanarak yürüttüğü araştırmanın sonuçları Toplum ve Bilim dergisinde “Karşılaştırmalı Bir Bakış Açısından Sosyal Güvenlik Reformunun Emek Piyasasına Etkisi” başlığıyla yayınlandı. 2014 yılında Fulbright Doktora Sonrası Araştırma Bursunu kazandı ve 2014-15 akademik yılını Rutgers Üniversitesi’nde araştırmacı olarak geçirdi. Bu araştırma 2017 yılında İngiltere’de Routledge yayınlarından Political Economy of Employment Relations: Alternative Theory and Practice adıyla İngilizce olarak yayımlandı. 2018 yılında Metis Yayınları’ndan çıkan Dayanışma Ekonomileri bu araştırmayı temel almaktadır. Makaleleri Toplum ve Bilim, New Perspectives on Turkey, Anatolia gibi dergilerde yayımlandı. Nazilli Basma Fabrikası üzerine yürüttüğü araştırması Devletin İşçisi Olmak: Nazilli Basma Fabrikası’nda İşçi Sınıfı Dinamikleri adıyla 2021 yılında İletişim Yayınları tarafından basıldı. Çalışma alanları arasında, siyaset sosyolojisi, çalışma ilişkileri, sosyal politika ve turizm sosyolojisi yer alıyor. Halen Ege Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmalarını sürdürüyor.